1. YAZARLAR

  2. KENAN ALPAY

  3. Toplumsal İradenin Göstergesi
KENAN ALPAY

KENAN ALPAY

Yazarın Tüm Yazıları >

Toplumsal İradenin Göstergesi

07 Şubat 2017 Salı 08:53A+A-

Referandum da bir nevi seçimdir ve seçime sunulan tercihlerin meşru olduğunu teyid eder. Zaten tercihlerden birini yanlış, eksik, yetersiz, kusurlu vs. değil de gayrı meşru anlamına gelecek bir şekilde (mesela ihanet, bölücülük ..) tanımlamak hem teorik hem de pratik olarak seçim (ihtiyar) şeklinde tezahür edecek rekabeti anlamsız ve zararlı ilan etmekle sonuçlanır. Ancak görülen o ki en azından bir süre daha bu tercihleri tanımlamada çelişkili söylemler zuhur etmeye devam edecek.

Toplumun hemen tamamı Kemalizm, CHP, TSK, TÜSİAD veya resmi ideolojinin aydın ve sanatçıları tarafından kendi iradesini değersizleştiren bir siyasi tarihin birebir şahididir. Bu çerçevede devlet sınıflarını temsil eden yüzlerce değil binlerce acı, utanç verici örnek üzerine uzun uzadıya konuşmak hiç de zor değil. Sıkıntı veren mesele bu iktidar merkezli mantığın kimi emarelerinin mağdur ve muhalif kesimlere de sirayet etmesidir. Kemalist devlet mantığı gibi Kemalist seçim mantığı da adaletin, merhametin ve siyasi mücadelenin düşmanıdır. Kemalist mantığın söylem veya siyaset düzeyinde içselleşmesi en az askeri darbelere maruz kalmak kadar tehlikeli bir musibettir.

Lüzumsuz Bir Devlet Literatürü

İğne-çuvaldız kıyasından hareketle şu birkaç örneğe bakmakta fayda olur. Kısa bir süre önce CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu “Başkanlık sistemi neden Türkiye’yi bölsün?” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Öcalan da başkanlık sistemini savunuyor. Her başkanlık sistemi toplumu ayrıştırır.” Aynı konuşmada Kılıçdaroğlu gidilecek referandumu 12 Eylül askeri cuntasının oluşturduğu baskı ortamıyla kıyaslamakla kalmamış ve “%92’nin altında kalan her sonucun meşruiyeti tartışılır” demişti. CHP grup başkanvekillerinin fecaat niteliğindeki beyanlarını ve Meclis’te sergiledikleri saldırgan, provokatif eylemlere hiç girmiyoruz bile. Tahrik edici olmanın ötesinde toplumsal iradenin tecellisini sabote etmeye yönelik bu çıkışa Başbakan Yıldırım’ın cevabı kısa fakat gayet netti: “Vatandaşı tanımayanı vatandaş hiç tanımasın.

Sürecin MHP’deki yansımasına dair bir örneğe yer vermekte fayda olur. MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin anayasa değişikliği sürecinde oynadığı rol son derece kritikti ve AK Parti’yle birlikte değişimi hızlandıran rol MHP ve Ülkücü hareketin lider kadrosundan kimi isimleri son derece rahatsız etti. Tartışmalar büyüdü, kimi vekiller, MYK üyeleri ihraç edildi, teşkilatlar görevden alındı. Fakat tartışma çok uç noktalara gittiyse de birine yer vermekte fayda var. Alparslan Türkeş’in uzun yıllar kurmay kadrosunda yer almış ve Ülkücü hareketin önemli bir ismi sayılan Rıza Müftüoğlu’nun Bahçeli liderliğindeki MHP’nin referandum sürecindeki rolüne dair çok köklü itirazları olduğu biliniyor. Müftüoğlu şöyle diyor: “Başbuğ’un Dokuz Işık doktrininde başkanlık sistemi yok. Başbuğ her zaman başkanlığa karşı olduğunu söylerdi.

Türkeş, başkanlığa karşı mıydı, değil miydi?” bilemem ve konunun bu veçhesiyle hiç de ilgili değilim. Benzer bir biçimde “kim gerçek Başbuğcu/Türkeşçi; Bahçeli mi, Müftüoğlu?” mu arayışına da zerrece alaka duymuyorum. Nedeni belli; bu konu MHP teşkilatını ve mensuplarını ilgilendiren bir mevzudur. Meselenin bizi ilgilendiren boyutu şu ki tartışmayı “ülkeye ve halka ihanet” frekansında değil “Başbuğ ve Ülkücü harekete sadakat” çerçevesinde tartışıyorlar. Kendi içinde bu tartışma çok şiddetli sürüyor olsa bile kıyas ve kriterlerin ülkeye ve millete ihanet gibi suçlamalara dönüştürülmeden yapılabilmesi son derece önemlidir.

Reaksiyoner Söyleme İhtiyaç Var mı?

Referandum tartışmasının asıl kritik boyutu doğal olarak ülkenin son 15 yılına damgasını vuran ve en geniş toplum kesimlerini temsil eden AK Parti cephesiyle ilgilidir. Referandum sürecinde kullanılacak söylemlere dair sanki bir kararsızlık hali görülüyor burada. Herhalde bundan önceki seçim ve referandum süreçlerinde görülmeyen bir karışıklık yaşanıyor. Hâlbuki MHP’nin de bu değişimle alakalı çok net tavır aldığı bir vasatta daha rahat, daha pozitif ve daha enerjik bir pozisyon alınması gerekirdi. Bu beklenti henüz oluşmuş gibi de gözükmüyor.

Son beyanatlardan yola çıkarsak Başbakan Yıldırım’ın dünkü konuşmasında yaptığı kıyasa bir bakmamız icap eder. Fikirtepe’deki kentsel dönüşüm gibi çok zorlu ve kronikleşmiş saha problemlerinin çözüldüğü bir temel atma töreninde Başbakan Yıldırım referanduma dair şöyle bir beyanda bulundu: “Neden 'evet' diyoruz? PKK 'hayır' diyor, onun için 'evet' diyoruz. FETÖ 'hayır' diyor, onun için 'evet' diyoruz. HDP 'hayır' diyor, onun için 'evet' diyoruz. 'Hayır'cılara bakın ona göre kararınızı verin.” Bu kıyas ve çağrı esasen AK Parti’nin şimdiye kadar kullanmadığı bir üslup ve usule doğru meyil gösterildiğini işaret ediyor. PKK, FETÖ veya HDP’ye bakıp kimi zaman istikamet tercihi yapılması halka salık verilebilir elbette. Lakin burada projenin yani değişim teklifinin asli sahibini (Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti), şimdiye kadar yapılan değişim teklifleriyle kat edilen mesafeleri ve bundan sonra varılmak istenen diğer hedefleri kamuoyuna beyan etmek yerine bir reaksiyoner/tepkisel tutum öneriliyor.

Başbakan Yıldırım’ın konuşmasındaki kıyas ister istemez sandıktaki ‘hayır’ tercihlerini doğrudan doğruya PKK ve FETÖ’yle ilintili saymaktadır. Peki, bu durumda halkın ezici bir çoğunluğu ‘evet’ vereceği garanti olsa bile FETÖ veya PKK’yı halkoyuna sunmak nasıl meşru olabilir? Bu söylem, bizim yıllardan beri muhalifi olduğumuz bürokratik oligarşinin seçimin meşruiyetini zedeleyen söylemleriyle benzeşmektedir maalesef. Neyse ki Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş en son beyanatıyla referandumda “açık ve şeffaf bir yarış”ın hiçbir tartışmaya mahal vermeksizin gerçekleştirileceğini “söz de karar da milletindir” diyerek teyid etti. Esas olan Kurtulmuş’un ifadesiyle “evet’le yeni ve güçlü bir Türkiye vurgusunu pozitif bir kampanya”ya çevirmek olmalıdır.

Yeni Akit

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum