1. YAZARLAR

  2. KENAN ALPAY

  3. Suriye’nin Lübnan, Hizbullah’ın Suriye İşgali
KENAN ALPAY

KENAN ALPAY

Yazarın Tüm Yazıları >

Suriye’nin Lübnan, Hizbullah’ın Suriye İşgali

25 Kasım 2013 Pazartesi 12:31A+A-

Son üç yıldır Lübnan’daki Hizbullah örgütü Siyonist İsrail’in işgal ve saldırılarına karşı dirençli duruşuyla birlikte anılmıyor. Çünkü Lübnan’ı Siyonist İsrail’in işgal ve saldırılarından korumak üzere kurulan ve halkın desteğiyle büyüyen Hizbullah kelimenin tam anlamıyla Esed/Baas rejimiyle özdeşleşmiş bir halde.

Öyle ki, Hizbullah’ın Esed/Baas rejimi adına Suriye halkını tepelemeyi birincil öncelik addettiğinden İsrail’e karşı ismi ve varlığının ne anlam ifade ettiğini dahi unutturmuş durumda.

Hizbullah (hiç utanmadan, tersine büyük bir gurur duyarak) Suriye’deki Esed/Baas rejiminin bekası adına Suriye halkına yönelik bütün cephelerde Şebbiha unsurlarıyla birlikte katliamlara girişiyor. Üstelik Suriye halkına yönelen bu yıkım ve katliamları çok büyük bir oranda Esed rejiminin cinayet şebekeleri, İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah militanları üstlenmiş olsalar da yalnız değiller. Irak ve Afganistan bölgelerinden gelen Şii unsurlar ve Rus ordusuyla bağlantılı profesyonel askerler de aynı maksat dâhilinde Suriye’de bulunuyorlar.
 

Esed Lübnan’da, Nasrallah Suriye’de!

Hasan Nasrallah’ın Hizbullah lideri olarak defaatle tekrarladığı şu cümleye bir bakalım: “Ne kadar gerekiyorsa Suriye’de o kadar kalacağız.” Suriye’de ne kadar kalmaları gerektiğine kendileri karar vermişler zaten. Lakin kendisi sormadığı gibi başkasının da sormasına müsaade etmiyor fakat Hizbullah’ı Suriye’ye kim davet etti acaba? Yoksa “davete ne gerek var canım, Suriye zaten Hizbullah’ındır (aslında İran’ın)” mı dememiz icap ediyor?

Suriye’ye ilişkin olarak dile getirilen kaygılar Balkanlaşma, Afganlaşma, Iraklaşma, Lübnanlaşma vs. diye uzayıp gidiyor. Bu gibi endişeli analizlerle kafa karıştıran stratejisyenler, Ortadoğu uzmanları, aydınlar ve yazarların nedense bu konuda çoktandır anlamlı sözler söylediğine şahit olamıyoruz. Yoksa çözüm, Suriye halkının kendilerine yarım asırdır kan kusturan Esed/Baas rejimine ve onun İran, Hizbullah ve Rusya gibi hamilerinin insafına terk edilmesinden mi neşet edecek?

Anlaşılan o ki uzun yıllar boyunca Suriye ordusunun Lübnan’ı işgaline sessiz kalarak onay veren uluslararası sistem şimdilerde Hizbullah’ın Suriye’yi işgali karşısında aynı pozisyonunu koruyacak. Bu mantığa uygun hareket edilirse Türkiye’nin hem Esed katiliyle hem de Sisi katiliyle işbirliği sürdürmesi gerekiyordu. Ama Hükümetin Suriye ve Mısır halkının iradesinin üzerine sürülen tankların yanında saf tutmaması hem içeride hem de dışarıda ahmakça ve ahlaksızca bir alayın konusu oldu.

Bu çirkin duruş ve alaycı mantığın arkası boş değil elbette. ABD ve Rusya hem Suriye’de Esed rejimin bekası hem de Mısır’da Sisi cuntası tarafından askeri darbeyle devrilen İhvanı Müslimin/Mursi iktidarının yeryüzünden kazınıp atılması hususunda anlaşmıştı.

Bu süreci kesinleştiren son üç gelişme şöyle tezahür etti: ABD, Suriyeli muhalifleri Rusya-İran merkezli çözümlere razı olmaya zorladı, Sisi’yle el sıkıştığı buluşmada ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin ağzından İhvan ve Mursi’yi “devrim hırsızlığı”yla mahkûm etti, (5+1) İran’la nükleer müzakerelerde anlaşmaya vardı. Mısır’daki askeri cuntanın Türkiye’nin büyükelçisini istenmeyen personel ilan etme kararı işte bu gelişmeleri takiben icra ediliyordu.
 

Gölgedeki Aydın; İpotek Altındaki Vicdan

İtiraza mahal bırakmayacak bir biçimde sadece Sisi’nin misyonu Suudi Arabistan Kralı Abdullah ile değil aynı zamanda Esed, Nasrallah ve Hamaney’in misyonuyla da kendiliğinden paralelleşiyordu. Gayet net olarak görüldüğü üzere çekişme ve rekabet ahlaki ilkeler ve insani değerler nezdinde değil sadece ve sadece nüfuz alanının daha fazla büyütülmesiyle alakalıydı. Her biri için İslam da mezhep de cemaat de kirli savaş ve ilişkileri örtmek için kullanılan çirkin bir maskeden ibaretti.

Ancak bu çirkin maskelerin sadece despotik iktidarlarda veya örgüt liderlerinde olduğunu varsaymak büyük bir yanılsama hatta kendi kendini aldatma olur. Suriye’deki katliamlarda İran ve Hizbullah’ın en üst düzeyden ve sistematik olarak oynadığı rolü hala görmezden gelen kimi ‘İslamcı’ aydın ve gazetecileri anmadan geçmek olmaz. Laik-Kemalist ve de NATO üyesi ve AB sürecinde yol alan bir devleti temsilen Başbakan Erdoğan veya Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Suriye ve Mısır’daki gelişmeler karşısında aldığı pozisyon ortada.

Peki, sırtında yumurta küfesi olsun hiçbir sorumluluğu bulunmayan kimi İslamcı aydınların çürüme ve kokuşma alametlerini çoktan aşan suskunluklarına ne demeli? Mesela Ali Bulaç ve Atasoy Müftüoğlu Suriye’de İran ve Hizbullah savaşçıları eliyle işlenen işgal ve katliamlara ne diyor? Yoksa İran ve Hizbullah’ın Suriye’de icra ettiklerini işgal ve cinayet kategorisi dışında mı görüyorlar?

Mesela Yıldız Ramazanoğlu ve Cihan Aktaş Esed/Baas rejimini ayakta tutma amacıyla Şebbihalaşan, Muhaberatlaşan Kudüs Ordusu ve Hizbullah savaşçıları için ne söylüyorlar? Özellikle hanım aydınlar İran ve Hizbullah savaşçılarının katlettiği anne ve çocuklar için, Esed muhalifi mücahitler için gözyaşlarını nasıl tutuyorlar, kalplerinin sesini nasıl bastırıyorlar? Niçin şimdiye kadar bu ‘duyarlı’ aydınların anlamlı ve etkili bir şekilde sesleri solukları çıkmadı?

İran ve Suriye istihbaratları adına piyasada lobicilik yapan, kamuoyu oluşturan, psikolojik harp yapanları bir tarafa koyuyorum. Asıl olarak Mustafa İslamoğlu ne diyor Suriye’de Esed/Baas rejimin bekası namına İran ve Hizbullah eliyle oluşturulan kan gölü ve ceset tarlaları karşısında? Yoksa muhterem İslamoğlu hocamız halen “Suriye’yi İran’a verseydik ne olurdu?” çizgisinde mi?
 

Suriyeli Mazlumların Hikâye(ci)si Yok

Bu değerlendirmeler üzerine bazı okurlarımızın aklına şöyle birtakım şüpheler düşebilir: Hüsnü Mahalli ve Fehim Taştekin gibi veya Ceyda Karan ve Ece Temelkuran gibi Suriye rejimi adına doğudan İslami muhalefeti kirletmek üzere konuşlanmış karakterleri bırakıp da camiamızın saygın isimlerini eleştiri konusu yapmak fitneye sebep olmaz mı? Ya da Selahattin Özgündüz gibi “varlığını Baas/Esed rejimin varlığına armağan etmiş taşeron şeyhler” dururken muhterem hocalarımızın eleştiri konusu yapılmasından ne gibi bir fayda umuluyor, gibi.

Oysa Baas/Esed rejiminin yıkım ve katliamlarını görmek ve buna karşı sesini yükseltmek için okumuş yazmış filan olmaya da gerek yoktur. Ancak hassaten okumuş yazmış olanların evrensel vicdan masalları okuyup dururken İran ve Hizbullah tarafından Suriye’de işlenen işgal ve katliamlara dair bir tek açık ve net cümle kuramamış olmasının atlanmasının imkânı yoktur.

Liberal-sol çevrelerdeki dostları tarafından sık sık tabi tutuldukları tutarlılık ve samimiyet testlerinden çakmamak adına çevre ve kadın duyarlılığına dair kaleme alınan metinlere imza yarıştıranların İran ve Hizbullah’ın özel kuvvetleri marifetiyle kan gölüne ve ceset tarlasına dönüştürdükleri Suriye üzerine de iki çift anlamlı cümle kurmasını beklemek garipsenmemelidir. Esed/Baas rejimi çocukları ve kadınları işkence ediyor, tecavüz ediyor, katlediyor fakat her nasılsa hassas yürekleriyle meşhur hikâyecilerimizden dolaylı olsun küçük bir hikâye neşet etmiyor. Ne o, hikâyeleriniz için kullanılacak malzemeler üzerinde İran ve Hizbullah tarafından konulmuş bazı kotalar mı var yoksa?

Suriye’de Esed/Baas rejimini ayakta tutmak adına İran ve Hizbullah tarafından göze alınan bunca vahşete karşı kör, sağır ve dilsiz kalan ‘İslamcı’ aydınlar gibi sinir bozucu bir sıkıntımız var. Sadece ABD, İsrail, İngiltere vb’nin işgal ve katliamlarına karşı ortalığa dökülen ezberlerden ibaret söylemlerin ve sahiplerinin Suriye’de ahlaken ve siyaseten açık bir iflas yaşadıklarına şahit oluyoruz. Hakikati, adaleti ve merhameti savunmaktan aciz ve daha da kötüsü İran ve Hizbullah’ın karizmasına ipotek edilmiş “sınırlı-sorumlu” aydın karakteriyle nasıl ve ne kadar mesafe kat edilebileceğini fiilen test etmiş oluyoruz.

Emeviler döneminde ‘saray uleması’, Osmanlı döneminde ‘kapıkulu uleması’, Cumhuriyet döneminde ise ‘devlet aydını’ nitelemesiyle birtakım kirli ve karanlık misyonlar ifşa edilmek istenmiş. İşte bu dönemlerde şahit olduklarımız için de benzer bir sıfat kullanmak istersek sizce en uygun sıfat hangisi olur? Bu da ayrı bir yazının konusu olsun.

Yaramız çok derin ve sanılandan daha büyük. Çünkü sadece emperyalizm ve despotizmden ibaret değil sorunlarımız.

 

YAZIYA YORUM KAT

9 Yorum