1. YAZARLAR

  2. Levent Köker

  3. Vesâyet-şiddet-vesâyet döngüsünü kırabilmek
Levent Köker

Levent Köker

Yazarın Tüm Yazıları >

Vesâyet-şiddet-vesâyet döngüsünü kırabilmek

01 Temmuz 2010 Perşembe 12:03A+A-

Türkiye, dozu son yıllarda biraz düşmüş olmakla beraber, yaklaşık olarak sekiz-dokuz yıldır sürdürmekte olduğu demokratikleşme çabalarını ilerletmekte çok ciddî bir sorunla karşı karşıya.

Sorun, tırmanma eğilimi gösteren şiddet olayları ve özellikle bunun netîcesi olarak ortaya çıkan akılcı düşünme yeteneğinin yitirilmesi ihtimali. Sorun gerçekten ciddî, zira tırmanan şiddet aynı zamanda Türkiye demokrasisinin en temel tıkanma noktalarından biri olan vesâyetçiliğin aşılmasının önündeki en büyük engellerden birini oluşturuyor. Bir diğer deyişle şiddet vesâyeti, vesâyet de şiddeti besliyor; bu yüzden de şiddet ile vesâyet arasında oluşan bu döngüyü kırmaksızın demokratikleşme yönünde daha ileri adımlar atabilmek mümkün olmuyor, demokratikleşme yönünde adım atmadıkça da şiddet-vesâyet döngüsü kırılamıyor. Bu bakımdan, ekonomik ve sosyal alanlardan anayasa sorunlarına kadar izlediği politikalar ne kadar eleştiriye açık olursa olsun, hükûmetin tırmanan şiddet karşısında hemen –sanki yakın tarihin tecrübelerinden hiç ders alınmamış gibi– "olağanüstü hal" çağrısı yapanlara karşı çıkması ve "demokratik açılım" söyleminde ısrar etmesi son derece olumlu. Ancak, belirtmek gerekir ki, sâdece hükûmet değil, aynı zamanda şiddetin beslendiği asıl toplumsal damarı oluşturan Kürt sorununun demokratik çözümünden yana olan tüm toplum kesimleri, Türkiye'de şiddet-vesâyet döngüsünün kırılması yönünde büyük bir sorumluluk altında. Bu nedenle, şiddet-vesâyet döngüsünü iyi anlamak ve anlatmak, bu sorumluluğun gereğini yerine getirmek için de zorunlu. Daha doğrusu, bir yandan sorunun demokratikleşme yoluyla çözülebileceğini kavramak, diğer yandan da bu kavrayışı toplumla bütünleşerek paylaşmak, vesâyet-şiddet döngüsünün demokrasi lehine kırılabilmesinin de ön koşulu.

Önce vesâyet. Aydınlanma düşüncesinin ünlü temsilcisi Immanuel Kant, aydınlanmayı, çok özlü bir biçimde, "insanın kendi kusuru ile içine düşmüş olduğu ergin olmayış durumundan kurtulma" olarak tanımlar. Bu tanımda yer alan "ergin olmayış durumu", insanın kendi hayatıyla ilgili kararları kendisinin değil, kendi dışında bir başkasının alması gerektiğini kabul etmesidir. Bu kabûlün sebebi ise insanın kendi aklına güvenmemesi, hattâ hayat hakkındaki kararlarının kaynağının kendi aklı olabileceğini hiç düşünemeyecek bir durumda bulunmasıdır. Buradan hareketle diyebiliriz ki, modern çağ, Kant'ın bu tanımına uygun bir biçimde, insanın kendi hayatına ilişkin kararları yine ve sadece kendisinin alması gerektiği ilkesini kabûl edip gerçekleştirmeye çalışmıştır. Nitekim çağdaş hukuk sistemlerinin hepsinde bu ilkenin esas itibarıyla hâkim kılındığını görebilmekteyiz. Burada yer verilen önemli bir istisnâ da, aslında, bireysel özerklik diyebileceğimiz bu temel ilkenin hâkimiyetinin kanıtıdır: Kişi eğer kendi aklını kullanamayacak durumda ise, örneğin yaşı küçükse (henüz "reşit" olmamışsa) veya yaşın ilerlemiş olmasından yahut başka sebeplerden kaynaklanan bir akıl zafiyetine düşmemişse, o zaman küçük veya akıl yeteneğini yitirmiş kişilerin hayatlarıyla ilgili kararları, onların temsilcileri alacaktır.

Aynı mantığın siyâset ve tabiî devlet anlayışına yansıması ise, Türkiye toplumunun kendisi hakkındaki kararları özgür ve katılımcı bir kamusal müzakere süreci içinde demokratik yollarla verebilecek olgunluğa sâhip olmadığı biçimindedir. Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte yerleşen tek-parti dönemine hâkim olan Kemalist ideolojinin en temel kabûllerinden olan bu anlayış, çok-partili hayata geçildikten sonra, pek çok önde gelen siyaset bilimci ve hukukçu tarafından, hiç de yanlış olmayan bir biçimde, "vesayetçilik" olarak nitelenmiştir. Yanlış olan, kanımca, bu nitelemedeki yer verilmiş olan "geçicilik"tir. Bu değerlendirmeye göre tek-parti'den çok-partiye geçiş, Türkiye'de vesayetçiliğin de sonunu belirlemiştir ki, işte doğru olmayan budur. Zira, 1950 sonrası gelişmeler netîcesinde, halkın tercihlerinin kendi istedikleri yönde oluşmayabileceğini görmüş olan askerî ve sivil bürokrasi, demokratik karar alma süreçlerini kontrol altında tutmak için, önce 1961 sonra da ve çok daha belirgin ve katı bir kurumsal bütünlük içinde 1982 Anayasalarıyla, tek-parti ideolojisi olan vesayetçiliği kalıcı hâle getirmişlerdir. Bugün yaşanan çarpıklık, 2010 Türkiye'sinin 1923'lerle kıyaslanamayacak kadar farklı olması yüzünden iyice göze batmaktadır. Ekonomik, cinsiyet temelli, etnik, dinî, mezhep ve inanç esasına göre çok değişik ve birbirine çaprazlamasına kesen farklılaşmaların oluşturduğu çoklu bir yapıya sâhip bulunan çağdaş Türkiye, artık kendi kendini doğrudan yönetebilecek olgunluktadır. Sorun, toplumun bu çoklu yapısının siyâsî-hukukî düzeyde çoğulculuk olarak karar alma mekanizmalarına yansımasının önünü açmakla ilgilidir ve toplumun demokratik olgunluğunu kabûl etmemekte ısrar eden vesâyetçilik, sistem içine yerleştirilmiş ayrıcalıklarını kaybetme endişelerinin de eşlik ettiği refleksler göstererek, bu açılıma karşı direnmektedir.

Vesâyetçiliğin bu direnişi, çağdaş dünyanın ve özellikle de Avrupa (Konseyi ve Birliği) ile olan ilişkilerin gerekleri karşısında kırılmaya mahkûmdur; bunu bugün büyük bir netlik içinde söyleyebilmekteyiz. Çünkü, aksi takdirde Türkiye vesâyetçiliğin açık ve kalıcı bir otoriter rejime (diktatörlüğe) dönüştüğü bir devlet hâline gelecektir ki, Türkiye'nin târihi de güncelliği de buna izin vermez. Bununla birlikte vesâyetçi direnişin kendisini güçlü hissettiği durumlar da arızî olarak ortaya çıkabilmektedir ki, son günlerde esefle gözlenen şiddet tırmanışı böyle bir ân'ı belirlemektedir.

En yalın tanımıyla fizikî cebir uygulama veya böyle bir uygulamanın çok muhtemel olduğuna dâir bir tehdidin varlığını ifâde eden şiddet, hem ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağı önceden bilinemez olduğu ve dolayısıyla insanın kendi geleceği ile ilgili kararları almasını imkânsızlaştırdığı için, akılcı bir biçimde düşünme ve karar verme melekemizi de dumura uğratmaktadır. Buna ek olarak, şiddetin ürettiği nefret ve buna eşlik eden saldırganlık dürtüsü, vicdan, insaf ve empati gibi insanî değer ve özellikleri de tahrip etmekte ve böylece "şiddet şiddeti doğurur" sözünün haklılık zeminini oluşturmaktadır. Bu nitelikleriyle şiddetin çok net bir biçimde korku ve dolayısıyla tehdit ile yakından ilişkili olduğu da ortadadır. Bu da, gayet açık bir biçimde demokrasi yönünde ilerlemenin devletin yok olmasına neden olacağı yönündeki vesayetçi anlayışa destek vermektedir.

Oysa modern demokratik devlet, bir yandan şiddeti kendi tekeline almış, diğer yandan da bu tekeli meşrû (hukukî) bir çerçeveye oturtmuştur. Böylece devlet dışındaki her türlü şiddet hukuk dışı olurken, sadece devletin kullanabildiği şiddet ise hukuk ile sınırlandırılmıştır. Burada, yalnızca ve yalnızca devletin kullanabileceği şiddeti meşrûlaştıran hukukun da, en ileri düzeyde ekonomik, sosyal kültürel ve siyasî hak ve özgürlükleri tavizsiz biçimde temel alan ve ayrıca engellenmemiş ve çarpıtılmamış demokratik müzakere süreçlerinde oluşan bir kurallar bütünü olduğunu da bilmeliyiz. Türkiye'nin sıkıntısı, vesâyet-şiddet döngüsünü kırabilecek bir hukuk ve devlet (kamu) yönetimi düzenini oluşturamamış olmasıdır.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT