1. YAZARLAR

  2. MUSTAFA SİEL

  3. Ulustan Ümmete
MUSTAFA SİEL

MUSTAFA SİEL

Yazarın Tüm Yazıları >

Ulustan Ümmete

19 Eylül 2014 Cuma 23:54A+A-

İslam Devleti Değil, İslam Devletleri!

İslam Devleti Olur mu başlıklı yazımızda, İslam Devletinin tartışılamayacak derecede açık bir gerçeklik ve gereklilik olduğu, asıl üzerinde durulması gereken hususun bu devlete gidiş süreci ile nasıl bir devlet olması gerektiği idi.

Öncelikle bir kavramı netleştirmek gerekiyor. Biz İslam devletinden bahsederken, reel tekil bir yapılanmayı değil, bir kavramı kastediyoruz. Bu nedenle teorik anlamda İslam devleti terimini kullanırken, reel anlamda İslam devletlerinden bahsediyoruz aslında. En azından İslam’ın yeniden devletleşme sürecinin ilk aşamaları için kaçınılmaz bir ayrım bu kavramsallaştırmalar.

İla nihaye küresel bazda tek bir İslam devleti idealimiz elbette söz konusudur ve kıyamete kadar olacaktır. Lakin bu ideale gidişte merhale gözetmeyip, Işid misalinde olduğu gibi tek bir yapının yada İran misalinde olduğu gibi tek bir devletin kendini merkeze oturtup, tüm dünya Müslümanlarından biat beklemesi gibi marazi bir durumla gidilmesi mümkün olmak bir yana, daha fazla parçalanma ve Müslümanları birbirine düşürme gibi olumsuz neticeler doğurması kaçınılmazdır.

Ümmetten Ulusa

Şu açık bir vakıadır ki, peygamberimizin kurduğu İslam devleti sonraları parçalanmış ve tarih boyunca farklı İslam devletleri olmuştur. Tarih boyunca akidevi, sosyal, siyasi, mezhebi, meşrebi, nefsi vs. nedenlerle bu devletleri tek bir çatı altında toplamak mümkün olmadığı gibi; 1. Dünya Savaşında İslam’ın son kalesi Osmanlı Devletinin yıkılmasının ardından, batılı fikirlerce zehirlenen mankurtların eliyle İslam beldeleri halkları uluslara ayrılmış ve bu ulusçuluklar az yada çok taban bulmuştur maalesef.

Bu acı verici dönüşümü görmek isteyenler, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban isimli romanında, savaşta kolunu kaybettiğinden dolayı emir erinin köyüne yerleşen mankurt bir subay ile emir eri olan Anadolu köylüsü arasında geçen diyaloğu bir kez daha hatırlamalıdırlar. Aydın! Subayımız emir erine Türk olduğunu söyleyince, emir eri, haşa biz Müslümanız elhamdülillah diye cevap verir.

Türkiye’de ve diğer İslam beldelerinde nasıl laik ve İslam düşmanı ulusçuluklar, olmuyorsa milli dindarlıkçılar oluşturulduğu hepimizin bildiği bir vakıa olup, asıl konumuz bu olmadığından ayrıntılara girmeyeceğiz.

Ulustan Ümmete

Ulusçulukların ve milli dindarlıkçıların olmadığı, Osmanlı’nın yıkılma tehlikesi karşısında ta Hind alt kıtası Müslümanlarının üzüntüye gark olduğu ve Müslümanların az çok bir ümmet bilincine sahipken oluşturulamayan İslam devletlerinin tek çatı altında toplanması isteğinin, bu günkü şartlarda sağlanması (adeta) imkansızdır.

Bu nedenle öncelikle uluslaşmış yada milli dindarlaşmış her bir İslam beldesi halkının İslam Toplumu ve Devleti ile Ümmet bilincine erişmesi ve kendi beldesinde İslami bir devlet yapısı oluşturması, bilahare bu yapıdaki devletler oluştukça aralarında İslam devletleri birliği oluşturma çalışmaları yapmaları daha gerçekçidir. Bu yapılanmalar başlangıçta Avrupa Birliği gibi gevşek bir yapılanma iken, uzun vadede ABD gibi daha sıkı bir devlet haline de gelebilir.

Süreçte önemli olan her bir İslam beldesi halkının sürece kendi iradesiyle katılması, hiçbir yapı ve devletin kendini merkeze oturtmaması, hiçbir ırk yada topluluğun kendinde imtiyaz görmemesi gibi temel ilkelerin çiğnenmemesidir.

Hiçbir Kişi ve Grup Peygamberimizin Konumunda Olamaz

Bizim ulustan ümmete sürecinin kaçınılmazlığına dair kanaatimiz ilk anda İslam’a aykırı görülebilir. Bu sürecin Kur’an ve siyer çerçevesinde tespit edilmesi gerektiği, metot olarak teklif ettiğimiz ulustan ümmete sürecinin Kur’an ve sünnete aykırı olduğu söylenebilir.

Elbette her konuda olduğu gibi devletleşme süreci konusunda da temel kaynağımız Kur’an ile onun pratik uygulaması olan sünnet - siyerdir. Lakin bu noktada peygamberimizin oluşturduğu devletle, peygamberimizden sonra oluşacak olan devletler arasındaki kaçınılmaz olan temel farka dikkate almak elzemdir.

Peygamberimiz Allah adına görevli ve vahiyle korunduğundan, İslam adına olduğu gibi, İslam devleti adına da tek merci ve sorumlu idi. Yani peygamberimiz için, gerek İslami temsiliyet, gerekse İslam devletini oluşturmada tem merkezlilik ve tümden gelim söz konusu idi kaçınılmaz olarak.

Ben Merkezci Değil Biz Merkezci Olmalıyız

Lakin peygamberimizden sonra sahabeler dahil hiç kimse bu konumda olamayacağına göre, günümüzdeki Müslümanlar tümevarımla hareket etmek, gerek İslam’ı anlama ve temsiliyet, gerekse İslam devleti ve devletlerini oluşturmada istişare ve işbirliği içinde olmak durumundadırlar.

Bu konudaki en önemli sıkıntımız, bazı kişi ve grupların kendilerini peygamberimizin konumunda görmeleri ve tek merkezli tümden gelim metodunu uygulamaya çalışmalarıdır.

Oysa bu hem mümkün değil, hem de gerçekçi değildir. Mümkün olmaması, hiç kimsenin Allah’tan vahiy almaması ve korunmaması nedeniyle İslam’ı mükemmel anlama ve temsiliyet imkanına sahip olmamasındadır.

Gerçekçi olmaması ise, (farzı muhal) İslam’ı gerçekten anlama ve temsiliyet imkanına sahip olsa idi bile, Allah’tan açık yetki (sultan) verilmeyeceğine göre, diğer kişi ve grupların bu konumunu kabul etmek zorunda olmadıkları (ve etmeyecekleri) nedeniyledir.

Tek Millet Ve Devlet Değil, Tek Ümmet

Elbette idealimiz Ümmetin tümünü kapsayacak tek millet ve tek devlete ulaşmaktır. Lakin, bu belki de hiç ulaşamayacağımız bir ideal olup, gerçekçi olmak zorundayız.

Tek Ümmet bilincini her Müslümanın kabullenmesi imani bir zorunluluktur. Lakin Müslümanlar arasında İslam’a aykırı olarak oluşmuş bulunan ulusal, kabilesel, mezhepsel, meşrebsel bölünmelerde bir vakıadır. Bilinçli her Müslüman, bu vakıaları görmezden gelmeden ve mevcut durumdan hareketle öncelikle tek Ümmet bilinci oluşturmaya, bilahere tek Millet ve tek Devlet hedefine doğru gerçekçi adımlar atmaya çalışmalıdır.

Bu süreçte ne tek Ümmet bilincinden ödün vermemek, ne tek Millet ve tek Devlet idealini kaybetmemek, ne de sahadaki gerçekleri görmezden gelmemek durumundayız. Her adımda Ümmet ve tek Devlet lehine dengeyi değiştirmeye çalışmakla beraber, enkazın altında kalınması halinde bundan yine Müslümanların zarar göreceğinin idrakiyle mevcut dengeyi yıkmadan ve bozmadan hareket etmek durumundayız.

Kafa Kesmekle Düğüm Çözülmez

Bu gün İslam dünyası 1400 yıllık mirasın ürünü olan etnik, mezhebi vs. pek çok parçaya bölünmekle kalmamış, özellikle son yüzyılda yoğunlaşan batının maddi ve manevi işgali bu bölünmeleri daha da çeşitlendirmiş ve iyice içinden çıkılmayacak derecede karmaşıklaştırmıştır.

Bu karmaşanın içinden çıkılması ise, ancak dantel işler gibi dikkatli ve sabırlı çaba ve süreçlerle sağlanabilir. Bu karmaşadan bir başka çıkış yolu İskender gibi kılıcı ile düğümü keserek koparmak diye düşünülebilirse de, bu ancak peygamberlere has bir metot olup, artık peygamber gelmeyeceğine göre bizler kördüğümü ne yapıp edip çözmek zorundayız.

Maalesef günümüzde bazılarının kestirme çözüm olarak gördükleri boğaz kesme metoduyla bu kördüğüm çözülmüyor, daha da karmaşıklaşıyor ve sertleşiyor.

Yerellik Evrensellik

İslam’ın evrensel son hak din olduğu malumdur. Risaletin daha ilk mesajlarından itibaren tüm insanları muhatap aldığı ayetlerle sabittir. Lakin, her daim ulaşabildiği ilk muhataplarını da dikkate aldığı, evrensel mesajları yerel gerçekler çerçevesinde ortaya koyduğu, yani gerçekçi olduğu da, Kur’an ayetleri ve siyer bilgilerinde açıktır.

Hedeflerimizde idealist ama sahada realist (gerçekçi) olmak zorundayız. Aksi halde gerçeklerin o sertliği suratımıza çarpar da, ideallerimize ulaşalım derken, mevcut pozisyonlarımızı da kaybedebiliriz.

Peygamberimizin risaleti boyunca dikkate aldığı bu denge, günümüzde daha önem arz etmektedir. Çünkü Peygamberimizin hayatı boyunca muhatap aldığı insanlar arasında çok büyük kültür farkı söz konusu olmadığı gibi, neredeyse aynı kültür ortamına sahiptiler.

Yerelden Evrensele

Günümüzde ise İslam aleminin çok çeşitli kültür havzalarına sahip olduğu ortadadır. Bu kültür ortamlarını dikkate almadan, tek bir kültür (mesela Arap yada Türk kültür ortamları gibi) ortamını esas ve merkeze alarak tüm Müslümanları bu kültür ortamında oluşmuş İslam anlayışına davet etmek, kesinlikle olumsuz neticeler verecektir.

Bu nedenle, Ümmetleşme sürecinde öncelikle aynı kültür ortamlarının gerçek İslam odağında homojenleşmesi esas alınıp, bilahare farklı kültür ortamlarının öncelikle üst yapılar bazında olmak üzere yakınlaşmasına çaba sarf edilmelidir.

Bu gün Türk Kültür havzası ile Hind kültür havzasının aynı olmadığı, mevcut farklılıkları dikkate almadan bodoslama bir birlik çabasının farklılıkları azaltmak bir yana, hercümerce ve kaosa sebep olacağı ve neticede yeni parçalanmalar ve düşmanlıklar oluşturacağını unutmamak gerekir. Bilhassa şii ve sünni kültür ortamlarının vahdetinde bu hususa daha fazla dikkat edilmesi gerekmektedir.

Hilafet Değil, İstişare

Hilafet, peygamberimizin ardından vakıaya uygun olarak oluşan bir kurum idi. Zamanla vakıaya uygunluğunu ve etkisini kaybetmekle beraber, varlığını şöyle böyle sürdürdü.

Son yüzyılda yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelen İslam dünyası, bu yok oluş tehdidini Osmanlı hilafeti projesi ile aşmaya çalıştı ise de (o günün şartlarında palyatif - geçici bir çare olarak gayet gerçekçi ve faydalı idi), içimizdeki mankurtların bilinçli ve bilinçsiz ihanetleri ile başarılı olamadı ve 1923’te hilafetin defteri tamamen dürüldü.

Günümüz şartlarında yeniden bir hilafet ütopyası ve projesi peşine düşmek, adeta serap görmek gibidir ve fayda değil, zarar verir. Hizbut Tahrir’de olduğu gibi kültür ve teklife dayalı, Şia’da olduğu gibi masum imam inanışına dayalı, Gülen Cemaatinde olduğu gibi mehdiyet inanışına dayalı, Işid misalinde olduğu gibi zora dayalı ütopik hilafet projeleri; buraya kadar açıklamaya çalıştığımız nedenlerden dolayı, sadece boşa kürek çekmekle kalmayıp, mevcut bölünme ve parçalanmayı daha da arttırıcı ve insanları İslam’dan soğutucu sonuçlar verecektir. Üstelik bu tür iddialar kendisini yada mensup olduğu grubu Allah’ın yetki vermediği bir pozisyonda görerek Rableştirme ve tuğyan anlamına gelmektedir aynı zamanda.

Bizler Peygamberlerin konumu gereği tavandan tabana olan oluşum ve yönetim metodunu değil, peygamber sonrası (ve özellikle günümüz şartlarında) istişare temelli tabandan tavana oluşum ve yönetim metodunu esas almak zorundayız.

İstişarenin Kur’ani Temelleri

Ulustan Ümmete geçiş sürecinde yapılması gereken, Ümmeti en küçük birimleri olan ailelerden başlayarak, cemaatler, milletler, kültür havzaları bazlarında Kur’an eksenli ve istişare merkezli bir yeniden yapılanma sürecine sokmaktır.

Hicrete yakın indirilen 42.Şura Suresi 36’dan 43’e kadar olan ayetlerde gerçek mü’minlerin kişiliklerinde oturmuş temel özellikleri sayılırken, herkesi ilgilendiren ortak işlerini aralarındaki fikir alışverişi sonucu verdikleri kararlarla yürüttükleri (ve emruhum şura beynehum) bildiriliyor ki, bu ayette cemaatler bazında istişarenin önemini ve vazgeçilmezliğini göstermektedir.

Bilindiği gibi Uhud Savaşında peygamberimizin görüşü müşrik Mekke ordusuna Medine’de savunmada kalmak iken, özellikle gençlerin etkisiyle ashabın çoğunluğun düşmanı Medine dışında karşılamak istemesi üzerine peygamberimiz çoğunluğun görüşüne uymuştu.

Okçuların verilen açık emre rağmen yerlerini terketmeleri neticesi yenilgiyle sonuçlanan Uhud Savaşından sonra indirilen 3.Ali İmran Suresi 159. ayette ise, millet ve devlet yönetimiyle ilgili kararlarda peygamberimizin sahabesi ile karşılıklı fikir alışverişinde bulunarak karar vermesi (şavirhum fil emri), lakin karar verdikten sonra bu kararda azmetmesi gerektiği bildiriliyor.

Şurada çıkan sonucun getirdiği olumsuz duruma rağmen peygamberimize şura yapmaya devam etmesinin emredilmesi hususu, millet ve devlet yönetiminde istişarenin esas ve vazgeçilmez bir farz olduğunu ortaya koymaktadır.

Peygamberimizin millet ve devlet yönetiminde özel ve tekil konumuna rağmen istişare ile karar vermesinin emredilmesi ile, Mekke’de henüz cemaat pozisyonunda olan Müslümanların istişare ile karar verdiklerinin belirtilmesi; istişarenin farziyet, önemi ve vazgeçilmezliğini, ümmetin yeniden yapılanmasının istişare temelinde olması gerektiği ortaya koymaya yeter aslında.

Aceleci Ve Kestirme Çözümler Peşinde Olmamalıyız

Her şeyin bir vakti saati vardır. Meyveler ancak belirli şartların gerçekleşmesi halinde ve bir süreç neticesi olgunlaşabilirler. Bu nedenle hayatımızın her alanında olduğu gibi, devletleşme ve Ümmetleşme sürecinde de acele etmemeli, ancak belirli şartların oluştuğu bir süreç sonunda bu hedeflere varabileceğimizi peşinen kabullenmeliyiz.

Bu süreç bizler için belki bir maraton, belki ancak bir bölümünü koşacağımız bir bayrak yarışı olacaktır. Önemli olan bu sürece aktif olarak doğru yol ve yöntemlerle dahil olmaktır, çaba bizden Tevfik Allah’tandır.

Elbette ağırdan almak, savsaklamak, gecikmekte hatalıdır. Lakin acelecilikte en az bunlar kadar hatalıdır. Malum, basit bir şehir içi yolculukta bile, eğer varacağımız yere varma konusunda aceleci olur, saat olarak bir hedef koyarsak; hem strese girer, hem daha fazla hata (ve bazen kaza) yapar, muhtemelen de hedef koymasaydık daha rahat varacağımız yere daha zor ve geç varırız.

Usuletle Ve Suhuletle

Boynuna bağlanmış ve bir ucu toprağa çakılmış olan ipin ayaklarına dolanması üzerine paniğe kapılan eşeğin kurtulmak için çırpındıkça daha fazla ipe dolanması, bu arada tepindikçe attığı çiftelerle kendisine yardım etmeye  çalışanlara zarar vermesi ve nihayetinde ipi iyice boğazına dolayıp kendi kendini boğması durumuna düşmemeliyiz.

Ayağımıza dolanan bu ipi ancak sükunetle ve aklımızı çalıştırarak çözebilir yada yardıma gelenlere zarar vermezsek onların yardımıyla kurtulabiliriz.

Acelecilik ve kestirme çözümler arama, adeta bir kördüğümü andıran sorunlarımızı daha fazla karmaşıklaştırmakta ve sertleştirmekte, bu konuda ehil olanların rehberlik ve yardımlarından faydalanılamamasına ve daha fazla düşmanlığa, acı, gözyaşı ve kana sebep olmakta.

Bu nedenle devletleşme ve Ümmetleşme sürecinde istesek te istemesek te usuletle ve suhuletle (yoluna yordamına uygun ve sakin) davranmak zorundayız.

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum