1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Ulemâ ve Kapıkulları’ ve Mu’min Feraseti..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Ulemâ ve Kapıkulları’ ve Mu’min Feraseti..

11 Nisan 2013 Perşembe 00:30A+A-

[email protected]

Suriye ulemâsından, Aqaid ve Kelâm üzerine yazdığı eserleriyle meşhur, Şam İlahiyat Fakültesi Dekanı Ramazan el’ Butî’nin 21 Mart günü bir câmide meydana gelen bir patlamada ölümü üzerine, işin mahiyeti hakkında elde inandırıcı bilgiler olmadığı için susmak da bir gereklilik idi. Aslen Cizre’li, Botan Çayı civarındaki bir köyden olduğu için Bûtî diye anılan Şeyh’le geçmişte, kısa birkaç görüşmemiz olsa bile, onun Suriye Buhranı konusunda, ‘bir zulüm düzenine silahlı mücadele yoluyla karşı çıkanların cehennemlik olacakları’nı söyleyerek, başında Beşşar Esed’in bulunduğu kanlı bir diktatörlük rejimine destek vermesinin yanlış olduğuna inanışım da bu suskunlukta etkiliydi, elbette..

Bûtî’nin, bir câmide vaaz verirken meydana gelen büyük bir patlamada öldüğü, 40’dan fazla insanın da can verdiği bildirilmişti. 7 Nisan günü internetlere düşen ve o patlama ânını yansıtan bir video filmi ise, ortaya bir takım sual işaretlerini getiriyor.

Herşeyden önce, bu son video filmi, küçük bir patlama olduğu gibi bir hava veriyor. Çünkü, Şeyh Bûtî, patlama ânından önce konuşurken görülmekte.. Bir parlamayı takib eden patlama ve meydana gelen toz bulutundan sonra, Şeyh’in oldukça sâkin olmasından, büyük bir tahribat olmadığı çıkarılabilir. Çünkü, sözkonusu video görüntüsü, Şeyh’in patlamadan sonra yine de 2-3 saniye kadar kendinde olduğunu ve sarığını düzelttiğini de göstermekte..

O sırada, Şeyh’in yanına genç bir kişinin yaklaştığı görülüyor ama, silahları görülmediği gibi, ne yaptığı da, çekim arkadan yapıldığı için anlaşılmıyor. Ve hemen arkasından da, birkaç kişi daha hiç de telaşlı olmayan bir havada görüntüye giriyor, ancak bu noktada Şeyh’in gövdesi yan tarafa devriliyor. O kişilerin herhangi bir saldırısının olup olmadığı ve Şeyh’e merak saikiyle mi bakıp çekildikleri de belirsiz.. Ayrıca, onlarda bir kaçışma havası da görülmüyor.

Yoksa, patlama uzakta olup, Şeyh’e uzaktan gelen bir parça mı isabet etmiştir? Ve o genç insanlar sıradan kimseler midir? Ayrıca, o bombalı saldırıda önce 48 kişinin daha öldüğü bildirildiğine göre, o kişiler nerede ve nasıl ölmüşlerdir? Yoksa, onlar bir başka yerde mi öldürülmüştür? Bunlar bilinmiyor..

Video yayınlandıktan sonra Suriye Muhalefeti’nin lideri Muaz el’Hatib’in ’Belli ki planlı ve soğukkanlı bir cinayet. Onu öldürenlerin Allah cezasını versin..’ şeklinde bir açıklama yapması da bir ayrı konu.

Bûtî’yi, rejime karşı çıkanları, ’cehennemlik ilan ettiği için’ , muhaliflerin öldürmüş olması ihtimali ile, Hatib’in bu lanetlemesi uyuşmuyor. Hele, o mekanda, 48 kişi daha ölmüşse, muhaliflerin, bir kişiyi öldürmek için, o kadar insanı da hedef almış olmasının izahı zor..

Bûtî’yi Baasçı Esed rejiminin öldürtmüş olması ihtimali de uzak..

Çünkü, bir rejim, kendisine işin taa başından beri bu kadar açık destek veren, ulemâ’nın en önde gelenlerinden bir kimseyi niçin öldürtsün?

O zaman daha başka ihtimalleri de düşünmek gerekir..

1- O câmi, muhaliflerin bulunduğu bir yerdi, rejim oraya kasden saldırdı.. Ve amma, Şeyh Bûtî’nin orada olduğu bilinmiyordu. (Üstelik o câmiin , çok büyük bir mescid olmadığı da anlaşılıyor.)

2- O civarda bir patlama sonunda, bir parça da Şeyh’e, özellikle de başına çarpmıştır.

3- Şeyh Bûtî, Baas rejiminin baskısından korktuğu için onlardan yana gibi görünmüş ve onun ikili davranmasından zarar gören taraflardan birilerince de hedef seçilmiştir.

Bu ihtimaller içinden, Bûtî’nin, ‘Cehennemlik’ olarak nitelediği kesimlerin itiraz ve suallerine karşı, dikkatleri çekmiyecek küçük bir mescidde te’vil ve izahlar yaparken, Suriye İstihbaratı (Muhaberat) tarafından durumun farkedilip, ikili davranmasının bedelinin ödettirilmiş olması ihtimali, daha bir güçlü görülmektedir. Böylece hem o, hem de orada bulunan 50 kadar talebenin daha bertaraf edilmesi planlanmış olabilir. Böyle bir cinayet, Baas ideolojisine bağlı kimseler için hiç de zor değildir. (Ki, bu satırların sahibi, 32 yıl öncelerde, o zamanki - Suriye Başmüftüsü Şeyh Ahmed Keftarû’yla tartışmasını ve onun, Hâfız Esed’i savunmasını sırf mecburiyetten dolayı yaptığını, müslümanların daha fazla zarar görmemesi için, Hâfız Esed’i ve Baas rejimini frenlemeye çalıştığını söylemesini hatırlıyor; her ne kadar inandırıcı bulmadıysa da..)

Bu vesileyle, Şeyh Bûtînin öldürülmesi konusunun daha derinlemesine araştırılmasının, sadece resmî engellemeler yüzünden değil, Suriye’nin içinde bulunduğu derin kargaşadan dolayı da mümkün olmadığı bir daha gözönünde tutulmalıdır.

Kaldı ki, Beşşar Esed rejimi, özellikle de geçen ay, Haleb'in Han-el’Assal köyünde kimyasal silahlar kullanıldığına dair iddialar üzerine, Birleşmiş Milletler’in bir hey’et gönderme teklifini; ancak sınırlı bir iddia için yapılabileceği, böyle bir araştırmanın ülke çapında yapılamıyacağı, öyle bir genel araştırmanın ülkenin egemenliğinin ihlali olacağı ve ayrıca, BM denetçilerinin geçmişte Irak’taki olumsuz rolü dolayısiyle de kabul edilemiyeceği’ gerekçesiyle, 8 Nisan günü geri çevirmiştir. Bu da, ilk planda, akla, Beşşâr Esed rejimi tarafından kimyasal silahlar kullanıldığının zımnen kabul edildiği ihtimalini gündeme getirmektedir.

BM Gen. Sekreteri Ban Ki-moon ise, 'kimyasal silah kullanımına dair iddiaların vakit kaybedilmeden şartsız ve istisnasız bir şekilde incelenmesi gerektiğini, BM denetçilerinin bütün ülkeye yayılmasını istemekte..

Hatırlanmalı ki, Suriye kimyasal silah kullanımını yasaklayan Uluslararası Kimyasal Silah Anlaşması'na imza atmayan birkaç ülkeden biri olup, elinde, hardal gazı ve sarin gibi kimyasal silahlar bulunulduğuna inanılıyor.

*

Tâgûtlarla işbirliği yapan ulemânın durumu üzerine..

Suriye’de hergün yüzlerce insan öldürülürken ve iki sene boyunca öldürülenlerin sayısı, 80 bin rakamına tırmanmışken, sadece bir Ramazan el’Bûtî’nin öldürülmesi üzerinde bu kadar durulması bazılarınca yadırgatıcı bulunabilir.

Ama, Ramazan el’Bûtî, Suriye Buhranı’na takınılacak tavır bakımından temel ölçülerden birisidir de, onun için bu hadise üzerinde daha bir durulmuştur.

‘Bilenle bilmeyen bir olur mu?’ şeklindeki ilahî ölçüyü, sadece üstünlük değil, sorumluluk ölçüsü olarak da ele almak gerekir. Onun gibi bir âlim kişi, tercihinin sorumluluğunu yüklenmelidir, elbette..

Şeyh Bûtî, son iki seneyi aşkın bir zamandır, oluk oluk insan kanının akıtılması karşısında, eğer baskı altında, hayatî bir tehlike altında olduğu için, Baas rejiminin ve Beşşar Esed yönetiminin istediği yönde, kerhen açıklamalar yapıyor idiyse.. O zaman bile, bir İslam âliminin bu kadar korkak olmaması gerektiğini de düşünmek gerekir, herhalde..

El-Butî, sırf ictihad yanılgısıyla o noktaya geldiyse, o konuda gerçeği hakkıyla bilen, ancak Allah’u Tealâ’dır. Bûtî, tıpkı, yine Suriye’li bir diğer düşünce adamı olan Cevdet Said gibi, silahlı mücadeleden, kaçınılması gerektiğini düşünüyordu.

Ancak, her iki isim de, silahsız bir muhalefet ve itiraz hakkının asla bulunmadığı bir Suriye rejiminde, bir Baas diktatörlüğünde, hattâ ilk 10 yılı nisbeten mülayemet içinde geçen Beşşar Esed döneminde bile, kanûnî bir hakk olarak değil, sadece şahsî bir lütufkârlık olarak sergilenen uygulama karşısında, toplumun itirazlarının nasıl boğulduğu, Muhaberat’ın ve 50 yıllık Baas diktatörlüğünce oluşturulan ve Şebbiha denilen milislerin toplumu belki Beşşar’ın bile istemediği şekilde sıkboğaz ettiği gözden uzak tutulmamalıdır. Hatırlayalım ki, işin başında Beşşâr bile, AB temsilcilerine, ‘Orduya söz geçiremediğini’ açıkça söylüyordu.

Böyle diktatörlük rejimlerinde, müslüman âlimlerin sorumluluklarının daha bir ağır olduğu açıktır. Esasen, ilmiyle âmil olmayan ulemânın sorumluluğu üzerine ağır rivayetler vardır.

Hele de, zulüm düzenlerine karşı nasıl bir mücadele verilmesinin ve her müslümanın ve hele de ulemânın kendilerini kapıkulları durumuna düşürecek söz ve davranışlardan nasıl kaçınmaları gerektiğinin hüküm ve örnekleri İslam tarihinde pek çok iken..

*

‘Suriye Buhranı’, daha çoook kan ve can alacağa benziyor

Suriye’de daha çoook kan akıtılacağı anlaşılıyor. Bu durum, hem Suriye’nin özel stratejik konumundan, hem de Ortadoğu coğrafyasında, başta Amerika, Rusya ve İsrail olmak üzere bütün emperyalist ve şeytanî güçlerle, bu bölgede söz sahibi olmak isteyen ve buna göre kendi maslahat ve menfaatlerine göre belirledikleri stratejileri uygulayan uzak-yakın bütün devletlerin planlarından kaynaklanıyor.

Hangi ülkenin Suriye’deki bu durumda bir hesabı ve kendi maslahatına göre bir yaklaşımının olmadığı iddia edilebilir? Hele bazı bölge ülkelerinin bu konudaki planları üzerinde tekrar durmaya gerek yok.. Açıkça, ‘Biz Suriye’de 50 bin kişilik bir milis gücü oluşturttuk.. Taa Akdeniz’e kadar uzanan gücümüzü kaybetmemeliyiz. Suriye bizim 35. eyaletimizdir..’ diyenlerin ve başkalarının yarınlarda o yangın yerinden çekilip gideceğini tahmin etmek kehanet olmayacak; geride zulüm destekçiliği gibi bir utanç kalacaktır.

Ama, Esed’in kan dökücülüğüne İslam adına akıl almaz destekler verenlerin ve hattâ bu destekleme siyasetinin, Suriye Baas rejiminin kanlı diktatörlüğünün ömrünü biraz daha uzatmaktan başka bir işe yaramıyacağını görememek bir yana, bir de İslam adına olduğunu sanıp, Esed’in ve bağlı olduğu yüzde 12-15’lik inanç taifesinin artık Hakk çizgiye geldiğini bile söyleyecek kadar ölçüsüz noktalara vardıranlara ne demeli? Bu cinayetlere inançları adına destek verenlerin yarınlarda utançtan başka ne kalacaktır ellerinde?

Buna karşı, yüzde 80’lik büyük kitlenin de sonunda İkhwan-ul’Muslimiîyn kadrolarının eline düşeceği korkusu ise, Esed’in, ‘Tayyîb’in kafası da İkhwan kafası’ demesinden de anlaşılıyor.

Devletlerin siyasetlerinin ise, nereye varacağını kestirmek zor..

Her rejimin ve devletin, bu kanlı sahnede elbette parmağı vardır.

Ama, Suriye rejiminin, bütün devletler ve rejimler için geçerli olan bu gibi entrika planları karşısında çaresiz kaldığı ve duruma hâkim olmak umudunu artık tamamen yitirdiği, Esed’in ‘savaşın, uzuuun bir süre daha devam edeceğini’ söylemesinden de anlaşılabilir.

Velev ki, Esed ve Baas rejimi, sonunda iktidarını korusa bile, eli kana bulaşmış o lider ve kadrolar, ağır bombardımanlarla baştan başa harabeye döndürdükleri o ülkede nasıl hükûmet edeceklerdir?

Muhalifler için ise..

Onların zâten kaybedecekleri bir şey kalmamıştır. Onlar büyük kitlelerdir ve gerektiğinde ülkeyi küllük halinde teslim almayı bile göze almışlardır. Onlar o küllüğü yeniden mamur edebilirler. Ama, bir avuçluk bir azlığa dayanan kanlı diktatörler, galib gelirse, sadece esirlerinin sayısını daha bir arttırmış olacaklardır ve istikballeri yoktur.

Savaşan tarafların, nereden bulurlarsa bulsunlar, silah temin etme çabalarına ise şaşmamak gerek. Böylesine nihaî bir hesablaşmaya girmiş olan tarafların, silah temininde her yolu kendilerine mubah görmeleri fiilî bir vakıadır.

Bu gibi silah temin çabalarının sadece devlet statüsünde olanlar için bir hak olduğu ileri sürülemez herhalde..

Bu arada, El’Qaide örgütünün Irak’da faaliyet gösterdiği ileri sürülen kolunun, Suriye’deki silahlı mücadele veren gruplardan özellikle ‘en’Nusre (Nusret/ Zafer)’ örgütünün de kendilerine bağlı olduğunu iddia etmesi ve bunu dünyaya bir zafer havası duyurması, ilginç bir durum..

Esasen, Amerikan emperyalizminin de, aylarca önce, (USA eski Dışbakanı) Hillary Clinton’ın ağzından, ‘Suriye’de muhaliflere vereceğimiz silah ve diğer desteklerin bize düşman ve daha tehlikeli güçlerin eline geçmesinden endişe ettiğimizden, böyle bir yardımdan kaçınacağız.’ sözü nasıl unutulabilir? Netanyahu ve Putin’in de, ‘Suriye’de İkhwan tipi bir rejimin gelmesine müsaade etmemeliyiz..’ şeklindeki beyanları, aaynı mentaliteye dayanmıyor muydu?

*

Müslümanlar haksız mı ki, diktatörler desteklenir?

Böyle bir noktada, İran’la da çok yakın ilişkiler olan ve Suriye konusunda aynı siyaseti izleyen Irak Başbakanı Mâlikî’nin de, Washington Post gazetesinde 9 Nisan günü yayınlanan makalesinde, ‘Irak, ABD’nin koruyuculuğunda bir ülke değil, ABD’nin ortağı egemen bir ülkedir. Ortaklar her konuda anlaşamaz, birbirlerinin görüşlerine saygı gösterir. ABD’den bölgesel öneme sahib tartışmalı konularda Irak’ın görüşlerini dikkate almasını istiyoruz...’ dedikten sonra, ‘Suriye’de Esed rejiminin devrilmesinin ve hele bu ülkenin El’Qaide eline düşmesinin korkunç bir felaket olacağını’ dile getirmesi üzerinde şu veya bu devletlerin maslahat ve stratejilerine göre değil, İslamî hassasiyetlerimize ve ölçülerimize göre düşünmeli değil miyiz?

*

Şurası rahatlıkla iddia edilebilir ki, Suriye halkının büyük ekseriyeti de, serbest bir tercih imkanına kavuşsa, Tunus ve Mısır gibi, kendi toplumlarının imkanları içinde, İslamî taleblerinin hayata geçirilmesi konusunda en mülayim ve en dikkatli büyük kitleyi oluşturan İkhwan hareketine destek vereceklerdir. Ama, bazı İslamî güç odakları ve çevrelerin bile, kendi siyasetlerine aykırı geldiğinden, İkhwan’a, Amerika / İsrail, Rusya, Beşşar Esed ve Baas rejimi kadar düşman olmalarını anlamak mümkün değil.. Halbuki, müslüman bir kimse, veya toplum, İslam düşmanlarını, karşıtlarını, müslümanlara tercih edemez.. Bu, en azından ‘İkhwan-ul’Muslimîyn (Müslüman Kardeşler) Hareketi’nin 80 yıla varan geçmişinden ve çabalarından da çıkarabilirdi.

Esasen, Ürdün Kralı II. Abdullah da geçtiğimiz günlerde bir Amerikan dergisine verdiği mülâkatta, Ürdün’ün İkhwan eline düşmesine ancak kendisinin engel olabileceğini belirtip, kıymetinin bilinmesini hatırlattıktan sonra, ‘Türkiye, Mısır ve Tunus’a kadar uzanan bir İkhwan Hilali’nin tamamlanmak üzere olduğu’nu ifadeyle, zımnen İsrail rejiminin karşı karşıya kalacağı tehlikeleri Amerika’ya hatırlatmıyor muydu?

Ve esasen, Amerika ile Türkiye arasında da, sırf bu yüzden bir propaganda savaşı, bir psikolojik savaş gizliden gizliye sürüyor değil mi?

*

Onların bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır..’

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum