1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Tarihin Penceresinden Emperyalist Rusya’nın Kürt Kartı
Tarihin Penceresinden Emperyalist Rusya’nın Kürt Kartı

Tarihin Penceresinden Emperyalist Rusya’nın Kürt Kartı

Rusların yüzyılı aşkın süredir Kürtleri nasıl kullanışlı bir dış politika aracı olarak gördüğünü ve Kürtlerin yaşadığı hayal kırıklıklarını Prof. Erol Kurubaş Al Jazeera için yazdı.

16 Şubat 2017 Perşembe 00:10A+A-

Erol Kurubaş / Al Jazeera

Rusya’nın Kürtlerle ilişkisinin yüzyılı aşan bir geçmişi bulunmaktadır. Bu uzun tarihsel geçmiş içinde güç dengelerindeki değişime bağlı konjonktürel kopukluklar olsa da, Ruslar Kürtlerle ve Kürt hareketleriyle hep yakından ilgilenmiştir. Bu ilginin temel nedeni, kuşkusuz Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın Rus dış politikası açısından taşıdığı hayati önemdir. Kürtlerin yaşadığı topraklar Rusya’nın Orta Doğu’ya açılan kapısıdır.

Öte yandan, her küresel güç gibi, Ruslar da Orta Doğu’da var olabilmek için kendine kullanışlı dış politika araçları oluşturmaya çalışmıştır. Kürtler, bu çerçevede 19. yüzyıldan itibaren Rusların (ve tabii İngilizlerin) ilgisine mazhar olurken, 20. yüzyılda Orta Doğu’da oluşturulan statükonun dışına itilince, adeta Rusların doğal müttefiki haline gelmiştir. Dolayısıyla güçlü tarihsel temellere sahip olan bu ilişki, küresel güç mücadelelerine ve Türk-Rus ilişkilerine bağlı bir değişken olarak o günden bugüne bir biçimde devam etmiştir. Kürt hareketi de, varlığını ve etkinliğini önemli oranda bu ilişkiye borçludur.

Günümüzde Orta Doğu bir kere daha doğrudan küresel güç mücadelesinin arenasına dönüşünce, bu tarihsel ilişki yeniden gündeme geldi. Kasım 2015’te Türk hava sahasını ihlal eden Su-24 tipi Rus savaş uçağının düşürülmesiyle Türk-Rus ilişkilerinde son on yıldır devam eden bahar havası sona erince, Ruslar bu tarihsel ilişkiyi bir kere daha canlandırmaya kalktılar. Putin, aynen selefleri gibi, Kürt kartını masaya koydu. Hem de bunu hiç saklama gereği duymadan.

Rusya’nın Kürtlerle geçmişte kurduğu bu ilişkiden yararlanmaya çalışması elbette anlaşılabilir bir durum. Kürt hareketi gibi ayrılıkçı etnik hareketlerin de, pragmatik ve faydacı bir yaklaşımla büyük güçlerden destek alma çabaları da kaçınılmaz. Bununla birlikte, her ne kadar büyük sistem değişimi dönemlerinde büyük devlet çıkarlarının örtüşmesi halinde bu tip etnik hareketlerin kimi beklentileri karşılansa da, bu istisnai bir durumdur.

İlgili aktörler arasındaki asimetrik güç yapısı nedeniyle (küresel güç-ulusaltı güç), genellikle bu hareketler ortaya konulan senaryonun ve hareket planının nesnesi olmaz ve küresel güçler için bir dış politika aracından öte anlam taşımazlar. Dolayısıyla dış desteğe dayalı bu etnik hareketler genellikle boş vaatler çerçevesinde kurulan boş hayallerin izinden giderek büyük hayal kırıklıkları yaşarlar. Kürt hareketlerinin Rusya’yla (ve tabii diğer büyük güçlerle) kurdukları ilişkinin tarihsel seyri bu varsayımı hep teyit etmiştir.

Erken dönem Kürt-Rus ilişkileri ve ilk hüsran

Kürt-Rus ilişkisinin geçmişi 19. yüzyıl başlarına değin götürülebilir. İlk doğrudan temaslar, 1826-28 İran-Rus ve 1828-29 Osmanlı-Rus savaşları sırasında gerçekleşti. Bu sıralarda merkezle sorunlu kimi Kürt aşiretleri arasında bir Rus sempatisi söz konusuydu. Öyle ki, 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı’nda iki Kürt aşiretinin Rusların yanında savaştığı bilinir. 19. yüzyıl ortalarına doğru Osmanlı’daki merkezileşme çabalarına tepki olarak başlayan Kürt Bey İsyanları ve sonrasında bunların devam etmesi, Ruslar için burada Osmanlı’ya karşı kullanılabilecek bir dış politika aracının varlığına işaret etse de, bu dönemde Rusların esas ilgisini çeken Hristiyan ahali yani Ermenilerdi. Bölgede Müslüman Kürtlerin Ermenilere kötü muamelede bulunması da, Rusların Kürtlere olan ilgisini ayrıca sınırlamaktaydı.

Nitekim 1880’de İran-Osmanlı sınırındaki Kürt bölgelerinde (Şemdinan) başlayan ayaklanma öncesinde ayaklanmanın lideri Şeyh Ubeydullah, bölgedeki İngiliz-Rus rekabetinden de yararlanacak biçimde birkaç yıl arayla Erzurum ve Van’daki Rus Konsolosları Obrenilır ve Kamşarkan’la temas kurarak yardım talebinde bulunmuştur. Ruslar, 1877-78 Savaşı sonrası Osmanlı’yla anlaşma halinde oldukları ve önceliklerini Ermenilerden yana belirledikleri için (anlaşma gereği Ermenilerin yaşadıkları yerlerde reform yapılacak ve Ermeni ahalinin Kürt ve Çerkeslere karşı güvenlikleri sağlanacaktı), bu ayaklanmada -aynen İngilizler gibi- Kürtlere destek vermedi. Böylece Kürtler de ilk kez büyük devlet realpolitiğiyle tanışmış oldu.

Bundan sonra Kürtlerin Ruslarla temasının arttığı görülür. Bunda, bölgede Osmanlı’ya ilk başkaldıran Cizre Emiri Bedirhan Bey’in torunu Abdurrezzak Bedirhan’ın çabalarının özel bir yeri vardır. 1890’da Osmanlı’nın St. Petersburg Konsolosluğu’nda çalışan Abdurrezzak Bedirhan, o tarihten sonra Ruslarla sürekli temas halinde olmuş ve kendini bir Rus dostu olarak tanıtmıştır. 1910-12 arasında bir Kürt isyanı başlatmak için Ruslardan destek almaya çabaladıysa da, bunda muvaffak olamamıştır. 1914’te gerçekleşen Bitlis İsyanı ise Bedirhan’ın dışında gelişmiş, zaten Rusya da isyana destek vermemiştir.

Öte yandan, bu erken dönemden itibaren Rusya’nın, Kürt kimliğine, tarihine ve diline ilişkin çalışmalar yapılmasını teşvik ettiği görülür. Bir etnikleştirme ustası olarak Rusların Kürtlerle ilgili etnografik çalışmaları teşvik etmesi elbette şaşırtıcı değildir, ama aynı zamanda masum da değildir. Bu çaba, 19. yüzyılda imparatorluklara karşı tüm küresel güçlerin en etkin aracı olan milliyetçiliğin kullanılmak istendiği anlamına gelir.

Ruslar bu dönemden itibaren Kürtler aracılığıyla kendine bağlı, kullanabileceği bir etnik milliyetçiliğin temellerini atmaya çalışmıştır. Bu amaçla 19. yüzyıl ortalarında St. Petersburg’daki Doğu Bilimleri Enstitüsü’ndeki oryantalistler, Kürt el yazması eserleri toplamaya ve tercüme etmeye başlamıştır. Rusların Kürt dil, tarih ve edebiyatıyla ilgili bu çabaları sonraki yüzyılda artarak devam edecek, 1959’da Doğu Dilleri Enstitüsü’nde A. Jaba, V. F. Minorsky ve V. P. Nikitin gibi ünlü Kürdologların öncülüğünde açılan Kürdoloji Bölümü’yle St. Petersburg dünyanın en önemli Kürdoloji merkezi olacaktır.

Sovyet Rusya’nın Kürtlerle ilişkisi: İran ve Irak’ta isyanlar ve hüsranlar

Rusların Kürtlerle ilişkileri SSCB kurulduktan sonra da artarak devam etti. Hatta öyle ki, etnik olarak oluşturulmuş ilk Kürt siyasi entitesi (Kurdistanskii uezd), SSCB tarafından 1923’te Sovyet Azerbaycanı içinde özerk bir bölge olarak kuruldu. Orta Doğu’daki tüm Kürtler arasında sosyalist devrimi teşvik etmek için oluşturulan bu yapının ömrü fazla olmadı ve 1929’da kaldırıldı. Ama bu Kürtlerin Rusya için jeopolitik bir araç olarak önemini yitirdiği anlamına gelmemektedir.

Nitekim 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca Rusya, işgal bölgesi içindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturarak buradaki varlığını tahkim etmeye çalıştı. Savaşın hemen sonunda (Ocak 1946’da) Mehabat Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat Truman’ın Stalin’i uyarması sonucu küresel güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtler de kaderine terkedildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken Sovyetler sessiz kalmayı tercih etti.

Bu arada Irak’tan gelerek İran’daki bu devlet deneyimine katılan ve genelkurmay başkanı yapılan Molla Mustafa Barzani de Irak’a geri döndü. Irak hükümeti savaş sonrası, Iraklı Kürtlerin lideri Şeyh Ahmet Barzani’yi hapsedince, kardeşi Molla Mustafa Barzani de SSCB’ye sığınmak zorunda kaldı. Ahmet Barzani 12 yıl Irak hapishanelerinde kalırken, Mustafa Barzani de bir o kadar sürgünde kaldı. Kısacası, Kürtlerin bu ilk devlet deneyimi sona ermekle kalmadı, Irak ve İran’daki Kürt hareketlerini de tarumar etti. Böylece bir kere daha Ruslara güvenerek hareket eden Kürtler, büyük bir hayal kırıklığı ve hüsran yaşamış oldu.

İran Kürtlerini ABD destekli Şah yönetiminin insafına terk eden Sovyetlerse, bu kez de kendisine sığınan Barzani sayesinde Irak Kürt hareketini denetimi altına alarak Orta Doğu politikası çerçevesinde Kürtleri kullanmayı sürdürdü. Barzani, sadece Iraklı Kürtler için değil, aynı zamanda Türkiyeli ve İranlı Kürtler için de çok şey ifade ediyordu. O nedenle Barzani aracılığıyla sadece Irak’a karşı değil, Batı yanlısı Türkiye ve İran’a karşı da buralardaki Kürtlerin harekete geçirilmesi pekâlâ mümkündü.

Nitekim Bağdat Paktı’yla Batı kampına katılmış olan Irak’ta, 1958’de sol eğilimli bir darbe yapılınca Barzani de Irak’a geri döndü. Irak’a gelişinden kısa süre sonra Barzani yeni Irak yönetimi ile anlaşmazlığa düşmüşse de, SSCB’nin tam da istediği biçimde, onun dönüşüyle esasen Türkiye ve İran’daki Kürt hareketleri yeniden canlandı ve kısa sürede buralarda sol eğilimli Kürt örgütleri ortaya çıktı. Barzani de misyonunu böylece tamamlamış oldu. 1970’te Barzani Irak yönetimine karşı isyan başlatırken, Sovyetler Birliği Baasçılarla anlaşmaya varmıştı bile. Ruslar, Kürtleri bu sefer de Irak’ın insafına terk etmişti.

Bu dönemde İran ve Irak Kürtlerini kullanıp, işi bittikten sonra bir kenara atan Sovyetlerin Kürtlerden yararlanma çabaları sona ermemiştir. 1970’ler boyunca Türkiye’deki Kürt hareketinin içinde devrimci sol örgütlerin güçlenmesiyle beliren ideolojik yakınlık, SSCB’ye çok geniş imkânlar sunmuştur. 1980’de Türkiye’deki Marksist-Leninist PKK’nın, SSCB’nin Ortadoğu’daki gerçek müttefiki ve en güçlü nüfuz ettiği ülke olan Suriye’ye yerleşmesi elbette rastlantı değildir.

Kısa süre içinde NATO üyesi olan Türkiye’ye karşı Suriye’den yönetilen ve hayati destek alan PKK’nın terör saldırılarına başlamasının arkasında sadece Hafız Esed’in olduğunu düşünmek saflık olur. Hafız Esed’in arkasında SSCB olmasaydı, PKK da Suriye’de olamazdı. Bu sayede SSCB 1980’ler boyunca Kürtlerle ilişkisini Suriye’de yerleşik PKK üzerinden sürdürmüş ve Türkiye’ye karşı yürütülen terör kampanyasına göz yummuştur.

Böylece Ruslar Kürtleri, Ortadoğu’nun kaygan zemininde değişen çıkarlarını gerçekleştirmek için adeta dilediğinde kullanıp, işi bitince de bir kenara atabileceği realpolitik bir araca dönüştürmüştür. Kürt liderlerse, buna ve bunca hayal kırıklığına rağmen, aldatılacaklarını bile bile, belki çaresizlikten, belki hayalcilikten, belki de basiretsizlikten, ama her seferinde Ruslarla birlikte olmaktan hiç vazgeçmediler.

Bu durum, yüzyıl boyunca Kürt hareketini gayrimeşru ve kirli ilişkilerin bir parçası haline getirerek, Kürtlerin tamamının tüm bölgesel aktörler için bir tehdit unsuru olarak algılanmasına ve üzerindeki baskının artmasına yol açtı. Bir başka deyişle, Kürtler, Orta Doğu’da politika izleyecek her küresel güç için kullanışlı bir araç olurken, Kürt nüfuslu devletler için de en büyük tehditlerden biri haline geldi.

Sovyetler sonrası Rusya’nın Kürtlerle ilişkisi: PKK’ya desteğe devam

SSCB’nin dağılması bu ilişki durumunu ve Rusların alışkanlıklarını hiç değiştirmedi. Sovyet sonrası Rusya’nın Suriye’deki varlığı ve ilişkileri korunduğu gibi, PKK ile ilişkileri de korundu. Hatta bu dönemde Rusya için PKK’nın öneminin daha da arttığını söyleyebiliriz.

Türkiye’nin yeni Türk cumhuriyetleriyle kurduğu ilişki ve bu bağlamda Hazar Bölgesi petrol ve doğalgazını Türkiye üzerinden geçirecek boru hatlarının gündeme gelmesi Rusya’yı ziyadesiyle rahatsız etmekteydi. Ama daha önemlisi, Rusya’ya karşı başlayan Çeçen bağımsızlık mücadelesinin Türkiye’den aldığı ciddi destekti. Rusya’nın bunu dengelemek ve mümkünse engellemek için Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir araca ihtiyaç vardı. Bu da yine Kürtler ve tabii PKK olacaktı.

1990’lar boyunca PKK’nın Moskova yakınlarındaki Yaroslav kentinde eğitim ve kültür kampı olarak çalışan bir bürosu oldu. Türk yetkililer bu durumdan şikâyetçi olduklarında, her seferinde Ruslar Çeçen meselesini gündeme getirdiler. 1994-98 arasında taraflar bu eksende birçok görüşme ve pazarlık gerçekleştirdi.

Bu sürece ilişkin nihai gelişme ise 1998 sonunda yaşandı. Türkiye’nin Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması konusundaki kararlı tutumu sonucunda Öcalan buradan ayrılarak Moskova’ya geldi. Rusya bunu inkâr etmekle birlikte, Türkiye Öcalan’ın kesin yerini tespit ederek (Moskova yakınlarındaki Odintsovo) Ruslara bildirdi.

Gelen baskılar, Çeçen sorununun gündemden düşüşü ve en önemlisi Türkiye’yle gelişen ticari ilişkiler (Mavi Akım projesi) nedeniyle Rusya, PKK kartını -şimdilik- bırakmaya karar verdi. Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmese de, iltica talebini reddetti ve ülkesinde daha fazla kalmasına izin vermedi. Böylece Rusya bir kere daha Kürtleri kullanmış ve bu sefer de Türkiye’nin insafına terk etmiş oldu.

Putin Rusya’sının yeniden Kürt kartına sarılması: Türkiye’ye karşı PYD

2000 sonrası yaklaşık on yıl boyunca, Putin Rusya'sının nispeten düşük profilli bir dış politika izleyerek Batı’yla iyi ilişkiler kurması, Kürtlere olan ilgisinin de görece azalmasına yol açtı. Bu dönemde özellikle Türkiye’yle güçlenen ticari ilişkiler ve İran’la güçlenen siyasi ilişkiler bu durumu daha da pekiştirdi.

Fakat 2011’de Libya Krizi ve ardından Suriye’deki iç savaş (tabii bu arada Kırım’ın ilhakı), Rusya ile Batı’nın yollarının ayrılmasına yol açarken, en önemlisi Türkiye ile Rusya’nın güçlü bir çıkar çatışması sürecine girmesine neden oldu. Bir tarafta, Suriye’deki Baas yönetiminin ayakta kalması için büyük çaba harcayan hatta fiili olarak savaşa müdahale eden Rusya, öte tarafta bu rejimin yıkılması için muhalifleri ülkesinde örgütleyen ve destekleyen Türkiye. Bir başka deyişle 2011 sonrası Rusya’nın Orta Doğu’daki hayallerinin önündeki en büyük engel Türkiye, Türkiye’nin hayallerinin önündeki en büyük engelse Rusya oldu. Bu karşıtlık, Rusya’nın bir kere daha Türkiye’ye karşı hasmane bir tutum içine girmesine ve yumuşak karnını oluşturan Kürt kartını oynamasına yol açtı.

Aradaki ticari ilişkiler nedeniyle her şeye rağmen bu kart Kasım 2015’teki Uçak Krizi’ne değin masaya konmadı. Ama bu olay vesilesiyle Ruslar hem Türkiye’nin canını yakmak hem de tüm diğer Esed karşıtı aktörlere karşı kendi bölgesel çıkarlarını maksimize etmek için harekete geçti.

Bu bağlamda daha önce İran, Irak ve Türkiye Kürtlerinden yararlanan Rusya’nın yolu bu sefer de, Şam yönetimiyle sıkı ilişkileri nedeniyle yokmuş gibi davrandığı ve Esed’in insafına bıraktığı Suriye Kürtleriyle kesişti. Bölgede self-determinasyon temelinde özerklik mücadelesi veren PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD’nin hayallerinin karşısında Türkiye bulunmaktaydı. O nedenle Rusya’nın ve PYD’nin Suriye’deki hayallerine kâbus gibi çöken bu ortak düşmana karşı hareket etmeleri hiç de sürpriz olmadı.

İlk iş olarak Rusya PYD’nin terör örgütü olmadığını açıkladı. Ardından taraflar arasında görüşme trafiği başladı. Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov önce PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile daha sonra da diğer PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah ve Kobani üst düzey yöneticilerinden Enver Müslim ile bir araya geldi. Bu görüşmelerin bir sonucu olarak PYD Şubat 2016’da Moskova’da temsilcilik açarken, Rusya PYD kontrolündeki Kamışlı’da büyük bir dinleme üssü, Haseke’de de bir askeri üs kurdu. Dinleme üssü, Türkiye’nin tam burnunun dibinde ve Türkiye’yi de ağının içine alan bir konumdaydı. Burada bir de Rus komutanlarla PYD’lilerin birlikte çalışacakları “Ortak Operasyon Bürosu” kuruldu. Ama en önemlisi, Rusya PYD’nin, Türkiye’nin kırmızı çizgi olarak ilan ettiği Fırat’ın batısına yani Kilis’in hemen karşısında bulunan ve Türkiye ile muhaliflerin tek bağlantı yeri olan Cerablus’a ve oradan da Afrin’e ulaşmasına zemin hazırladı. Bunun için PYD’ye tonlarca silah ve mühimmat yardımında bulunmanın yanı sıra bölgede başlattığı bombardıman sayesinde PYD’nin güneyden dolanarak Fırat’ın batısına geçmesini sağladı. Tüm bunların yanı sıra Rusya diplomatik alanda da, yine Türkiye’nin kesin olarak karşı çıktığı PYD’nin Suriye görüşmelerine katılması konusunda -başarılı olamasa da- çaba harcadı.

Öte yandan, Rusya’nın PYD ile kurmuş olduğu bu sıkı ilişkinin PYD ile organik bağı olan PKK ve HDP üzerinden Türkiye’ye daha doğrudan yansımaları da oldu. Örneğin 24 Aralık 2015’te Rus Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un şahsi daveti üzerine HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Moskova’ya gitti ve burada partisinin bir temsilcilik ofisinin açılışını yaptı. Dahası, Rusya Türkiye’nin PYD’nin özerklik ilan ettiği yerlere komşu olan Nusaybin, Cizre ve Silopi’de yürüttüğü (çok muhtemel) PYD destekli PKK terörüyle mücadelenin uluslararası soruşturmaya konu edilmesi çağrısında bulundu.

Tüm bu Türkiye’yi rahatsız edici gelişmeler Putin’e haz vermenin ötesinde, geçmişte İran, Irak ve Türkiye Kürtlerini çıkarları doğrultusunda kullanmış olan Rusya’nın açıkça şimdi de Suriye Kürtlerini kullanma çabasını yansıtmaktadır. Halbuki bu durum, Rusya’nın Kürt ideallerini desteklediği ve şimdiki desteğin kalıcı olacağı anlamına hiç gelmiyor. Çünkü Rusya’nın Suriye politikasında gerçek müttefiki Beşşar Esed ve İran yönetimidir. Her ikisinin de Suriye’de sınırların yeniden çizilmesine yol açacak bir Kürt self-determinasyonuna sıcak bakması zaten mümkün değildir.

Kaldı ki, Türkiye ile Rusya arasındaki krizin konjonktürel olduğunu ve kalıcı olmadığını da görmek gerekir. Bu durumda Kürt-Rus ilişkilerinin tarihine bakarak Rusya’nın bir kere daha reelpolitik nedenlerle Kürt kartını tedavüle soktuğunu ve işi bittikten sonra bir kenara atacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna rağmen Kürtler, halen Putin’in Kürdistan’ı kurmaya yardımcı olacak bir Kürt dostu olduğunu düşünüyorlarsa çok fena yanılıyorlar demektir. Çünkü yukarıda özetlediğimiz Kürt-Rus ilişkilerinin tarihi bize çok farklı şeyler söylüyor.

Bununla birlikte Orta Doğu’da sınırlar açısından olmasa bile, dengeler ve rejimler açısından bir statüko değişim döneminde yaşadığımız açıktır. Bu nedenle Rusya’nın konjonktür gereği yeni statüko oluşumu bağlamında Kürt ideallerine kısmen ortak olması ihtimal dahilindedir. Özellikle Batılılar/ABD Suriye’de güçlü bir Kürt özerkliğine yeşil ışık yakarlarsa (burada bir Kürt bağımsızlığı zaten gündemde değildir), kuşkusuz Rusya bunun kendine müzahir olması için en önemli destekçisi olacaktır.

Muhtemelen bu nedenle Kürt hareketi de tarihi bir fırsat yakaladığını düşünerek, geçmişteki tüm hayal kırıklıklarına rağmen Ruslarla (ve tabii diğer büyük güçlerle) iş tutmanın kendince en akılcı seçenek olduğunu düşünüyor.

Ama kesin olan şu ki, her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengeler olacaktır. Bu durumda Suriyeli Kürtler için güçlü bir statü yerine hayal kırıklığı ve hüsran da çıkabilir. O zaman Kürt hareketinin bu oyunu, bölge devletleri açısından tüm Kürtlerin tehdit olduğu algısının daha da güçlenmesine, belki de ihanetle suçlanmasına yol açabilir. Acaba Kürtler bunu göze almak ister mi?

HABERE YORUM KAT

1 Yorum