1. YAZARLAR

  2. BAHADIR KURBANOĞLU

  3. Şûra Bilinci ve Dinamik İrade Toplumu Olarak Ümmet
BAHADIR KURBANOĞLU

BAHADIR KURBANOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

Şûra Bilinci ve Dinamik İrade Toplumu Olarak Ümmet

16 Eylül 2018 Pazar 20:00A+A-

Kaynağından südur edip insanoğlunun inkılabi dirilişine vesilesi olduğu andan günümüze değin kavramlarımız çeşitli akibetlere maruz kalmıştır. İçi boşaltılıp kabuğuyla (lügavi ve kelami boyutlarıyla) idare edilmesi ve verili muhafazakarlaşma ile konformizmin engellerine takılması bir yana; yeniden ihya süreçlerine tabi tutulmasının önünde de ilk dönemlere ait pratiklerin örneklerinin günümüze güncellenmesi esnasında yine çeşitli siyasi, toplumsal, mezhebi ve seküler otorite türlerinin engelleriyle karşılaşmıştır.

Oysa kavramlarımızın en önemli boyutu zincirin halkaları misali birbirine kenetlenmiş olması ve bilinç düzeyimizi, ahlaki-hukuki-siyasi-bireysel-toplumsal olanı birbirinden ayırmadan oluşturmasıdır.

Belki de sorunlarımızın çözümündeki en büyük engeli, bilincin maruz kaldığı en büyük yarayı zihinsel parçalanmışlık yüzünden alıyoruz. İbadi olan, imani olan, bireysel olan, siyasi olan... diye alanları zihinlerde ayrımlaştırmışız. Ayrımlaşan alanlardan işimize geleni sorumluluk hinterlandımız olarak belirliyor ve diğerlerinden istemli-istemsiz olarak adeta kaçıyoruz. Halihazırdaki serencamımızın en önemli boyutu bu.

Şu an çok uzak ve teorikmiş gibi gelen bu mesele, aslında hayatımızın her zerresinin içinde. Nitekim ebeveyn rolüyle ailenin varlığı ve yönetimi de, toplumsal ilişkilerin sağlıklı ve birikimsel işleyişi de, devletin rengi, istibdadı, esnekliği, adaleti, yozlaşması da hep bu kavram ve ilkeler çerçevesinde belirleniyor; insan tekinden cemaatlere (ya da sivil oluşumlara) ve devlet organizasyonuna kadar.

Namazı -gereğince- ikame etme ile bu konular arasında bağ kurabilen nesiller yetiştirme zorunluluğu var. "İlm-i hal"imizin de baş maddelerine bu konuları yerleştirmekle yükümlüyüz. Çünkü halimizi gerçek anlamda resmeden husus, bunların nefislerde ve sosyo-politik kurumlardaki karşılığı.

Evet, vahyi mübinde yüzlerce kavramla içiçe geçmiş bir şekilde vahdet oluşturan ama kendileri olmadan hayatın fıtratın takva boyutu mucibince ilerlemesinin mümkün olmadığı Adalet, Şûra, Emanet, Ehliyet, İmamet, Biat, İcma, “İyiliği Emr...” ...gibi kavram ve terkipler söz konusu olan.

Çağımızda yaşadığımız en büyük handikapların başında da bu kavramlar gündemleştiğinde zihinlerde ve pratiğimizde oluşan -verili durumumuza da katkı sağlamayan- engeller gelmekte. Ya bunlara kadim dönemde verili sosyo-politik durumu dondurmak ve meşrulaştırmak için üretilmiş fıkıh babları ve siyasetnameler eşliğinde bakıp, yalnızca İslam toplumu ve devletinin inşa edildiği dönemlere has fanusta bekletilmesi gereken “değerler” muamelesine tabi tutuyor ya da modern seküler demokrasiler ve onların sunduğu hayat biçimleriyle özdeşleştirip vebalı konuma oturtuyor ve hakiki mana ve işlevlerinin hayatlaşmasının önünü tıkıyoruz.

Oysa insan tekinin ahlaki gelişiminden aile ilişkilerine ve devlet denen organizmanın kurumsal yapılanmasındaki doğru, yararlı, verimli, istikrarlı ve adil işleyişine kadar bu kavramların yeniden sulanmasına/güncellenmesine ihtiyaç var. Çünkü insanın da, ahlaki olanın da, hayatın da, siyasetin, hukukun, ekonominin de alt yapısında bu kavramların özümsenmesi ve pratiğe aktarılması yer almakta. 

Konuya girizgâh babındaki bu kısa girişten sonra, bizi geliştireceğini düşündüğümüz tartışmalarımızın odağına almamız gereken bu geniş çeperli konuya mütevazi bir adım atalım

Sistem Tartışmalarımız, Şûra-İman İlişkisi ve Dinamik Toplum/Ümmet Üzerinden Şekillenmeli

Abdülkadir Udeh "İslam ve Siyasi Durumumuz" adlı kitabında ŞÛRA'yı İMANIN ESASLARINDAN sayar ve İMANIN TAMAMLANMASI için şart koşar. Ona göre Şûra, Müslümanların ayırdedici özelliklerindendir.

Bu önemli tespiti, Şura suresindeki "onlar" ifadesinin amme işlerine herkesin iştirakini emreden ilahi bir uygulama olduğunu niteleyen ve Şura 38, Al-i İmran 159 ayetlerden yola çıkarak Şura’nın İslami yönetimin (dinamik toplumun tüm şubelerinin katılımını içeren) temelini teşkil ettiğini ifade eden İslam ulemasının görüşleriyle birleştirdiğimizde, insan tekinden devlet kurumsallaşmasına kadar konunun içiçe ve birbirine kopmaz bağlarla bağlı bir sorumluluk alanı ve kurumsallaşma zorunluluğunu içerdiğini gözlemleriz.

İmanın şartlarından olan "Şura Bilinci"ni gündemleştirme, tartışma ve neden müminlerin ayırdedici özelliklerinden olduğuna dair derinleştirme ihtiyacımız var. "Şura İçtihadı" gibi kavramsallaştırmalar üzerinden sorumluluklarımızın kurumsallaştırılması konusuna eğilmek ertelenemez bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor! Bu cemaatler için geçerli olduğu gibi, devlet yapılanması için de gerekli. Lakin meseleyi bir sistem tartışmasından önce, bir akidevi zorunluluk olarak görmek gerek. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, insan teki ile sistem arasında kopmaz bir bağ var. İnsan tekinin inşası ile toplumun ve devlet kurumlarının işleyişinin inşası arasında zerre mesafe yok! Herbiri birbirine bağlı. Bu yüzden “Şura Bilinci”ne ermiş ve bu bilinçle hareket eden toplumsallık üzerinde durmadan, devlet işleyişinde Şûra’nın kurumsallaşmasının temelleri ve zorunlulukları anlaşılamaz. 

İslam’ın ilk dönemlerinde "Özgür irade toplumu"eyleyen ve dinamik politik eylemliliğe sevkedilen (hayırlarda yarışma ve bir işte yorulup diğerine koşma) İslam toplumunun emanet, adalet, şura, icma,... kavramlarıyla ilişkisi ve yükümlülükleri üzerine düşünmek ve buna göre hareket etmesini sağlamak bir zorunluluk. Bundan gayrı, sistemin adı önemli değil

Yine buradan hareketle sorunumuz bir sistemin İslami olup olmaması da değil. Sorun, bu ilkelerden habersiz olmak. Adalet, Şura, Emanet, Ehliyet... gibi kavramlar sadece gelecekte "var kılınacak" İslami bir sistemin inşası değil, her nerede varsak uğrunda fedakârane tarzda mücadelesi verilecek imani hususlardır.

Dolayısıyla meselemiz, ideal bir sisteme ulaşmak değil, öncelikle imani yükümlülüğümüz olan bu kavramların hakkını verecek -sayıları az da olsa- bir toplumsallığın oluşabilmesine olanak sağlamaktır.

O halde hem bireyin hem de toplumun imani sorumluluğu olan kavramların nasıl özümsenip pratiğe aktarılacağı üzerinde kafa yormak gerek. Zira Allah(cc) bizi sadece nefsi ya da ailevi değil hayatın tüm şubelerinden sorumlu kılmakta. Bu durumda hayatın tüm şubelerine bu sorumluluğu aktaracak bireye nasıl ve ne türden bir değer bahşedildiği ve bu değerin, içinde yaşanılan sistemler açısından ne ifade ettiği üzerinde durmak gerek.

Sistemsel Okuma Açısından İslam Nasıl Bir Toplum Öngörüyor?

Öncelikle Kitabullah’ın, onca siyasal kavramı (tam da burada, aslında kavramların tümünün zincirleme bağlılıkları itibariyle hayati, yani siyasi olarak gördüğümüzü tekrar hatırlatalım) siyasetçilerin inhisarına falan sunmadı. Her insan teki ve ümmet bunlardan sorumlu. Nitekim kavramlar, sorumlu olduklarımız ve olmadıklarımız diye ikiye ayrılmıyor

İslam'ın istediği Dinamik Toplum, sorumluluklarının bilincinde sürekli işlevsel olan bir yapı (bir işte yorulduğunuz zaman diğerine...”, “hayırlarda yarışın...” gibi) Bu ideal durum yoksa da var kılmak için çalışmak gerekiyor. Nitekim Rabbimiz bizlerden bunun hesabını soracak.

O yüzden, "İslam'da demokrasi var mı yok mu?"gibi saptırıcı sorulara beyhude cevap arayışlarını bırakıp, bu “Dinamik Toplumun sorumluluklarını kuşanabileceği değerler manzumesini ortaya koymak gerek. Zira kelami tartışmaların değil, toplumun da bu konularda ıslahını önceleyen sorumlulukları kuşanmanın zamanlarını yaşıyoruz.

Günümüz başkanlık vb. sistem tartışmalarıyla bu sorumlu, özgür, dinamik yapının yükümlülüklerini buluşturduğumuzda, İslam’ın dört beş yılda bir sadece sandıkta sorulan hesabı değil, dinamik ve şeffaf hesap sorma/denetleme mekanizmaları oluşturulmasını salık verdiğini kavramak gerekiyor. İslam, “Dinamik Toplumun apolitize olmasını yasaklıyor. (Örnek, Hz. Ebubekir ve Hz.Ömer’in toplumun idareci karşısındaki yükümlülüklerini sıralayan konuşmaları) Bireye, topluma idareciye destek ya da eleştiri babında onu denetleme misyonunu yerine getirme sorumluluğu yüklüyor.

İslam "İrade sahibi halkın yönetimini" önceliyor. Politik-dinamik toplumu oluşturmaya çalışıyor. Bireyi, siyasi mekanizmanın hücresi kılıyor. Çünkü hesabı yalnızca kıldığı namazdan, verdiği zekattan değil, tüm toplumun maslahatına olmak kaydıyla denetlemek zorunda olduğu siyasal alandan da (ya da idareci sınıftan) da soruyor. Denetleme mekanizmalarının şeklinin ictihadi olması, varlığının kaçınılmaz olmasını ortadan kaldırmıyor.

Emanet, sorumluluk ve irade/özgürlük üçlüsü İslam tarihi boyunca bugün DENGE-DENETİM dediğimiz mekanizmanın temelini oluşturmakta. Emanete riayet etme,onu denetleme misyonuyla içiçe. Kadim dönemde (hatta şimdilerde de) "Yönetici ahirette Allah'a hesap verir" diyenler burada yanılıyor. Hesap önce -Allah’ın hesap sormakla yükümlü kıldığı- sorumlu ümmete verilir.

Bu babta, ilke/değerlerin ihya edilip yaşanması için Mehdi bekler gibi "İslam devleti"nin oluşumunun beklenmesi gerekmiyor. Evrensel insanlık değerleri (mekasıd) üzerindeki sorumluluklarımız her daim baki. Kumaş (nitelik) değişebilir, sorumluluklar değişmez. Değişmez olana iman edip uygulanmasını talep etmek yükümlülüğündeyiz.

Adalet, emanet, ehliyet, şura, icma, biat, itaat, irade... gibi kavramları sadece ideal bir geleceğe ertelenen teorik olgular değil, bugüne dair çözüm ve uygulama önerileri olarak konuşup tartışmadan, bunlara imanı tazelemeden mümin kimliğini çağa güncellemek neredeyse imkansız.

Dolayısıyla meselenin bir sistemin adı değil nitelikleri olduğunu kavramakla yükümlüyüz. Saydığımız niteliklerin mücadelesi verilmeden bir İslami faaliyet yürüttüğümüzü zannetmek, kadim tezlere yaslanıp İslami değerlerin totaliter değerlerle de neşvünema bulabileceğini zannetmekle eşdeğerdir. Oysa İslam, bireyin nefsi ve aileden başlamak kaydıyla totaliterleşmenin hiçbir türüne cevaz vermez.

Şu tespitimize bir bakalım ve kim olduğumuz, hangi sorumluluk alanlarıyla kuşatıldığımız ve neyi inşa etmek zorunda olduğumuz üzerinde bir kez daha düşünelim:

Seküler demokrasi hayat tarzı dayatır; onun felsefi boyutuyla işimiz yok! Ama "İmamın masumiyeti seçilmiş olmasındadır" ve "Şura bağlayıcılık teşkil etmez, tavsiyeleşmedir" buyurarak istibdat rejimlerine doğru yol almayı meşrulaştırıp başka bir hayat tarzını dayattığını farketmediğimiz öğretilere de aynı oranda mesafe koymakla yükümlüyüz!

Nitekim "Halife/İmam" deyince "tek adam"ı anlayanlar Rabbimizin hangi buyruklarının hem birey hem de toplum açısından çiğnendiğini oturup yeniden düşünmekle yükümlüdürler. İslam, sosyo-politik ilkelerin tek adamların istismarına kurban edildiği sistemleri yıkmak için gelmiştir. Yıkacak olan bireyi ve şura toplumunu inşa ile işe koyulmuştur.

Nitekim çağın önemli tanıklarından, entelektüel ve siyasetçi kimliğiyle tebarüz etmiş R.Gannuşi, “Şûra’nın tavsiyeleşme olduğunu ve imamın seçildikten sonra devletle özdeşleşeceğini” savunan -ve içinde zımnen ümmetin sorumluluklarının kurumsallaşmasını öteleyen- Takiyüddin Nebhani’ye yaptığı eleştiride önemli noktayı işaretliyor:

“İmam isabet ederse bir, etmezse iki sevap?! Yani sonuç ne olursa olsun imama ecir, ama aldığı kararın sonuçlarına katlanmak zorunda olan ümmete eza öyle mi?”

Dolayısıyla sorumluluklarımızı içeren bu konuları masaya yatırmadan bir şeylerin değişmesini beklememeliyiz. Kuşanılacak sorumluluğun ne olduğunu ahlaki-ontolojik-epistemolojik boyutlarıyla birlikte kavrama/anlama tefekkürüne girişmemiz gerekmekte. Rad 11, bize bunun altını doldurmayı fıkhetmeyi salık veriyor.

Ez cümle, İslami siyasetin basit mantık döngüsü ve ilkesi şu şekilde belirlenir gözüküyor: Allah(cc)beni/bizi hayatın tüm şubelerinden sorumlu kılmışsa hesabını da soracak demektir. O halde sorumluluk devredilemez. Edilirse gönüllü (rızaya dayalı ve bilinçli) olur. Devrettiğimiz denetlenir. Denetlenemezse hesabı bizden sorulur.

Sonuç itibariyle, totaliterizmin ya da despotizmin inşasını vazettiği ilkeler ve bu ilkeleri hayata geçirecek insan modeliyle imkansız kılan, (tarihteki bazı uygulamalar, İslami olmayan “ismet”, “veraset”, “vasiyet” gibi kavramsallaştırmalarla meşrulaştırılmaya çalışılmış olsa da) inşa etmek istediği sisteme ontolojik-epistemolojik-aksiyolojik(ahlaki) açıdan temeller koyan İslam’ın bu niteliklerini masaya yatırmadan ya eksik-zaaflı ve ütopik bir demokrasi güzellemesine kayılır ya da kadim olanın zaaflarından beslenerek yanlış ve anlamsız kelamî tartışmaların içinde boğulunur. “Demokrasi-İslam tartışmaları” konularında kaygı taşıyanların Dinamik Toplum/Ümmet ile seküler demokratik toplum arasındaki farkın ontolojik-epistemolojk ve aksiyolojik(ahlaki) açıdan bir nitelik farkı olduğunu görme zorunlulukları vardır. Şura, icma ilkeleri ve bunların kurumsallaşması noktasındaki benzerlikler bu nitelik farkıyla birlikte okunmalıdır. Bu açıdan bakıldığında ve Allah’ın insanlığın maslahatına olmak kaydıyla emrettiği sorumluluklarla birlikte düşünüldüğünde tartışmamız insanlara daha yaşanabilir hayatlar sunan modern sistemlerin kompleksif ve sonuç getirmeyen bir tarzda taşlanması değil, İslam’ın bireye ve topluma yüklediği sorumlulukların kavranması, mezkur kavramlar eşliğinde güncellenmesi ve pratiğe aktarılmasıdır.

Egemenliğin ve Devletin Kaynağı Allah(cc)’ın Razı Olduğu Ümmettir 

Bazı İslam düşünürleri, devlete ait kurumların kaynağının ümmet olduğunu tarihte ilk dile getirenlerin müslümanlar olduğunu ifade ederler. (Oysa mezkur tarihi varyantta egemenliğin kaynağı güç ya da sınıfsal ilişkilere dayanmaktaydı. Oysa Kamu iradesi Rousseau vb’lerinden çok önce İslam medeniyetinin alamet-i farikalarından olarak neşvünema bulmuştu.)

Bu düşünürlere göre aynı zamanda, "Hakimiyetin Allah'a ait olması" hukuka/şeriata ve ondan hüküm çıkarıp uygulayacak ümmete/halka ve bilahare halkın temsilcilerine(ehl-i hal ve’l akd) ait olması anlamına gelmekte.

Özellikle Ehl-i Sünnet çizgi biat/seçim/irade(hürriyet) konularında daha mutedil bir yol takip etmekle beraber, sadece çağdaş ulema değil, kadim örneklerde de ümmete biçilen değer, Allah’ın kendisine yüklediği sorumluluklardan mülhem olmak kaydıyla merkezidir. Bir takım siyasetnamelerde yöneticinin/imamın yüceltilip adeta kutsanması meselesinde bile, kutsanmayı ümmetin seçmiş olmasına bağlamak (azil konusu geçiştirilse de seçeni ümmetin temsilcisi olarak meşruiyetin temeline koymak gibi) bu kavildendir. Şia bir yana, bazı ehl-i sünnet yaklaşımlarında saptırılmış bir şekilde irdelenen Raşid Halifeler dönemi uygulamaları, genel itibariyle, ümmetin ve ümmetin seçtiği temsilcilerin merkeze konduğu “ümmetim delalet üzere toplanmaz” gibi hadislerle desteklenen bir ortak icmaın konusu olmuştur. Tıpkı, “Asıl teşri(yasama) Allah’a, istinbata dayalı teşri ümmete aittir” tanımında olduğu gibi. Ki buna da “Serbest bırakılmış şûra” anlamında eş-şûra’ul mürsele demişlerdir. Benzer şekilde “ulu’l emr” kavramı üzerine yapılan tartışmalarda, emir sahiplerini ümmetin tümüne teşmil etmeye kadar vardıranlar olmuştur. “İçinizden emir sahipleri” tarifinden ve başkaca ayetlerin de vurgularından yola çıkarak bunların “ehl-i şûra”, “ehl-i hal ve’l akd” olarak ulema ve umeradan (halkın işleri konusunda uzman olan kişiler) başlamak üzere avamın da dahil olduğu bir hiyerarşik denetleme mekanizması olarak görüp, imamın meşruiyetini de onu seçip azledenlerden aldığı, mezkur kurulun şûra kararlarına uymadığı takdirde azledilmesi gerektiği görüşleriyle perçinlemişlerdir.

Bunlara göre "Emir sahipleri”, mealen “bilahare başınıza geçecek olan takva ve ilim sahibi 'tek adamlar'dır değil; Ehl-i hal ve'l akd/ehli şura/ehli icma ile ümmetin tümü arasındaki geniş alanı kapsıyor. İmamın meşruiyeti ehl-i şuraya, (seçip azleden o) ehl-i şuranın meşruiyeti ise ümmete dayanıyor.

Mevdudi,"İmam,meşruiyet kazanmış olan ulu’l-emre uymak zorunluluğundadır" der.Bu mekanizmanın oluşturulma zorunluluğunu imamın meşruiyet maddeleri (adalet, liyakat, emanete riayet gibi) arasında sayar. Bu kurulun (ehli hal ve'l akd) kararlarına riayet edilmediğinde imamın azledileceğini o da zikreder.

Mesela Nizamülmülk meşruiyeti "Allah'ın seçmesi(!), babadan oğula miras kalması(!), halka karşı sorumsuzluk(!)" olarak nitelerken; Maverdi "İmam, onu seçimle işbaşına getiren ehl-i hal ve'l akd(halkın temsilcileri) tarafından azledilir" der.

İbn Haldun'un Kurtuba Şura Meclisi hakkında yazdıkları çağdaş ulemaya da toplu ictihad pratiği ve icma ile ilgili ufuk sunmuştur.

İmam-ehli şura (Ulemadan Umeraya kadar halkın işleri hakkında bilgi ve tecrübe sahibi tüm kesimler) ve Ümmet hiyerarşisinde en güçlü halka yine bu dinamik toplum/ümmettir. Çünkü tümü o toplumdan çıkmaktadır.

Bu örnekleri hem kadim ulemadan, hem de çağdaş mütefekkirlerden aktarımlarla çoğaltmak mümkündür. Burada çağdaş sistemlerin talep ettiğinden farklı olmak kaydıyla bir siyasi kültür, bu siyasi kültürün gerektirdiği ilkeler üzere bir kurumsallaşma ve bu kurumsallaşmanın en temelinde yer alan ümmeti oluşturan birey/mümin şahsiyet bulunduğu çok açıktır. Doğal olan da zaten budur. Allah(cc) insana irade bahşetmiş ve bu iradeden de sorumlu kılmışsa eğer, bu, hayatın tüm vechelerini kapsamaktadır. Allah(cc) en temelde de insana özgürlük alanlarının korunması sorumluluğunu bahşetmiştir. Bu özgürlük varolmadıkça, adaletten de, iyiliği emretmekten de (ki bunu ifade özgürlüğü bağlamında da görmek gerekir) emanetin ehline verilmesinden de, Şûra’dan da, rızaya dayalı icma ve biatten de söz etmek mümkün değildir.

Modern sistemlerle İslam arasındaki en önemli fark da, İslam’ın bahşettiği bu değerlerle donanmış bireylerden oluşan ümmetin/dinamik toplumun tarihsel rolünü ilkelerin farkında/özümsemiş olarak yaşamasıdır. Bunun için bir ideal İslam toplumu ya da devletini beklemek hem gerçekçi değil, hem de sorumlulukların ertelenmesi anlamına gelmektedir. Hayat eğrileriyle doğrularıyla önümüzde akıp gitmektedir. Adaletin, “emri bil maruf...”un, şura, emanet, ehliyet konularının mücadelesi de bu şartlarda verilecektir. Yoksa bunların İslami bir devlet ve toplum hayatının idealleri olarak sürekli zikredilmesi ve diğer sistemler karşısında bir üstünlük vesilesi olarak nitelenmesinin hiçbir anlamı yoktur.

Islah ve ihya konularında, erdemlerin korunmasında, geleceğimizin inşasında, korkularımızın giderilmesinde, yozlaşmaların engellenmesinde, güç ve beka meselelerimizin terbiyesinde, adaletsizliklerin onarılmasında ve alternatif olduğunu iddia ettiğimiz sistemlerin kurulmasında mezkur ilkeler-kavramlar ve bunların gerektirdiği vasatın savunulması olmazsa olmazımız olarak karşımızda durmaktadır.

Madem ki Rabbimiz egemenliğin kaynağı ve yeryüzünün halifesi olarak bizleri restmetmiş, o halde O’nun razı olduğu sorumlu-dinamik-özgür bir ümmet olabilmenin yoluna koyulmalıyız.

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum