1. YAZARLAR

  2. BAHADIR KURBANOĞLU

  3. Tâlût Kıssası'nın Hatırlattıkları
BAHADIR KURBANOĞLU

BAHADIR KURBANOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

Tâlût Kıssası'nın Hatırlattıkları

04 Ağustos 2018 Cumartesi 16:03A+A-

Uzun bir dönem müminlere savaş izninin verilmemesinin şüphesiz pekçok sebepleri vardı. Abdurrahman b. Avf gibi, bizzat Hz. peygambere gelerek bu konuda haklı sebeplerle ısrarcı olanların aldıkları olumsuz cevaplar da ortadaydı. Bu durumun pekçok farklı vechesi söz konusuydu. Mesele sadece hazırlıksızlık, güç zayıflığı vb. değildi. Bizatihi savaş izni isteyen topluluğun, gerçekte neyi talep ettikleri ve nelerle karşı karşıya gelebileceklerine dair eğitilmeleri gerekmekteydi. Ve elbette en önemlisi de bizzat mezkur topluluğun niteliğinin bu safhayla sınanmasının ciddi değişim ve bedellere sebep olacağı; savaşmak için sadece kalplerin kinle dolması ve haklı sebeplere sahip olmanın yetmediği, "Allah yolunda" ve "haddi aşmadan" bu işi kotarmanın bir süreç ve eğitim işi olduğunun bellenmesinin gerekliliği idi.

Yaşanan zorluk ve zulümler hesaba katıldığında insani tepkilerin niteliği ve sınırının önemi büyüktü. Tıpkı ne için, hangi amaç uğruna savaştığının belletilmesi meselesinde olduğu gibi "Allah yolunda" vurgusunun bu sahayı ilgilendiren ilkeler ve hukukla da yakın ilgisi vardı ki hatta aslında mesele tam da bu idi:

1) Savaşın ne olduğu ve amacı.

2) Şartların olgunluğu kadar, savaşı verecek olanların niteliği

3) Bu niteliğin ilkeler ve hukukla taçlandırılıp savaşın da bir şahitlik göstergesi olarak ortaya konması.

4) Bunların başarılması için; karşılaşılabilecek muhtemel tabloların uyarı ayetleriyle ortaya konup yeni durumlara hazırlıklı olmak ve buna göre alınacak önlemlerin belirlenmesi.

Savaş izni öncesi ayetlere bakmazdan evvel, iznin verildiği ayetteki uyarıya bakalım:

"...Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah saldırganları sevmez." (Bakara 190)

Görüldüğü üzere savaşma arzusunun had safhaya varmasına neden olan haklı sebeplere rağmen şartlı bir izin, sınırları çizilen bir durum söz konusu:

"...Fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah saldırganları sevmez" Yani Allah(cc) kendince/nefsani, menfaatlere dayalı/cahiliyeyi andırır sebeplerle, hukuk-sınır tanımaz bir şekilde savaşmanıza izin vermez. Ancak, "Allah yolunda" lafzının şemsiyesi altına giren itikad, ilkeler ve hukuk mucibince hareket edilmesini salık verir/emreder.

Bu noktaya gelene kadar ise, bir takım uyarı-hatırlatmalarda bulunur. Daha önce bu tarz taleplerde bulunan toplulukların durumu, onların ne türden noktalara savruldukları ve içlerinden -yekvücud gibi görünseler de- hangi toplulukların çıktığına ilişkin uyarı-hatırlatmalar yapıldıktan sonra, zaferin ancak bu yasalara uyan az topluluklara nasip olduğu, hatta zaferin bizatihi kendisinin aslında bu yasalara uymakla eşdeğer olduğu tablolar ortaya konur. Böylelikle hem savaşın hedefine, hem sürdürülüş biçimine/hukukuna, hem de sürdürenlerin niteliğine göre bir durum değerlendirilmesi yapılmasının da olanaklarını müminlere sunmuş olur.

Bu konudaki ilk eğitim savaş konusundaki istek ve arzuların getireceği sorumlulukların iyi düşünülmesi konusunda idi:

"Musa'dan sonra İsrailoğullarının önde gelenlerinin ne yaptıklarını görmedin mi? Onlar peygamberlerine; 'Başımıza bir hükümdar tayin et ki, Allah yolunda savaşalım' dediler"

Kitabullah bu talepte bulunan Medineli muhacir-müslümanlara ilk olarak "Peki ama savaşmanız emredilir de ya savaşmaktan kaçınırsanız?" sorusunu yöneltiyordu.

Müslümanlar madem ki yurtlarından çıkarıldılar, çoluk çocuklarından uzak bırakıldılar ve bir de üstüne üstlük çeşitli vesilelerle kumpaslara, aşağılanıp tahriklere maruz bırakılıyorlarsa niçin savaşmayacaklardı ki! Cevapları hep bu yönde oluyordu. Haklı sebepleri vardı ama savaşmanın yegane ölçüsü "haklı sebepler" değildi. SEBEPLER ve AMAÇ'ın hangi noktalarda buluşması gerektiğini öğrenmeleri önemli idi. Ve elbette yeni durum geldiğinde, henüz ne nitelikte bir topluluk olduklarına dair muhtemel gerçeklik konusunda da kendilerine ayna tutulması icap etmekteydi.     

"Peygamber 'Allah, Tâlût'u size melik olarak tayin etti' dediği zaman onlar 'Biz hükümdarlığa ondan daha layık kimseler olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik konusunda geniş imkanlar verilmemiş biri nasıl olur da bizim hükümdarımız olur?' dediler..." Buna karşın peygamberin cevabı "...Allah sizin başınıza onu seçti. O bilgi ve cüsse bakımından size üstün kılındı..." (Bakara 247) olmuştur.

Burada savaşı arzulayan halkın-toplumun ilk perspektif (hatta itikadi) sorununa dikkat çekilip savaşı yürütecek olanlar konusunda koydukları ölçütler (mal, mülk, itibar, konum) yerilmekte, yerine bilgi (ehliyet, liyakat) ve bununla desteklenen güç konmaktadır.

Hakikaten de, Hz. Peygamberin içinde yaşadığı o topluluğun içinde bazı müslümanlar bile zaman zaman liyakatli ama arkası güçlü olmayan bir kölenin ordu komutanlığını sorgulamış, hatta Abdullah b. Ubeyy gibi, eğer Hz. Peygamber Medine'ye hicret etmeseydi, Medine'nin Kralı olacak olan ve bu yüzden Hz.peygambere husumetini gizlememiş olan kişilikler bile imanı, bilgisi, ferasetiyle pekçok sosyal siyasal sınavdan başarıyla çıkmış Bilal, Ammar, Zeyd b. Harise gibi kişiliklerden daha efdal görünebilmekteydi.     

Böylelikle Allah(cc) ve Rasulü meselenin sadece savaşmak değil, savaşın da sadece sizin hakkında zan ve sevgi sahibi olduğunuz kimselerle değil, bizatihi doğru itikad, tecrübe ve birikimle desteklenmiş bir güçle yapılabileceğini ortaya koymuşlardır.

İkinci ve diğer husus ise, savaşa birlikte girilenlerin nitelikle sınanmalarıdır. Bu niteliği ise ilkelere, hukuka, dünyevi-nefsani olmayan hedeflere bağlılık ve bunlara sebatte kararlılık sahibi olanların öneminin anlatıldığı ayetlerdeki atıflarda gözlemlemkteyiz:

"Tâlût, ordusuyla yola çıkınca, 'Allah sizi şimdi bir nehirle imtihan edecek, onun suyundan içen benden değildir, onu tatmayan bendendir; ondan sadece bir avuç dolusu için ise affedilmiş olacaktır' dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi sudan doya doya içtiler" (Bakara, 249)

Bu ayetlerde de hiç şüphesiz sebatkarlık, itaat, direnci muhafaza kadar, aynı zamanda korkaklık, disiplinsizlik, nefsani arzularına ve menfaatlerine düşkünlük ve RABBİN ÇİZDİĞİ SINIRLARA RİAYETSİZLİK söz konusudur. Bu ve başkaca bağlı ayetlerle bunlarla savaşın kazanılmasının güçleşmesi kadar, bunlarla kazanılacak bir zaferin getirilerinin neler olabileceği sorusu da zihinlerimize kazınmak istenmektedir.

Ve sayıların, niceliğin değil, hakka-hukuka-Allah'ın sınırlarına riayet eden, yani Rabbinden gereğince korkanların ve onun arzuladığı amaçlara layığınca sabır göstererek/direnerek çaba gösterenlerin niteliğine ilişkin temel kanun ortaya çıkmaktadır:

"Sayıca az nice topluluklar, Allah'ın izniyle, kendilerinden çok büyük ordulara galip gelmişlerdir. Zira Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir!"

Onlar mücadelelerini ortaya koyarken hikmete mebni bir bilgi ve cesaretle hareket ediyorlardı:

"Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki, tutunalım, korkup kaçmayalım. Bu kafir topluluğa karşı bize yardım et!"

İşte çizilen bu tabloların bir kısmı henüz savaş izninin verilmediği vasatta inzal oluyordu. Niçin, hangi amaç uğruna savaşılacak? Bu savaş verilirken hangi sınırlara riayet edilecek? Savaşı verecek olanların nasıl bir nitelik ve itikadi netlik içinde olmaları gerekir? Kendi içlerinden muhtemel hangi çıkışlarla, yanlışlarla, zaaflarla karşı karşıya gelecekler ve bunları aşmak için nelere dikkat edilmelidir? BUnlara riayet edilmezse ödenecek bedeller nelerdir gibi...

Özcesi;

Savaş izni intikam duygularının tatmini için verilmiyor, istenmeyen ama zorunlulukla içine girilen bir durum olduğu hatırlatılıyordu. Bununla birlikte ilk defa tecrübe edecekleri bu durum cahiliyedeki gibi istedikleri gibi hareket edebilecekleri anlamına gelmiyordu. İzin verilen savaşın baş şartı "haksız yere saldırmamak, haddi aşmamak" idi. Çünkü Allah sebepsiz, hadsiz, sınırsız, hukuksuz saldırıları ve saldırganları sevmiyordu. Ve birilerinin nefsani, dünyevi arzularını tatmin, ya da savaş esnasında savaşın getirdiği ortamdan istifadeyle cahili isteklerini garantilemek için pozisyon alması muhtemel olanlar kınanıyor; Hz peygamberin şu sözlerindeki uyarılar Allah'ın aşırı gidenlerden kimleri kastettiğine dair sınırları da çiziyordu:

"Allah adıyla..Allah yolunda savaşa çıkın. Savaşın ancak aşırı gitmeyin. Verdiğiniz sözlere, yaptığınız anlaşmalara uyun. Ahde vefasızlıktan kaçının. İnsanlara işkence yapmayın. Çocuklara, ihtiyarlara, kadınlara ilişmeyin; onlara zarar vermeyin" (Müslim Cihad 3; Malik Muvatta 1/298)

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, Rabbimizin savaş için yaptığı bu uyarı ve hatırlatmalar sosyal-siyasal hadise/fitneler için de geçerli. Mümkün olduğunca kan, ölüm, cezalandırma değil; haddi aşmadan had bildirip korkutmak, en az zararla, en az acıyla, en fazla hukuk ve insafla hareket etmek öncelenmelidir.

Ve elbette bütün bunları uygulayabilecek nitelikli, tecrübeli, ehil kadrolarla yola çıkmaktan başka seçenek yoktur. Bu olmadığında kendi ellerimizle yaratacağımız sorunlar, bilahare bizi başka yasaların kucağına itecektir.

Nitekim özellikle "Allah için" yani Allah'ın çizdiği sınırlar ve hedefler doğrultusunda iş görmekten aciz olan, şan, şöhret peşinde koşanlar için de yapılan uyarılar elbette boşuna değildir. Bunlar, birlikte iş kotarılan, yola çıkılan kadrolardır:

Müminlerden biri, Hz. Peygambere "Ey Allah'ın rasulü! Allah yolunda savaşan ve aynı zamanda dünya mallarından bir şeyler elde etmek isteyen bir kimse hakkında ne dersin?" diye sorduğunda aldığı cevap; "O kişinin karşılığını göreceği bir sevap yoktur" olmuştur. "Şan ve övünmek için gösteriş yapıp meşhur olmak için savaşan kimse için ne dersin?" şeklindeki bir başka sahabiye ise; "...Eğer kişi gösteriş ve övünme için savaşırsa, kıyamet günü o hal üzere dirilir..." buyurmuştur.

Görüldüğü üzere ayetler ve siret bize, bugünümüze dair aslında çok şeyler söylüyor. Ve görmek isteyen kalpler, fıkhetmek isteyen zihinler için malzeme çok. Aklın da, ahlakın da, kalbin de yolu fıtratta kesişiyor. Fıtratımıza ekilmiş/bahşedilmiş kabiliyetlerle tarihte örnekleri hep aynıyla vaki olan hadiseleri gözlemleyip yorumlayabilmek önemli. Roller aynı, maskeler aynı, itirazlar, bahaneler, kabuller, çiğnenen çiğnenmeyenler aynı. 

Unutmamamız gerekir ki, Rabbimizin birilerini birilerinin eliyle def etmesi hadiselerinin tümünde bu iki kesimle birlikte bu ayetlerin ve tarihi örneklerin bilincinde olan bizler de sınanmaktayız. Hiç kimse imtihandan ari değil. Herkesin üzerinde konumlandığı role göre çıkaracağı dersler ve sorumluluk alanları baki.

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum