1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Toplumlarımızın derin problemleri bizi sarsmıyor mu?
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Toplumlarımızın derin problemleri bizi sarsmıyor mu?

17 Ocak 2013 Perşembe 14:05A+A-


Hamza Türkmen kardeşimizin hazırlayıp Hilâl tv. ekranlarından sunduğu ’Ulus’tan Ümmete..’ isimli proğram çerçevesi içinde, Tûnus’a 40 küsur kişilik bir grubun yaptığı -ve ’fakir’in de, pasaport engeli dolayısiyle katılamadığı- ’çıkarma’ ile ilgili değerlendirmelerin pek çoğunu okudum, fotoğraflara baktım.

Daha önceden de tahmin edildiği üzere, Tûnus’da bugün, Râşid el’Ğannuşî liderliğindeki (aslı, sosyo-politik hedeflere ulaşmak için qıyâm, hareket mânâsına gelen, ’nıhzet /nehzet’ kelimesinden gelen en’Nehzeh) Nahda Partisi, beklenmedik bir anda gerçekleşen bir halk patlamasından sonra, beklemediği bir anda hükûmet mevkıine geçmenin sıkıntılarını, hazırlıksızlığını yaşıyor.

Hatırlayalım, Lenin de, Rusya’da Çarlık rejimi devrilip, Alexandr Kerensky liderliğindeki ’Menşevik’ler iktidara geldiği zaman, ’birbirine zıd birçok cereyanlar ve gruplar, sırf hükûmet etmek için mecbûren bir araya geldiklerinden, bu hükûmetin uzun süreli olamıyacağını, iki yıl kadar sonra dağılmaktan kurtulamıyacağını’  hesab etmişti. Ama, öyle olmamış ve sayı olarak ekseriyeti çoğunluğu teşkil ettikleri halde, (marksistlerce eqalliyet, azlık diye nitelenen) Menşevik’lerin hükûmeti, iki yıl kadar sonra değil,  altı ay kadar sonra darmadağın olunca, Viladimir İlich Ulyanov Lenin’in lideri olduğu -ve en küçük siyasî partilerden olduğu halde çoğunluk diye isimlendirilen- bolşevikler iktidara hazırlıksız olarak geçivermişlerdi. O durumu daha sonraları anlatırken, Lenin, ’Agora’dan / sokaktan, Hükûmet etme mevkıine o kadar sür’atle geçtik ki, başım dönüyor..’ diyecekti.

Ve arkasından da, karşı çıktıkları Çarlık rejimini mumla aratacak şekilde, korkunç bir diktatörlüğe geçmekten başka bir yol bulamadı ve bu kanlı diktatörlüğün uygulaması, Sovyet döneminin ünlü nükleer fizik bilgini Andrei Sakharov’un en azından diye verdiği rakama göre 20 milyon, ünlü yazar Soljenitsin’e göre ise, 60 milyon insanın ölümüne yolaçtı.

Ama, bu dehşetengiz durum, bugünkü nesillere sorulduğunda..

O karanlık ve kanlı uygulamalar, o korkunç zulümler, çekilen o acılar, o gizli feryadlar belki de birkaç tabloda yansıyan ve ressamın fırçasına yön veren bakış açısına göre ifadesbini bulan çizgilerde kaldı.

O kadar ki, birkaç sene kadar önceydi, Rusya’daki bir ankette, ’En büyük rus lideri kimdir?’ sorusuna verilen karşılıklar arasında, yüzde 58’lik bir ekseriyetle, Stalin birinci gelmişti!.

O ankette Stalin’i işaretleyenlere, onun katlettirdiği milyonlar da hatırlatılınca, cevablar,   ’Evet, ama, bize büyük bir cihan devleti bıraktı.. O ölümler olmasaydı elbette daha iyiydi, ama, onlar o zaman ölmeselerdi, şimdi yine ölmüş olmayacaklar mıydı?’  şeklinde çok barbarca, korkunç ve materyalistçe idi.

Tûnus’da da bazı arkadaşlar, Habib Burgiba ve Zeynelabidin bin Ali dönemlerini hasretle, övgüyle ananlara şahid olmuşlar.

Bir toplumun kurşun asker konumunda tek tip insanlardan oluşması bazılarınca arzulansa bile, onun gerçekleşmiyeceğinin bir realite olarak görülmesi gerekir..

Benzer bir yaklaşımı bizim toplumumuzda da gösterenler yok mudur veya olmayacak mıdır?

*

Elbette, Rusya’daki 1917 çöküşü ile Tûnus arasındaki temel farklardan birisi; Ğannuşî liderliğindeki (en’Nahda)’nın, Tûnus’da, 2011 başında Zeynelâbidîn bin Ali’nin 24 yıllık diktatörlüğünü sona erdiren halk patlamasından sonra yapılan seçimlerde, 215 m.vekili bulunan Meclis’te, 90 m.vekili ile, en büyük grubu oluşturması, halkın en fazla onlara itibar ettiğini göstermesi idi. Diğer cereyanlar ise, irili-ufaklı yığınla hizbler/partiler şeklinde ortaya çıkmışlardı.

Rusya’da ise, bolşeviklerin bir halk tabanı yoktu; tersine, onlar en küçük bir sosyal grup olarak bulunuyorlardı. Hattâ, denildiğine göre, Lenin’in örgütüne üye olanların sayısı 10 bin kadardı. (Geçen hafta, CNN Türk’deki bir proğrama katılan Ahmet Türk, PKK’nın kürdler adına hareket ettiğini söylerken, ’Elbette bütün kürdleri temsil ettiği söylenemez.. Ama, kürd halkının içinden örgütlü ve politize olmuş kesimleri temsil ettiğini kasdediyorum.. Rusya’da da bolşevikler iktidara gelirken, koskoca ülkede 100 bin kadar olan bir küçük tarafdar kitlesine dayanıyordu.’  kabilinden, ilginç bir cümle kuruyordu.) O halde, önemli olanın, bugün iktidar imkanı ile karşılaşılacak olsa, ideallerini fedâ etmeden, yönetme mekanizmasını nasıl çalıştırabileceğini ve yapabileceğini bilmek gerekliliği olduğu da ap-açık ortadadır.

*

Müslümanların yarınlara her an hazır olmalarının gereği..

Ama, görülüyor ki, ’En’Nahda’  da hazırlıksız yakalanmıştı. Hattâ, belki de, ’arab kemalisti’ Habib Burgibanın 31 yıllık ve onun hışımlı bir İçişleri Bakanı’yken onun yerine geçen  General Bin Ali’nin 24 yıllık kanlı-laik diktatörlüğünün yıkılabileceğine dair, bizzat En’Nahza sempatizanları bile bir umut içinde değillerdi. Tabiatiyle de, bir hazırlıkları yoktu. Gannûşî ise, son 20 yılını, siyasî mülteci olarak, İngiltere’de geçirmişti. Ama, onun da fazla bir hazırlığının olmadığı anlaşılıyor. Halk arasında da, neredeyse, unutulmuş gibiydi.

Buna rağmen, bir kişinin kendisini yakmasıyla, başlayan sosyal patlama sonunda Tûnus’daki 55 yıllık katı laik diktatörlük cepanesi bütünüyle havaya uçuvermiş ve o halk patlamaları, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Suriye gibi coğrafyalardaki arab rejimlerine karşı da sıçramıştı.

Bir çakmak, bir sigarayı tutuşturduğu zaman bir hiçtir, ama, bir cepaneliği havaya uçurduğunda; ortaya çıkan eser, müessirin, o çakmağın kıvılcımıyla izah edilemiyecek derecede muazzam olabilmektedir.

İşte öyle bir sosyal patlama sonunda diktatörlük sistemi çöküverince, müslüman halk, Gannuşî’nin müslüman kimliğine ve lekesiz geçmişine ve 25 yıl öncelerde rejimi sarsacak boyutlara ulaşan ve ancak idâmlarla, zindanlarla, sürgünlerle engellenebilen (ve bugünkü en’Nıhze’nin o zamanki ismi olan) güçlü İslamî Yöneliş Hareketi’nin hâtırâsına hürmeten, ortaya çıkan yeni liderler ve hareketler arasında yine de en iyi bildiği Gannûşî’ye destek vermişti.

Bugün, -Çarlık rejiminin çökmesinden sonraki Menşevik yönetimini hatırlatacak şekilde-, hemen her görüşten irili-ufaklı grupların birlikte oluşturduğu ortak bir yönetim sergilemeye çalışılan Tûnus’da, sosyal düzenin çözülen ve yeniden sağlıklı şekilde kurulamıyan bağlarının ortaya çıkardığı boşluklardan istifadeyle ne yapacağını bilen fırsatçı, kurnaz ve dış güçlerle dirsek temasında olan, -Lenin örneğinde olduğu gibi- gözükara bir küçük bir grubun iktidarı ele geçirmemesi temenni olunur.

Ama, yaptığı konuşmalardan görülüyor ki, Gannuşî, kendilerinin bu kısa süreli hükûmette bulunuşlarına karşı yapılan itirazlardan rahatsız.. Kendilerine biraz fırsat verilmesini rica ediyor. Siyasetin bu gibi merhamet ve adâlet dilenen tavırlara nasıl bir karşılık verdiğinin yığınla örnekleri ortadadır.

Ama, İslam’ı anlamakta lafzî yorumlara ağırlık veren bazı müslümanların oluşturduğu cereyanların temsilcilerinin, Gannuşî’yle zıdlaşmamaya dikkat göstermekle birlikte, ona, destek de vermedikleri de anlaşılmaktadır. Biraz güçlenirlerse, onu da çiğneyip geçmek isteyeceklerdir.

 

*

Sahi, müslümanlar Kur’an ilkelerine uygun kanunlar yapamaz mı?

Özellikle, elli yıl öncelerde İkhwan-ul’Muslimîyn’den ayrılan bir grubun, toplumun yönetilmesi için Meclis’lerde kanun yapılmasına, ’şirk’ olacağı gibi bir görüşle karşı çıktıkları gözönüne alınırsa; durumun umut verici olduğunu söylemek zordur. Çünkü, ’Kur’an ne diyorsa, o!.’ gibi ibarelerin geniş müslüman kitlelerde nasıl yankı bulduğunu tekrara gerek yok.. Ama, bu, özü doğru ifadelerin, hangi murad ve hedefler için kullanıldığına da bakmak gerekir. Asırlar boyunca, sultanların, padişahların, şahların dikte ettiklerine göre ve onların saltanatlarını korumayı esas alan ulemâ fetvalarına göre şekillenmiş bir yönetim kültürünün dışına çıkılamamışken, şu son 100 yılda, Pakistan İslam Cumhûriyeti, İran İslam Cumhûriyeti, Moritanya İslam Cumhûriyeti ve benzeri İslam Cumhûriyeti ismi taşıyan birkaç rejimin uygulamalarının ortaya nasıl bir yönetim şekli çıkarabildiği ayrı bir konu; ama, bu rejimlerin İslamî ilkelere veya kurallara göre bir devlet düzeni oluşturma çabaları veya oluşturdukları iddialarına karşı da bazı hızlı grup ve cereyanların şeriatçilik ve hilafetçilik adı altında toptan bir redd geliştirmeleri de, üzerinde durulması gereken bir problem olsa gerek..

Açıktır ki, müslümanların oluşturdukları yönetimlerde Kur’an’ın temel ilkeleri, hükümleri çerçevesinde bir devlet düzeni kurmak için de, bir takım kanunların yapılması gerekecektir. Böyleyken, kaynağını ve temelini Kur’an’dan almak dikkatini taşıyan çabalara temelden karşı çıkmak bir ayrı ve çetin konu olarak müslümanların karşısındadır, bugün..

Ki, Mısır’da da, Husnî Mubarek’in 30 yıllık rejiminin çökmesinden sonraki büyük sosyal değişim sonunda, ’İkhwan-ul Muslîmiyn / Müslüman Kardeşler’in namzedi Muhammed Mursî’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, hazırlığına girişilen yeni anayasa düzenlemesi sırasında da, benzer itirazlar geliştirilmeye çalışılmış; ama, arabçı, fir’avuncu, nasırist, liberal vs. laik güçlerin giderek yükselen itirazlarının oluşturduğu tehlike karşışında, İkhwan ve Selefîler  kendi aralarında beliren ve ’devletin yönetiminde İslamî ilkeler mi esas alınacaktır, İslamî kurallar mı?’ şeklindeki ihtilafı büyütmeden ve uzatmadan, ’İslamî ilkeler’i esas almak konusunda anlaşmışlardı. (Çünkü, İslamî ilkeler değil de, İslamî kurallar esas alınacak olsaydı, geçmiş asırlar içinde oluşmuş fıqhî kuralların, bugünün şartlarına göre yeniden yorumlanmasının yolu da kapatılabilecekti.)

Sahi, Kur’an’ın ilkelerine uyarak, müslümanlar, toplumlarının yönetim usûlünü ve temel ihtiyaçlarını karşılamak için, kanunlar yapamazlar mıydı ve bu, ’şirk’ mi olurdu?

Bu hususta, Meclis’lerin kanun yapma yetkisini ısrarla reddeden grupların, kılıç zoruyla iktidarı ele geçiren sultanların, diktatörlerin, müslüman toplumları yönetme hakkını nereden aldıkları konusunda ne gibi bir izahları vardır?

*

Tûnus’da da bugün benzer tartışmaların yapıldığı biliniyor. Ancak, bugün, yaşananları bir geçiş döneminin anlayışı içinde ve daha iyiye doğru geliştirmek dikkat ve ümidiyle yorumlamak dikkati yerine, katı temel prensipler koymaya çalışmanın, evdeki bulgurdan da da olmak gibi bir ihtimali de unutmamak gerekir.

Çünkü, müslüman gruplar kendi aralarında cedelleşirken, İslam karşıtlarının da boş durmayacağı açıktır. Nitekim, yazının başında sözü edilen grubun gezisiyle ilgili olarak, ’haksozhaber.net’ sitesinde yayınlanan fotoğraflardan birinde, bir duvarda görülen bir yazı oldukça ürpertici idi. Yığınla yazıların karalandığı ve boş yer kalmayan duvarlardan birinde, kocaman arab harfleriyle yazılmış bir sloganda, ’La ilmanî.. La İslamî’  (Laik yönetime de, İslamî yönetime de hayır!) yazısı göze çarpıyordu. (İlmaniye, arab siyasî lügatında, dinsizlik mânâsında, laisizm için kullanılan kelimedir.)  Orada, toplum planında yeterli bir halk hassasiyeti olsaydı, öyle bir yazı olsa bile, hemen temizlenir veya karalanırdı. Bu da, Tûnus toplumunun nasıl şekillendirilmek istendiği hakkındaki çabalara ve bir ipucu olsa gerek.. (İmam Khomeynî aleyhinde alel-acele yazılmış bir duvar yazısını, fakir bir kadıncağızın, yolun kenarından aldığı çamurla kapatmaya çalıştığı bir sahneyi gözönüne getirebilirsiniz. Ki, o sahneyi Türkiye’den Tahran’a gelen bir grup genç, 25 sene öncelerde, otobüste hareket halindeyken bizzat görmüşlerdir.)

*

Bu gibi durumlarda insanın hazırlıksız yakalanması halinde, eli-ayağına dolaşır.

O halde, sosyal hadiselerin yarınlarda nasıl bir yön alacağını kimse kestiremiyeceğine göre, her an için, kendi inandığımız değerlere göre bir dünyanın kurulması fırsatının doğabileceğini unutmamak ve bunun için de her gelişmeye hazırlıklı olmak gerekir.

*

 

*Birkaç değini..

 

1- İran’da ilginç gelişmeler…

 

Bizde, uzuuun yıllar, ’Meclis oyunlarıyla milletin başına külah geçiriliyor, cumhurbaşkanını doğrudan doğruya halk seçsin..’ denilirken ve nihayet bu yolda bir anayasa değişikliği yapılıp, gelecek seçimlerin halk tarafından direkt seçimle yapılacağı kararlaştırılmışken..

Ve böyle bir seçimle gelecek olan C.Başkanı’nın halka karşı sorumlu olabilmesi için yetkilerinin de yeniden düzenlenmesi gereği, haklı olarak belirtilirken..

Ve de, öyle bir durumda Cumhurbaşkanı’nın Yarı-Başkanlık veya Başkanlık sistemine göre yetkilendirilmesi gerektiği de gündeme getirilirken.. Ve bu konuda, İran’ın, 30 küsur yıldır cumhurbaşkanını halkın direkt reyi ile seçmesi örnek gösterilirken..

İlginç gelişmeler oluyor.

Çünkü, İİC’de, bir dönem daha seçilmesi kanunen mümkün olmayan  6. cumhurbaşkanı Mahmûd Ahmedînejad’ın vazife süresi Haziran-2013 başında yapılacak seçimlerle sona ermek üzereyken.. Sistem içinde oldukça etkili olduğu ve mevcud sistemin teorisyeni olarak görülen Âyetullah Subhanî’nin, ’cumhurbaşkanının parlamento tarafından seçilmesi’ni gündeme getirmesi ilginç bir gelişme oldu.. Bu teklife, (gelecek c.başkanlığı seçiminin güçlü adaylarından birisi olabileceği sözkonu edilen) Meclis Başkanı Ali Laricanî gibi isimler, Parlamento’nun daha dikkatli seçim yapabileceği kanaatiyle destek veriyor.

Hâşimî Refsencanî ise, böyle bir düzenlemenin, cumhuriyet rejiminde, halkın elindeki güçlü bir tercih gücünün elinden çıkması gibi bir sonuç ortaya çıkacarağını belirtiyor.

Bu arada, Ahmedinejad’ın da, 14 Ocak günü, ’Hükûmet’in gelecek seçimlere müdahale etmemesi’ yönünde bir parlamenter tarafından yapılan konuşmaya karşı, ’İran’da cumhurbaşkanını Allah belirliyor..’ demesi, İran medyasında da hayretle karşılandı.. Ahmedînejad’ın bu sözleri, Meclis tarafından sorgulanmak istenmesi üzerine söylediği belirtiliyor. (Tabnak, 14 Ocak2013 /25 Dey 1391, 29 757 no.haber-yorum)

Ahmedînejad, ’Cumhurbaşkanı olarak gelirim Meclis’te konuşur- giderim, konuşmaları dinlemem ve sorulara da cevab vermek zorunda değilim..’ demişti.. 16 Ocak günü dediğini yaptı ve Meclis’te konuşup, hemen arkasından da hakkında yapılan konuşmaları dinlemeden Meclis’i terketti.

Ama, cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkca..

Cumhurbaşkanı Ahmedînejad’ın Özel Kalem Müdürü ve dünürü olarak gelecek seçimlerde, Ahmedînejad’ın çizgisinin takibçisi sıfatıyla aday gösterileceği ileri sürülen İsfendiyar Rahîm Meşaî ise, bu zamana kadar yapmadığı şekilde ülkenin çeşitli yerlerine geziler tertibliyor. Ancak, onun adaylığının Şûrâ-y’ı Nigehbân  (Gözetleme Şûrâsı) tarafından reddedileceği sözkonusu ediliyor.

’İran’ın İsrail rejimine düşman olduğu, ama, İsrail rejiminin halkına düşman olmadığı’;  ’mâdem ki, İslam dünyada hassasiyet meydana getiriyor; bugün, İran Mektebi demek de İslam demek olduğuna göre, İran Mektebi’nden, anlayışından sözedelim.’ ve‚ ’biz de İran İslamı’nı gündeme getirmeliyiz..’  gibi görüşleriyle sert tartışmalara vesile olan ve (Tarihî Araştırmalar Vakfı Başkanı Huccetulislam Hasan Ruhanî’nin 16 Ocak tarihli Keyhan’da yaptığı açıklamada olduğu üzere)  İslam’a hıyanetle suçlanan ve Ahmedînejad’ın alkışladığı bir kişinin adaylığının reddi halinde, Ahmedînejad ve tarafdarlarının tepkisinin nasıl olacağı merak konusu.. Ancak, Âyetullah Subhanî, ’gelecekte karşılaşılacak tehlikelerin, 3,5 sene önceki seçim sonrasında karşılanan gailelerden daha çetin olacağı’ ihtarında bulunuyor, sık sık..

Kezâ, Ahmedînejad ile bazı temel devlet kurumları arasında bir sinir savaşı da cereyan ediyor, uzun zamandır. Bu cümleden olmak üzere, Ahmedînejad, üç ay kadar önce, yardımcısı Cevanfikr’in hapsedilmesinden sonra, Evin Cezaevi’ni ziyaret etmek isteyince, Yargı Gücü Başkanı Âyet.. Laricanî, buna, ’Yargıya karışamazsın..’ diye izin vermedi..

Ahmedînejad ise, ’Ben yargının hüküm vermesine karışmıyorum, uygulamayı ise teftiş etmek hakkımdır..’ dediyse de, ’8 senedir neredeydin?’ gibi tuhaf karşılık aldı, Yargı Gücü Başkanı’ndan.. Ve sonunda, gidemedi..

İnqılab Rehberi’nin bu tartışmaların sonlandırılması yönündeki ihtarından sonra, konu kapanmış gibi gözüküyordu..

Ancaak,

11 Ocak Cuma günü, Tahran’da kıldırdığı, tv.den de yayınlanan Cuma namazı hutbesinde, Şûrâ-y’ı Nigehbân Başkanı Âyetullah Ahmed Cennetî, üstü kapalı olarak ve ağır şekilde, birilerini suçluyor, ’Utan!..’ diyordu.. Medyada, bu sözlerden hedefin, Refsencanî olduğu anlaşılıyordu.

Öte yandan, İslam İnqılabı Hareketi’nin içinde, yarım asırdır İmam Khomeynî’nin yanında yer alan Habibullah Askerevladı’nın ise, Hâşimî Refsencanî’’yi yok sayarak, İslam İnqılabı’nın tarihi yazılamaz..’ diyor ve 2009 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi adaylarından olup, seçimlere hile karıştırıldığını iddia eden ve meydana gelen büyük karışıklıklardan sonra,  medyada fitneci diye olabildiğince suçlanan ve üçbuçuk yıldır evlerinde gözhapsinde tutulan ve babasının cenazesine katılmasına bile müsaade edilmeyen eski başbakan Mîr Huseyn Musevî ve eski Meclis Başkanı Mehdî Kerrubî’nin  fitneci ve hain olarak nitelenemiyeceği  şeklinde bir çıkış yaparak, yeni bir tartışma kapısını aralıyordu; Cumhûrî-i İslamî gazetesinin 14 Ocak tarihli sayısında..

*

 

2- Ve, Pakistan’da neler oluyor?

Pakistan’da, Yüksek Yargı, Başbakan Recâ Perwiz Eşref’in, ’Enerji Bakanlığı döneminde büyük bir rüşvet yolsuzluğu’na girdiği gerekçesiyle tutuklanmasına karar verdi, 15 Ocak günü..

Pakistan’da güçler arasındaki ilişki, Türkiye’dekinden beter.. Onların arkasında da, başta PSK (Pakistan Silahlı Kuvvetleri) olmak üzere, yığınla baskı grupları bulunuyor.

Bu tutuklyama kararının, hiç bir kanunî-siyasî organizasyonu olmadığı halde, ’Minhac’ul Qur’an’ (Qur’an Yolu’ isimli hareketin lideri Tâhir’ul’Qadrî, öncülüğünde başlanan ve onbinlerin, yüzbinlerin hükûmete 24 saat, 48 saat mühlet veriyoruz gibi tehdidleriyle gelişen büyük sosyal patlama ile aynı zamana denk gelmesi de bir ayrı konu..

Tâhir Qadrî’nin bu çıkışından sadece hükûmet değil, muhalefet partileri de rahatsız.. çünkü, bütün bir sistemi hedef alıyor.

1947 yılında Pakistan İslam Cumhuriyeti adıyla kurulan Pakistan Devleti’nin taşıdığı o resmî isme ne kadar lâyık olduğu bir ayrı konu..

Sadece hatırlayalım ki, yığınla askerî darbeler, suikasdler ve siyasî idâmlarla bu güne gelen Pakistan’da, bugün, Cumhurbaşkanlığı makamında, yolsuzluk suçlamasıyla 11 yıla mahkum olup zindanda da kalan Âsaf Ali Zerdarî bulunuyor. Onun bu makama seçilmesi de, eşi Bînezir Butto’nun bir suikasdde korkunç şekilde katledilmesinin hemen ardından yapılan bir seçimdeki duygu atmosferiyle gerçekleşmişti.

Zerdarî’nin yolsuzlukları konusunda İsviçre’den istenmesi gerekli belgeleri istememekte direnen Yûsuf Gilanî, birkaç ay önce, Yüksek Mahkeme tarafından azledilmiş ve yerine Eşref getirilmişti.. Ama, aynı işlemden Eşref de kaçınmıştı.

Şimdi, Eşref hakkında da tutuklama kararı verilmiş bulunuyor ve neler olacağını kestirmek zor..

14 yıl öncelerde de, Başbakan Newaz Şerif ile Yüksek Yargı arasında çıkan ihtilafta, zamanın C. Başkanı Fâruq Ahmed Lagarî, Yargı tarafını tutunca, halk kitleleri Yüksek Mahkeme  binasını kuşatmış; Ordu da, Başbakan’ın yanında yer alınca, buhran Nevaz Şerif’in zaferiyle sonuçlanmış ve amma, kısa bir süre sonra da, o güçlü Başbakan N. Şerif, General Perwiz Müşerref’i Genelkurmay Başkanlığı’ndan aldığını açıklayınca, Perwiz de hemen askerî darbe yapıp Newaz Şerif’i devirmiş ve yargılatıp idâma mahkûm ettirmiş ve sonra da affedip, yurt dışına, Suûd’a göndermiş  ve 10 yıl siyasetten men’etmişti.

Bu günlerde de böyle bir yeni denklemler devreye girerse, hiç şaşılmamalı..

*

 

3- Paris’teki PKK’lı kadınları kim öldürdü?

Paris’te öldürülen PKK’lı üç kadın etrafındaki iddialar, ihtimaller ve tartışmalar bir süre daha devam edeceğe benziyor.

Hele de Paris’te, hemen her tarafı mobese kameralarıyla gözetleyen Fransa’nın, siyasî iiltica hakkı tanıdığı ve kimliğini ve çalışmalarını bildiği ve C. Başkanı Holande ile bile görüşen kimseleri gözetlememiş olması muhal olsa gerek..

Buna rağmen, emperyalist geleneğinin gereğince, bu durumdan, en büyük faydayı nasıl sağlıyabileceğinin hesabı içinde hareket etmek için ’Görmedim / Duymadım / Bilmiyorum..’  tarzındaki üçmaymunlar görüntüsünü oynamayı sürdürüyor, bu suikasdle ilgili olarak..

Bu arada, BDP / PKK cenahının ünlü ismi Ahmet Türk ve AK Parti Diyarbekir m.vekili Galib Ensarioğlu’nun, ’Bu suikasdin arkasında İran vardır..’ demeleri ve biraz da Suriye’yi de eklemeleri, nasıl bir bilgiye dayanıyor, bunu kestirmek zor olsa gerek..

A. Öcalan da, ’Avrupa Kontrgerillası yapmıştır bunu..’ demiş, Huseyin Yayman’ın 16  Ocak tarihli Hürr.deki yazısına göre..

Hele de Ortadoğu gibi hassas bölgelerde etkili olmak isteyen her bir devletin bir plan ve entrikası olabilir ve bunu da tabiî  karşılamak gerekir..

Nitekim, 1979 başında İran’da meydana gelen büyük inqılab sonrasında, Ecevit, Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün’ü İran’a gönderdikten sonra, hangi uluslararası güçlere nasıl raporlar verildiği, Tahran’da basılan Amerikan Büyükelçiliği’nde ele geçirilen binlerce hassas belgelerden birisi olarak yayınlanmıştır.

Hemen her devletin birbirine dostça gülücükler sunarken, arkadan birbirinin kuyusunu kazmasının hele de Ortadoğu için daha bir tabiî karşılanması gerektiği bir coğrafyada, dikkatlerin sadece İran ve Suriye üzerine çevrilmeye çalışılmasında ne gibi planlar vardır, anlaşılması zor..

Hele de, İran ile Türkiye’yi birbirine düşürmek için zâten yeteri kadar çabalar varken..

Ve, PKK ve onun İran’daki uzantısı PJAK ile İran da yıllarca uğraşmış iken..

Şimdi, Türkiye’nin kendi içindeki başağrısının artmasını sağlayabileceği zannıyla, bu gibi ihtimalleri gündeme getirenler, bu problemin büyümesi halinde, başı yine ağrıyacak olanlardan birisinin de İran olduğunu düşünmüyorlar mı? Tekrar edelim, bu bölgedeki hemen her mes’elede, her ülkenin içindeki iç mes’elelerde, bölgede veya dünya siyasetinde etkinlik iddiası taşıyan her bir güç merkezinin parmağı olabilir; ama, böyle, delilsiz olarak sadece bir ülkeye işaret olunmasının mânâsı nedir? 

 

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum