1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Trump Dönemi ABD Dış Politikasını Anlamak
Trump Dönemi ABD Dış Politikasını Anlamak

Trump Dönemi ABD Dış Politikasını Anlamak

​​​​​​​Trump dönemi ABD dış politikasının nasıl şekillendiği, cevabı en çok merak edilen sorulardan biri olmaya devam ediyor.

06 Nisan 2018 Cuma 20:49A+A-

Doç. Dr. Tuncay Kardaş, Anadolu Ajansı için Donald Trump döneminde ABD’nin dış politikasını yorumladı:

Trump’ın bütünlüklü bir dış politikasının olmadığı, mevcut güvenlik bürokrasisinin halihazırda yetersiz ya da başkan karşısında etkisiz olduğu yönünde yoğunlaşan tartışmalar sürüyor. Atanamayan onlarca diplomat, sadece bir yıldan biraz fazla görevde kalabilen bir dışişleri bakanı ve kaotik yönetim, ABD devlet stratejisi hakkında kafa karışıklığını artırıyor. Trump’ın günlük politikada bir silah gibi kullandığı alışılmadık siyasal söyleminin abartılı ve aldatıcı yönleri de bu konudaki belirsizliği fazlalaştırıyor. Bürokratik keşmekeşin üstüne kurumsal iç savaşı da ekleyince, anlama çabası iyice zorlaşıyor. Öte yandan, eldeki nadir verilerden olan ve Trump yönetimince geçtiğimiz aylarda açıklanan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nin de dış politika yapımı ve istikameti hakkında bir fikir verdiğini söylemek zor. Dolayısıyla kesin kanaat belirtmek için elimizde yeterince belge/veri yok.

Bu tür durumlarda yazılı veya sözlü kaynaklara değil icraata bakmak gerekir. Biriken icraatlarına baktığımızda, Trump dönemi ABD dış politikası hakkında söylenmesi gereken ilk şey, karşımızda sanılanın aksine izolasyoncu veya içine kapanan bir Amerika değil, bilakis mevcut hegemonyasını koruyup kollamak adına uluslararası alanda çeşitli hamlelerde bulunan bir ABD yönetimi var. Trump yönetiminin seleflerinden temel farkı şu: Hegemonyasını korumak için yerleşik kural ve normlara uymayan, uluslararası toplumun rızasını önemsemeyen, müttefiklerinin çıkarlarını gözetmeyen ve sırf maddi kazançlarını artırmak adına her yolu mübah gören bir Amerika var artık.

Trump, kerhen kucağında bulduğu ABD’nin hegemonya siyasetini ve dünya jandarmalığı “hizmetini” artık belli bir ücret/bedel mukabilinde sürdüreceğini söylüyor; Çin, Kuzey Kore ve Rusya üzerinden pozisyon alıyor. Katar krizi, uluslararası tüm itirazlara rağmen aldığı Kudüs büyükelçiliği kararı, Suriye’deki askeri varlığı, Çin ile ticaret savaşları gibi dış politika tercihlerinden de anlaşılacağı gibi, Obama döneminin aksine ABD dünyada çok daha aktif. Peki, bu şaşırtıcı dış politika aktivizminin kaynakları neler?

Aktörler ve bağlantılar

ABD’de dış politika yapımı, teoride başkanın tasarruflarıyla şekillenense de, 1970’lerde Vietnam savaşının bitişinden bugüne, başka etkili aktörler de ön plana çıkmış durumda. ABD dış politikasında karar alma mekanizmalarını etkileyen temel aktörler hükümet (başkan ve ekibi/Milli Güvenlik Konseyi), formel siyasal kanallar (Kongre, Senato) ve hükûmetin görece özgür dış politika yapımını etkileyen (ekonomik elit, mevcut bürokratik sınıf gibi) aktörlerdir. Günümüz dış politika yapımını anlamak için, bu tarihsel ve geleneksel denge siteminin yanına, Trump dönemine ait bir takım hususi dinamikleri eklememiz gerekir. Bunlardan birincisi Trump’ın insan kaynakları sorunu. Her ne kadar Trump her daim kendi dış politika ajandasını ortaya sürmek istese de, boş duran bürokratik kadroları doldurma konusunda yaşadığı sorunlar ve yetersizlikler elini kolunu bağlıyor. Çünkü dünya siyasetini yönlendirirken ihtiyaç duyduğu tecrübeli insan kaynağını kendi parti tabanından değil, kariyer diplomatlardan, lobilerden, bankalardan, hukuk firmalarından, şirketlerden ve siyaset bilimcilerden seçmek zorunda kalıyor. Bu kesimlerin çıkarları ve dünyaya bakışları farklılık gösterse de ortak bir ideolojik paydaları var: Liberal siyasal çatı. Yansımasını demokrasi ihracı, serbest ticaret anlaşmaları, insan hakları rejimleri gibi liberal değerler etrafında bulan bu çatıyla mücadele, Trump’ın dış politikasını şekillendiren dinamiklerden biri.

Başka bir ifadeyle, Trump emrindeki uzman dışişleri personelinden hiç memnun olmasa da mevcut askeri ve sivil devlet bürokrasisine muhtaç. Trump yönetimi, dışişlerinde iki bakan yardımcısı (Sullivan ve Goldstein) hariç, üst düzey görevleri yürütecek büyükelçi atamalarının çoğunu hâlâ yapamadı. Elbette bunun bir sebebi Demokratların, Trump’ın adaylarını onaylamaması. Ancak daha önemli bir sebebi de bizzat Trump’ın milli güvenlik ve dış siyaset yapımını sahadaki kariyer diplomatlardan alıp güvenebileceği kesimlere vermek istemesi. “Benim generallerim” dediği kişilerle çalışmayı tercih eden Trump’ın Beyaz Saray özel kalem müdürü orgeneral John Kelly, eski Ulusal Güvenlik Danışmanı tuğgeneral Herbert Raymond McMaster ve eski CENTCOM komutanı orgeneral James Mattis bunlara örnek olarak anılabilir. ABD dış politikasının genel hatları bu dar çekirdek kadronun tasarrufuna bırakılmış durumda. Bizi ilgilendiren bir örnek vermek gerekirse, ABD’yle yaşanan vize krizi, sanılanın aksine Trump’a rağmen değil, Trump’ın A-takımından McMaster ve Mattis’in onayıyla meydana gelmişti. Türkiye ve İran’ı radikal ideolojilerin kaynağı olarak zihninde mimleyen, İran’ı Ortadoğu'da istikrarın önündeki en kalıcı tehdit olarak tanımlayan nispeten ılımlı Mattis, CENTCOM komutanıyken Obama’nın İran politikalarını kamuoyu önünde eleştirmiş bir savaşçı “keşiş” idi.

Özetle, Trump dönemi ABD dış politikasını anlamak için, Amerikan politik sisteminde karar alma mekanizmalarını etkileyen hegemonik blokun sadece hükümet veya formel siyasal kanallardan oluşmadığını, ekonomik elit ve mevcut bürokratik sınıf çıkarlarını kapsadığını görmemiz gerekir. Daha somut söylemek gerekirse, askeri bürokrasi (Pentagon’un Irak-Suriye bölge mümessilleri ve onların kalıplaşmış bazı davranışları), politik toplum (Kongre’deki Çay Partisi ve Evanjelik temsilcilerin baskıları), yeni ekonomik elitlerin (Kudüs kararında etkili Sheldon Adelson veya Cambridge Analytica’nın sahibi Robert Mercer) ve sivil toplumun (Council on Foreign Relations ve Demokrasiyi Savunma Kurumu gibi kuruluşların) Trump dönemi dış politika yapımını etkilediğini söylememiz gerekir.

Parametreler ve örüntüler

Trump yönetiminde kristalize olmuş bir dış politika örüntüsü veya “tarzı” bulmak zorsa olsa da, dünya siyasetinin muhtelif konu veya alanlarında uygulanmak üzere, Başkan Trump ve Pentagon arasında (metazori) bir iş bölümünden bahsedebiliriz. Bu iş bölümün en belirgin niteliği ideolojik ve kurumsal aygıtlarla yürütülüyor olması. İdeolojik açıdan Trump ve yönetici ekibinin paylaştığı zemin, ifadesini “Önce Amerika” söyleminde bulan (beyaz) milliyetçi ideoloji. Bu ideolojik çerçeveyi kısmen paylaşsa da bazı alanlarda onu sürecin dışına itebilen ve özellikle çatışma bölgelerinde, dış politika yapımına ipotek koyan Pentagon bürokrasisinin etkisini unutmamak gerekir. Başkanlık sisteminin kendisine verdiği siyasi imtiyazı kullanabildiği zamanlarda, Trump’ın dış politika davranışlarında öne çıkan temel saik ideolojik ve özünde Obama/Demokrat Parti dönemi dış politika tercihlerini tahrip veya sabote etmeyi amaçlıyor. Küba ile ilişkilerde eskiye dönüş, Venezuela’ya ve İran’a yeniden ambargo uygulama çabaları, Kuzey Kore ve Çin ile ilişkilerde şahin politikalar ve Kudüs kararı gibi örneklerde, bu ideolojik bakışın yansımalarını bulmak mümkün. Ancak konu çatışma bölgelerine gelince, dış politika yapım sürecinde imtiyazlı konum, başta Pentagon olmak üzere kurumsal aygıtlara geçiyor.

Bu geçiş kurumsal/bürokratik siyasetin gidişatına uygun, ancak siyaseten beklenmedik bir sonuç üretiyor: Trump dönemi ABD dış politikası Bush/Obama hegemonya siyasetini geri getiriyor. Yani, Trump dönemi sanılanın aksine ABD’nin dünya siyasetinden elini ayağını çektiği değil, daha fazla müdahil olduğu bir dönem oluyor. 2017’de nükleer silah modernizasyonu programına trilyonlarca dolar aktarmayı düşünen, müttefikleriyle beraber Asya-Pasifik’te yıllık ortalama 160 tatbikat yapan, Rusya’ya karşı Doğu Avrupa ülkelerinin güvenliği için “Avrupa Güvencesi İnisiyatifi” adı altında binlerce yeni askeri bölgeye gönderen, Ukrayna’ya tanksavar füze satışını onaylayan bir dış politikası var, Trump yönetiminin. Geçtiğimiz günlerde Japonya’da konuşlanmış 7. filoya ait 4 geminin, tarihte ilk kez fazla mesaiden dolayı birbiriyle çarpışması, Trump dönemi dış politika aktivizmini anlatmak için yeterli olacaktır.

Trump döneminde sürpriz bir şekilde karşımıza çıkan bu dış politika aktivizmini ideolojik ve kurumsal parametrelerle açıklamak daha faydalı olacaktır. İdeolojik olarak beyaz milliyetçi bakışın yansımasını, Çin ile ticaret savaşlarında veya siyasal İslam’ın taşıyıcısı olarak suçlanan ülkelere karşı Amerika ve Suudi Arabistan yakınlaşmasında görebiliriz. ABD Trump döneminde “Suudiler Ortadoğu’yu İranlılarla paylaşmalı” diyen Obama’nın tercih ettiği Şii-Sünni güç dengesi politikasından, seçili bazı Sünni ülkelerin İsrail lehine İran’ı sınırlama politikasına geçmiş bulunuyor. Hatırlamak gerekirse, Obama döneminde ABD’nin sıklet merkezini Asya-Pasifik’e kaydırması ve Suriye savaş alanından büyük ölçüde çekilmesi sonucunda, Ortadoğu’da manevra alanı genişleyen İran bölgesel güç dengesini lehine çevirmesini bilmişti. İran’ın özellikle devlet dışı aktörleri kullanarak başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölgede etkisini artırması, İsrail’in ve baş destekçisi Trump yönetiminin dikkatinden kaçmamıştır. Kurumsal açıdan ise Suriye, Türkiye (Trump’ın şahsi karşı hamlelerine rağmen) ve Rusya’nın dâhil olduğu dünya nüfuz bölgelerinde ABD’nin askeri-sivil bürokratik hâkimiyetini gözlemlemek mümkün.

ABD dış politikasına daha pratik ve küresel bir düzlemden bakarsak, ideolojik olarak 2016 Amerikan seçimlerine müdahale ettiği gerekçesiyle tepki çeken Rusya Federasyonu, Beyaz Saray hariç diğer etkili tüm dış politika elitlerinin (soğuk savaştan kalma) reflekslerini, yeniden ateşlemiş görünüyor. Geçtiğimiz günlerde Rusya ile yaşanan siber savaş ve casus krizlerinde, başta İngiltere Başbakanı Theresa May olmak üzere nerdeyse tüm Batı kampının Rusya’yı hedef almasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. İran ve Rusya’nın Ortadoğu politikalarından pek hazzetmeyen ve Suriye’de Astana sürecinin karşısına ısrarla Cenevre sürecini çıkaran Pentagon’un da Rusya karşıtlığını paylaştığı görülebilir. Türkiye’nin Rusya ve İran ile son dönemlerde işbirliğini artırması, ABD’li ve Batılı dış politika elitlerinin uzun yıllardır içinde yetiştiği ve büyük oranda Rusya ve İran karşıtlığına dayalı ideolojik ve kurumsal kültürün dışına çıkmasından ötürü tepki çekiyor.

Özetle, aktif çatışma bölgesi olmayan ve kurumsal hafızanın pekişmediği alanlarda Trump yönetiminin ideolojik tercihlerinin daha fazla öne çıkmasını bekleyebiliriz. Aktif çatışma bölgelerinde ve bürokratik aktörlerin uzun yıllardır baskın olduğu alanlarda ise Trump yönetimi ideolojik tercihlerini ya ötelemekte ya da tamamen bir kenara bırakabilmektedir. Örneğin İran’da baş gösteren hükümet ve rejim karşıtı gösterilere demokratik haklar temelinde açıktan destek verip İran rejimi aleyhine pozisyon alırken, aynı hassasiyeti Rusya’da Putin karşıtı gösteriler için göstermemektedir. Aktif çatışma bölgesi olmayan ve dışişleri bürokrasinin hâkimiyetinin pekişmediği İran ve Venezuela’ya ambargo, Küba’da ilişkileri tekrar dondurmaya yönelik ideolojik tercihlerde bulan Trump, Suriye ve Irak’ta kurumsal tercihlerden yana tavır almaktadır. Detayları başka bir yazının konusu olsa da, Trump’ın yeni ulusal güvenlik danışmanı olarak general McMaster yerine avukat John Bolton’ı seçmesi, bahsi geçen kurumsal parametrenin, ideolojiyle dengelenmesidir.

[Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü ve Ortadoğu Enstitüsü’nde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Tuncay Kardaş eleştirel güvenlik çalışmaları, savaş sosyolojisi, uluslararası ilişkiler teorisi ve medya semiyotiği alanlarında çalışmaktadır]

HABERE YORUM KAT