1. HABERLER

  2. KİTAP

  3. “Türkiye’de İfade Özgürlüğü”
“Türkiye’de İfade Özgürlüğü”

“Türkiye’de İfade Özgürlüğü”

3 editörün çabaları ve 32 yazarın katılımıyla oluşan 635 sayfalık “Türkiye’de İfade Özgürlüğü” kitabı 2009 Mayısının son günlerinde BGST Yayınları tarafından piyasaya sunuldu. Geniş kapsamlı bu edisyon çalışmasını Haksöz-Haber için Ali Gözcü değerlendirdi

30 Mayıs 2009 Cumartesi 22:08A+A-

BGST (Boğaziçi Gösteri Sanat Topluluğu), Türkiye'de değişik alanlar ve kimliklerle yaşanan ifade özgürlüğü sorunlarıyla ilgili geniş kapsamlı bir edisyon çalışması yaptı. 2009 Mayıs ayı itibariyle BGST Yayınları'ndan çıkan ve çok sayıda yazarın konuyla ilgili makalesinin yayınlandığı kitapta Haksöz Dergisi yazarı Hamza Türkmen'in de "Müslümanların Adalet Arayışı ve Muhalif Kimlik" başlıklı bir yazısı var. Kitabı Haksöz-Haber okuyucuları için arkadaşımız Ali Gözcü değerlendirdi.

"Türkiye'de İfade Özgürlüğü"

Ali Gözcü / Haksöz-Haber

Kitabın sunuş yazısında, Türkiye'de ifade özgürlüğü hakkını kullandığı için hapis cezalarına çarptırılan, ülke dışında sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan insanlar yanında, bu nedenle canından olanlardan da bahsediliyor. Kitap Türkiye tarihinde her kesimden, geçmişten bugüne ifade özgürlüğü konusunda mağdur olmuş, zulüm ve haksızlıkla karşılaşmış kişileri ve olayları araştırmayı, gün yüzüne çıkartmayı amaçlıyor.

Bu araştırmayı yapmaya iten saiklerden birisi, özellikle 2006-2007 yılları arasında resmi tarihi sorgulamaya yönelen yayıncı, yazar, gazeteci, akademisyen hatta çevirmen olan kişilerin 301. maddeden yargılanma hukuksuzluğu. Bir diğeri de bu konuda kafa yoran kişilere, bir suikast sonucu öldürülen Hrant Dink'e yapıldığı gibi tehditler savrulması. Bu kitap projesinin şekillenmesinde bahsettiğimiz konjonktürün etkisi fazla. Kitabın editörlüğünü yapan Taner Koçak, Taylan Doğan ve Zeynep Kutluata bu dönemde gerçekleştirdikleri bu çalışma ile "resmi ideolojin sorgulanmasını 'Türklüğe hakaret' veya düpedüz 'vatan hainliği' olarak gösteren resmi ve gayr-i resmi propaganda karşısında" bilgi ve hukuk açısından ön açıcı bir açılım gerçekleştirme kaygısında olduklarını vurguluyorlar.

Editörler, kitapta gene "Ne yani, 301. maddeyi kaldıralım da Türk milletine hakaret etmek serbest mi olsun?" türü demagojik yaklaşımlarla baş edebilmek için Türkiye'nin de altında imzası bulunan BM belgelerinden ve AİHM gibi ayrıca ABD Yüksek Mahkemesi gibi ifade özgürlüğü ile ilgili içtihatlardan yararlanma boyutunu gündeme getiriyorlar. Ayrıca 301. maddenin kaldırılmasının AB müktesebatıyla da ilgisinin olduğu hatırlatılıyor. Kitabın oluşturulmasında editörlere Prof. Dr. Baskın Oran ve Yrd. Doç. Dr. Öykü Didem Aydın öneri ve görüşleriyle danışmanlık yapmışlar.

BGST, Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının etkin olduğu bir kuruluş. Düşünce, sanat, yayın alanlarında değişik atölye çalışmaları yapıyor. Kardeş Türküler müzik topluluğu da bu gruba bağlı.

Kitabın ikinci bölümü Türkiye'de "Farklı Kimlikler ve Alanlar Bağlamında İfade Özgürlüğü Sorunları" başlığı ile ele alınmış. Farklı kimlikler Gayrimüslimler, Kürtler, Aleviler, Sosyalistler, kadınlar, vicdani retçiler vd. başlıklarla sunulmuş. Ama Müslümanlarla ilgili başlık garip bir tanımlamayla "Sünni Müslümanlar" olarak değerlendirilmiş. Oysa kitapta Müslümanlarla ilgili müstakil yazı "İnanç Özgürlüğü Bağlamında İfade Özgürlüğü Sorunları" başlığı altında sadece Hamza Türkmen'e ait: "Müslümanların Adalet Arayışı ve Muhalif Kimlik". Bu bölümde görüşlerine yer verilen kişiler ise Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Erdoğan Aydın. Türkmen'in yazısında Osmanlı bakiyesi Müslüman kimliğe yöneltilen baskı, zulüm, işkence ve katliamlar dile getirildikten sonra, Kur'an'daki İslam'a yönelenlerin hayat hikayesine yer verilmiş. Bu makaleden editörler bir "Sünni Müslümanlık" nasıl çıkarabilmiş anlamak mümkün değil.

32 yazarın çoğunluğu sosyalist, liberal ve demokrat-ulusal kimlikli. Müslüman camiadan Türkmen dışında katılım sağlayan sadece iki kişi. Birisi "İfade Hürriyeti Bağlamında Kadınların Kıyafet Sorunu" başlıklı yazısıyla Fatma Benli. Diğeri kendisiyle "İnsan Hakları Savunucularının İfade Özgürlüğü" konusunda söyleşi yapılan Mazlum-Der eski başkanı Ayhan Bilgen.

Fatma Benli'nin yazısının muhtevası Türkiye'deki başörtüsü yasağı ile ilgili olmasına rağmen yazı başlığında başörtüsü ifadesinin bulunmaması ve konunun sadece "kıyafet nedeniyle kadınlara ayrımcılık yapılmaması" çerçevesinde ele alınması konunun anlaşılmasını oldukça sınırlandırmış. Yazı hukukçu nesnelliği ile ele alınan bir rapor gibi olmuş. Daha önce bu tarz kapsamlı bir rapor AİHM'i bigilendirmek için Gülden Sönmez, Macide Göç, Muharrem Balcı tarafından 2002 yılında "Legal Report On The Ban On Headscarf Applied In Hidher" (Yüksek Eğitim Kurumlarında Uygulanan Başörtüsü Yasağı Hakkında Hukuki Rapor) başlığı ile kaleme alınmıştı; ama bu yasak İslami kimliğe yönelik baskı boyutu ile işlenmişti.

Ayhan Bilgen ise kitaptaki biyografisini, eski Mazlum-Der başkanı olduğunu belirtmekle beraber Kürt ulusalcılarının çıkarttığı "Günlük" gazetesinin kuruluş çalışmalarında yer aldığını belirterek özetlemiş. İnsan hakları savunucularının ifade özgürlüğü ile ilgili üzerinde durduğu ve işlediği üç örnek de Müslümanların sorunlarıyla ilgili değil. Ermeni-Taşnak Partisi milletvekilinin kitap tanıtımı ile ilgili, Şemdinli davasıyla ilgili Kayseri'de verdiği bir konferansla ilgili ve Ş. Urfa'da İHD ile birlikte yaptıkları Barış Koşusu ile ilgili üç örnek vermiş ve değerlendirmiş. Müslümanların başından 28 Şubat gibi koskoca bir buldozer geçmiş olmasına, eğitim kurumlarının, vakıf, dernek ve dergilerinin kapatılıp yasaklanmasına, 100 bine yakın başörtülü öğrencinin yüksek öğrenim hakkının ellerinden alınmasına rağmen Bilgen'in bu konularla gündem olmak isteyen bir hali yok gibi. Diğer konuştuğu konular ise Aleviler, Kürtler, Süryaniler…

Kitabın ilk makalesi İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Oktay Uygun'a ait: "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türk Hukukunda İfade Özgürlüğünün Sınırlanması". Aslında bu yazı, kitabın içinde yer alan konu başlıklarını tasnif ederek hukuki zeminde ele alan bir başlangıcı ifade ediyor; insan hakları açısından ifade özgürlüğünün, felsefi değeri ve siyasal fonksiyonu bakımından da üzerinde duruyor. Türkiye'deki düşünce özgürlüğü konusunda en ağır maddeler TCK'nın 141-142. ve 163. maddeleriydi. Bu maddeler 1991 yılında kaldırıldı. Uygun, 141. madde ile ilgili düzenleme konusundaki rahatlığı 1991 yılında SSCB'nin yıkılmış olduğuna bağlıyor. 163. maddenin kaldırılmasından sonra ise bu kez "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" kapsamında TCK'nın 312. maddesinin devreye sokulduğunu belirtiyor. Ancak Uygun, örneklerle 2002-2003 AB uyum yasaları doğrultusundaki iç hukuki düzenlemelerin ifade özgürlüğü konusundaki engelleri gideremediğini, sadece kaba setler yerine; bu sefer de Batılı hukuk normları ve yorumlarıyla paralelleştirilmeye çalışılan yumuşak hukuki engeller ve demagojik anoloji içeren yorumlarlarla karşılaşıldığını göstermektedir.

Uygun, 163. madde yerine ikame edilen 312. maddeyle ilgili örnekler verir. "Yeni Asya International" adlı dergide 2000 yılındaki yazısından dolayı Mustafa Döküler'in İstanbul 4 No'lu DGM'den aldığı beraat kararını Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nin niçin bozduğu işlenir. Döküler, yazısında "Bu vatanın sahipleri; din ve vicdan özgürlüklerine kelepçe vurulmuş, yalçın yaylalardan şehirlerin varoşlarına sürülmüş,… dindarlığından dolayı işinden olma psikolojisiyle aile huzurunu yitirmiş,… 'askerlik ocağı mukaddestir' ideali ile canını dişine takarak subay olduktan sonra Müslümanlığından dolayı hain muamelesine tutulmuş ve fikir özgürlüğü istedikleri için kalemleriyle birlikte demir parmaklıkların arasına kilitlenmiş milyonlardır. Bugün şeair-i İslamiyeye karşı mücadele edenlerle Haccac'ın, Yezid'in, Cengiz'in, Hülagu'nun, Mussolini'nin, Lenin'in ve Stalin'in farkı ne?..." Yargıtay, dava konusu yazının, "ülkenin laik düzen yanlılarının Haccac, Yezid, Cengiz, Hülagu, Mussolini ve Stalin'den farklı olmadıklarını belirterek halkı din anlayışı farklılığı gözetmek suretiyle kin ve düşmanlığa tahrik ettiği"ni belirtmiştir.

Bu yaklaşım İstanbul DGM'nin 1999 yılında Özgür-Der'in başörtüsü mücadelesiyle ilgili "Şahitlik" albümünü, önsözünde başörtüsü mücadelesi veren insanlara "onurlu" dediği için toplatması ve yayıncılarına ağır para cezası vermesine benzemektedir. Gerekçeye göre başörtüsü ile direnenlere albümün önsözünde "onurlu" denirken, başörtüsüz olanlara "onursuz" denmek istendiğine, bunun da 312. maddeye göre bölücülük olduğuna hüküm verilmiştir.

Bu konuda Uygun'un ikinci örneği, R. Tayyip Erdoğan'ın 1997'de Siirt'teki konuşmasında Ziya Gökalp'ın şiirinden "Minareler Süngü, kubbeler miğfer…" dizelerini okuduğu için Diyarbakır DGM tarafından hapisle cezalandırılmasıdır.

312. maddenin Batılı mahkeme içtihatlarıyla yorumlanıp yumuşak izahlardan sonra Milli Gazete yazarı Selahattin Aydar'ın yargılanması da ilginç bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. "Çocuklarımıza Sahip Çıkalım" başlıklı yazısında Aydar şunları yazmıştır: "Dinsizliğin revaçta olduğu yıllarda dindarlara manevi işkenceler yapılıyor, çocuk ve gençlerin Kur'an okumaları engelleniyor, Allah diyenlere hakaret ediliyordu … Aynı zihniyet Türkiye'de sekiz yıllık eğitimi yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir millete dayattı ve bunu da başardı…" Yargıtay Ceza Genel Kurulu (YCGK), bu yazıyı "Zorunlu eğitimi üç yıl daha artırılmasının okumayı emreden Tanrı buyruğuyla neden zıtlaşır görüldüğü" ve bu yaklaşımın "Dinin Kutsal Kitabı'nda; 'Oku, Rabbinin adıyla oku' ayetiyle zıtlaşan bir düşünce" olduğu gerekçeleriyle suçlu bulmuştur.

M. Şevket Eygi'nin 312. maddeden yargılanan ve suçlu bulunan 15.11.2000 tarihli "Din Düşmanlığı Terörü" başlıklı yazısını da değerlendiren Oktay Uygun, YCGY Kurul Başkanı mahkumiyet kararının 312. Maddesinini ihlal etmediğini belirtmesine rağmen karar aleyhte çıkmış, o da karara katılmadığını belirtmek için karşı görüş yazmıştır. Kurul, Eygi kararında, görüşlerini 8 farklı AİHM kararı ile desteklemiş İsviçre, Alman, ABD, Fransa mahkeme kararlarına atıf yaparak karar yorumunu güçlendirmeye çalışmıştır.

TCK'nın Türkiye Cumhuriyeti'nin kurum ve kuruluşlarını "tahkir ve tezyif" etmeyi içeren TCK'nın eski 159. maddesi yerine, "tahkir ve tezyif" yerine "aşağılama" ifadesi ile TCK 301. madde getirildi. 1 Mayıs 1977'de Taksim'de meydana gelen ve kırka yakın kişinin ölümüyle sonuçlanan provakatif eylemin sorumluları olarak CIA-MİT ile onları kullanan bazı iç ve dış güçleri gösteren veya 12 Eylül 1980 askeri müdahalesini eleştiren yazıların ve yazarların eski 159. maddeden nasıl yargılandığını gösteren Uygun, 159'un yerine geçen yeni 301. Maddenin keyfi yorumlamalara mahal verecek bir çok zaaflar taşıdığını belirtmektedir. Bu anlamda Türklük ve Türkçülük eleştirileri ile Türk Milleti eleştirilerinin birbirine nasıl karıştırıldığını örneklemektedir. 301. maddeden de bir basın açıklamasında askeri vesayete yönelik yaptığı açıklama ve eleştiriden dolayı da Haksöz Dergisi yazarlarından Bahadır Kurbanoğlu yargılanmıştı.

TCK 305. madde yeni bir hükümdür, henüz yeni bir içtihada konu olmamıştır ama Türk hukukuna göre ifade özgürlüğünü sınırlayın en ölçüsüz düzenleme olarak görülmektedir. Bu madde son derece belirsiz bir kavram üzerine bina edilmiştir: "Temel milli yarar". Bu tamamen keyfi yoruma açık bir durumdur; örneğin Türk Ordusu'nun Kıbrıs'tan çekilmesini istemek bu maddeye aykırı bulunup görüş sahibini mahkum ettirebilir. Bu madde Hükümet ve Parlamentonun hareket serbestisini de kısıtlayabilir. Sonuçları vahim bir hal doğuracak bu maddeye göre yargılama ise, Adalet Bakanlığı'nın iznine tabidir. Uygun, bu halin tamamen keyfi ve karşıtını sindirmeye matuf bir özellik ve risk taşıdığını belirtmektedir. Hatta bu maddenin temel kavramının "temel milli yararlar" olarak değil "temel milli tabular" olarak okunması gerektiğiyle ilgili bir ironi de yapmaktadır.

Oktay Uygun son olarak şiddete başvurmadan ayrılıkçılık düşüncesi, fedaralizmi savunanlarla ilgili hukuki durum hakkında açıklamalar yapıyor. Ve TCK 318'in "halkı askerlikten soğutma" yasasına rağmen "vicdani retcilik"in hak olarak tanınabilmesi için anayasa değişikliği yapmadan kanuni bir düzenleme yapılabileceğiyle ilgili izahlarda bulunuyor.

Kitap editörleri, kitap için yaptıkları röportajlarda sordukları sorulardan anlaşılacağı üzere Türkiye'de ifade özgürlüğü meselesine çok kültürlülük özlemi içinde bakıyorlar. Ama bir modernleşme projesi olan Türk ulusçuluğunun, Osmanlı mirasını ifade eden içinde yaşattığımız topluma yaşattıkları zulümlerle ilgili açılımlar yeterli değil. Haklı olarak Türkçülük formunun ateşlediği 1915 Ermeni tehciri veya katliamı sonucu ateşi bugüne kadar yakıcılığını koruyan Ermeni meselesi, Kürtçenin yasaklanmasıyla palazlanan Kürt sorunu ve ulusçuluğu yazı ve röportajlarla işlenmiş. Alevilik ise daha ziyade Türkmenlerin Şamanlıktan batini tasavvuf İslam'ına geçiş sürecini ifade eden bir alt kültür/ekol olarak değerlendirilmesinden öte, Batılı paradigmanın bir nevi ayrıştırıcı pagan yaklaşımıyla ele alınmış. Bu çeşitlilik arasında, yani Ermeni, Kürt, Alevi kimlik sorunlarından sonra Müslüman kimlik de dördüncü parça olarak ele alınmış. Anlaşılan batıcı sınıfsal sol paradigmadan, demokrat – liberal çok kültürlü bir toplum özlemine bakma heyecanı içinde geçmişten kalan önemli bir zaaf saklanmış: İslam'a yabancılaşma ve Batılı düşünce alışkanlıkları ile İslam coğrafyasında toplumsal mühendislikten vazgeçememek. Oysa feodal, geri bir sosyal yapı olarak görülen kendini İslam'a nispet eden kitleleri/ümmeti, Kur'an dilini ve evrensel İslami değerleri yasaklayarak onları ufuksuz, mektepsiz ve çaresiz bırakan sömürgecilerin işbirlikçisi elitlerin ve batıcı kadroların konumunu değerlendirmeden, Müslümanların zaaflarını ortalığa dökerek mağduriyetlerine acımak, bir hak iadesi değildir.

Ferhat Kentel kendisiyle "Seküler Türk Milliyetçiliğinin Karşısında Ötekileştirilen Kimlikler" başlığı ile yapılan röportajda, söz konusu çok kültürlülük olayına hem bir eleştiri getirmiş, hem bir açılımda bulunmuş. O, çok kültürlülüğü "Kabaca 70'lerden, 80'lerden sonra, solun, sosyal sınıfsal mücadelenin bittiği bir zaman diliminde yeni bir siyaset yapma yolu olarak" ortaya çıktığını ifade etmektedir. Bunun her çeşitlilik ve zenginliğin aslında "ben başka bir şeyim" diyen ve iç içe geçişleri engelleyen ve birlikteliğini içselleştiremeyen bir dil olduğunu vurgulamaktadır. Kentel, çok kültürlülük yerine "kültürlerarası" (intercultural) bir ilişkiye karşılık gelen bir anlayışı savunmaktan yana olduğunu belirtmektedir ki bu insani ve ideal değerlerin paylaşımı için gerçekten önemli bir açılımdır. Ve bu açılımın değer temelinde sinagoglu, kiliseli, camili Kudüs'te ve Konstantinopolis veya İstanbul'da tarihi örneklenimini ve bu güzelliği oluşturan ve teşvik eden öğrenilebilen vahyi değerleri biliyoruz. Çünkü İslami değerleri kendi nefsini ve örfi hukukunu dayatmadan kavrayan ve yaşamlaştırmaya çalışanlar bilir ki İslam din veya dünya görüşü dayatmaz; zira evrenin yaratıcısı olandan iletildiğine inanılan ve korunmuş olan ilahi kitaba göre "Din'de zorlama yoktur." Ama yine o kitaba göre "en güzel şekilde söylemek" ve tartışılındığında da "en güzel şekilde ayrılmak" (hicran cemila) temel bir ahlaktır. Müslüman kimliğin en büyük sorunu, Kitap'larındaki evrensel mesajlarını anlamaktan uzaklaşmaları ve vahyin inşa ettiği medeni ahlaklarını zayıflatmalarıdır.

Ferhat Kentel'in Türkiye'de yaşanan kimlik sorunlarını, kendini birincil olarak kuran Batı modern toplumuna benzeyen ikincil bir toplum, yeni insan ve ulus yaratmada halkı ehlileştirme dayatmasından kaynaklandığını göstermesi gerçekten çok tutarlı ve nesnel tespitler. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı'nın gayet sekülerleştirilmiş, modernist ve memurlaştırılmış bir din yaratılmasına karşı "Hayır, benim Müslümanlığım bu değil" diyen direniş ve onur bilincine işaret etmesi de, T.C. formunun oluşturduğu bir akademisyen tipini çok çok aşan ileri tefekkür ürünü bir tespit.

Kitaba alınan bizce en aykırı yazı ise, Yeşim Başar'ın eşcinselleri ifade eden LGBT kimliğini, insan hakları bağlamında okuyucuya kabul ettirmeyi amaçlayan yazısıdır. Yazıda, toplumun çoğunluğunun LGBT kimliğinden nefret ettiği belirtiliyor ve bu tür kimlikli kişilerin görünürlülüğünün genel ahlak ve "Türk aile yapısı" adına tepkiyle karşılandığı belirtiliyor. Anlaşıldığına göre Başar da bu aykırı kimliklileri taşıyanlardan birisi. Bizim konuyu aykırı görmemiz, ulusal yapının örfü içinde gösterilen bir nefretten değil, bu hali tabii değil, yardım edilmesi gereken fıtri bir rahatsızlık konusu olarak gördüğümüzdendir. Rahatsızlığımız, bir biyolojik rahatsızlığı ve doğal olandan bir sapma konusunu, normal ve tabii görme lakaytlığınadır. Bu a gen mühendisliği kapsamında bir kaplanı tavşanlaştırmanın, bir güvercini kartallaştırmanın mümkün olduğu üzerinde durulduğu unutulmamalıdır; bir insanı da hayvanlaştırmanın.

İnsan konusunda da, insan hakları konusunda da temel problem şudur: İnsanın doğasına uygun olanı da, insanın doğasına uygun olan hayatı anlamlandırmanın temel ölçülerini de tayin etmek , denetleyemeyeceğimiz kozmik alemde sınırlı insan aklı ve bilgisi ile mi çözülecektir; yoksa hem insanı hem mikro ve makro alemi var eden yaratıcının ölçüleri ile mi? Bu soruyu tartışmaya başladığımızda ise zaten Rabbimizden gelen korunmuş Kur'an vahyi ile karşılaşıyoruz. Ve onu okuduğumuzda görüyoruz ki, "Allah insanı yarattı ve başı boş bırakmadı", bize aydınlığı veya hayat yolunu göstermek için bizden seçtiği elçileri aracılığı ile vahyini yolladı. Son vahiy de Kur'an'dır. Kur'an'ı akleden ve onun Allah'tan olduğuna iman edenler, fıtri olanın evrensel ölçüsünü edinirler. Vahiyle gereğince muhatap olamayanlar veya akledip iman etmeyenler ise kendi kayıtsızlıkları (emansipation) içinde davranırlar.

İnsanın insanın kurdu olduğu zulüm ve aykırılıklar, her bireyin kendi yaptığını mutlak doğru görmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa hem doğal hukuk (fıtrata ve eşyanın tabiatına uygun olanı yakalama çabası) hem Kur'an vahyi açısından baktığımızda insan şerefli bir yaratıktır, zorunlu şartlar dışında "bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir", dolayısıyla normal şartlarda iradi olarak bir insanın intiharı en başta insanlığa ve sonrada kendisine karşı en şiddetli zulümdür ve engellenmelidir. İntihar kişinin doğasına aykırıdır. İnsanoğlu, evrensel vahye göre de, doğa bilimlerine göre de erkek ve dişi olarak vardır ve bu şekilde çoğalmaktadır ve karşılıklı tatmin bulur. Normal olan durum ve örf budur. Bu durumun dışında erkeği dişi, dişiyi erkek kılmaya çalışmak veya cinsleri cinssizleştirmeye temayül, güvercini kartal yapmaya çalışmak gibi insan doğasına bir müdahaledir veya bu tarz eğilimler doğal bir hastalık halidir. Hastalık hali söz konusu ise tıbbi, psikolojik yardım gereklidir, özenti ise bu değer yitimine uğrayan batılı paradigmanın fıtrata ve vahye başkaldırısından ibarettir. Atom bombasının üretilmesini kendi için meşru gören ifsad, bu konuda da emansipatif (kayıtsız özgürlük) bir şekilde kendini göstermektedir.

"Türkiye'de İfade Özgürlüğü" kitabında konuyla ilgili makaleleri ve röportajları olan kişilerin isimleri şunlar: Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Alişan Akpınar, Av. Arif Ali Cangı, Ayhan Bilgen, Ayşe Günaysu, Yrd. Doç. Dr. Ayşen Candaş Bilgen, Prof. Dr. Baskın Oran, Can Başkent, Erdoğan Aydın, Av. Eren Keskin, Erol Önderoğlu, Ertuğrul Kürkçü, Av. Fatma Benli, Doç. Dr. Ferhat Kentel, Prof. Dr. Hamit Bozarslan, Hamza Türkmen, Dr. Handan Çağlayan, Hasan Saltık, Av. Hülya Gülbahar, Leman Yurtsever, Mehmet Uzun, Av. Mehmet Danış Bektaş, Nazan Maksudyan, Prof. Dr. Noam Chomsky, Prof. Dr. Oktay Uygun, Özgür Gürbüz, Rober Koptaş, Doç. Dr. Samim Akgönül, Seyfi Öngider, Av. Ümit Kardaş, Yeşim Başaran.

Kitapta ifade özgürlüğü ile yerel ve küresel ölçekli hukuki ve siyasal tartışmalar ve sorunlar ele alınırken, ifade ettiğimiz gibi ifade özgürlüğüyle ilgili Müslüman , Ermeni, Kürt, Alevi ve Sosyalist kimlikler ile ilgili meseleler de ele alınmış. Ayrıca Edebiyat ve sanatta, insan hakları bağlamında, çevre hakları bağlamında; ayrıca medya, vicdani ret ve muhalif kurumlarla ilgili olarak ifade özgürlüğü ile ilgili yazılara da yer verilmiş.

Kitaba ulaşmak için: www.bgst.org , [email protected]

HABERE YORUM KAT