1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. "Sorunlu İran Değil, Sorunun Ta Kendisi İran"
"Sorunlu İran Değil, Sorunun Ta Kendisi İran"

"Sorunlu İran Değil, Sorunun Ta Kendisi İran"

Ömer Lekesiz, Yeni Şafak'ta kaleme aldığı yazıda geçmişten bugüne İran hakkındaki eleştirilerini sunuyor ve nükleer anlaşmanın aslında nasıl okunması gerektiği hususunda kanaatlerini dile getiriyor.

27 Temmuz 2015 Pazartesi 10:45A+A-

Ömer Lekesiz - Şii İlahiyatla Hesaplaşmalı mıyız? - 26.07.2015 / Yeni Şafak

Malumdur, geçtiğimiz günlerde, BM Güvenlik Konseyi, İran ile 5+1 ülkeleri (Rusya, ABD, İngiltere, Çin, Fransa ve Almanya) arasında Viyana'da varılan anlaşmayı (JCPOA) onaylayan ve İran'a yönelik yaptırımların kademeli olarak kaldırılmasını düzenleyen karar tasarısını oy birliğiyle kabul ettiler.

Hemen ardından İran'da yoğun sevinç gösterileri yapıldı.

Bu sevincin, nükleer çalışmalara devam edilmesinden ya da İran ekonomisini felç eden ambargonun belli vadelerde kalkacak olmasından veya aradan otuz altı yıl geçmesine rağmen hâlâ devrimden müşteki olan ve güya özgürlüğü bekleyenlerin, bu yönde bir umuda kapılmalarından mı kaynaklandığı tam olarak bilinmemekle birlikte, özellikle İran dışından yapılan değerlendirmelerde “Şii zaferi” vb. medyatik cazibeye sahip ama içi boş birtakım tanımlar kullanıldı.

Dahası, (rakamlarla aram iyi olmadığı için miktar belirtemeyişimi mazur görün) yerli iş çevrelerimiz de darı ambarına düşmüş aç tavuk misali, İran'daki sevinç gösterilerine “iş arzulu beyanatlar”ıyla buradan katkıda bulunmayı ihmal etmediler.

Geçmişte Tebriz, Tahran ve Meşhed hattında birkaç kez seyahat ettim. Bu haziran ayının ilk haftasında ise İsfahan ve Şiraz'ı gördüm. Ayrıca da şimdiki Katil Esed'in, kendisi gibi katil babası tarafından yapılan Hama Katliamı'na kadar İran İslâm Devrimi'ni sevmiş, sonrasında da sadece “İslâm toprağı olması nedeniyle” İran'ı seven biriyim.

Nasıl sevmeyeyim ki, şair, kelâmcı, sufî ve dilcilerden sevdiklerimin çok büyük bir bölümü o topraklarda doğdular, yaşadılar. Râgıb el-İsfahânî, Ebu Hamid el-Gazzalî, Sadi-i Şirazî, Hâfız-ı Şirâzî, Ömer Hayyam el-Nişaburî, Şebüsterî… bunlardan sadece birkaçı.

Demem o ki, söz konusu sevinci ve tanımlamaları, hem geçmişiyle hem bugünüyle İran'a (kendi bilgim ve cirmimce) yakîn oluşumla, oradaki mevcut yaşayışa dair sıcak bilgilerimle, tanıklıklarımla bağdaştırmakta güçlük çekiyorum.

Şöyle ki:

1- Hatırı sayılır bir döviz ve altın rezervine sahip olmasına rağmen, savunma ve savaş amaçlı olarak silâh ve temel gıda madderini biriktirme saplantısından kurtulamadığı için, söz konusu imkânı askerî alana hasrederek, zenginliği halkına yayamadı.

2- Ülke çıkarlarını daima dinin ve tarikatın (ki, Şiilik bir tarikattır) önünde tuttuğu için, yönetici mollaları da aynı pragmatizmin içine çekerek, sivil hayatı bu yönde politize etti; halkını uzun süreli fiilî gerilimlerin içine çekti.

3- İsevî, Musevî, Zerdüştî vb. dinlerin mensuplarına gösterdiği müsamahayı, Ehl-i Sünnet mensuplarına göstermedi; câmîleri, tekke ve türbeleri, ulema kabirlerini, bakımsız bırakarak, birer harabe haline getirdi.

4- Aynı bağlamda, “Şia yayılması” olarak tanımlanabilecek uzun vadeli dış çalışmalarını, politika arenasında sadece kendi elini güçlendirmek üzere, gerektiğinde anlaşma masalarına koyabileceği bir pazarlık dosyasına indirgedi.

5- Devrimden bugüne yetişen iki nesle de devrim ruhunu aşılayamadı, bilakis bunların büyük bir çoğunluğu potansiyel devrim düşmanı olma yolunu seçti.

6- Devrimle halk arasındaki olası bir çatışmayı, sürekli olarak dış dünyanın kendisine düşmanlığını öne çıkartarak ertelemeye çalıştı. Şimdi, yapmak zorunda kaldığı anlaşmaları “uluslararası sistemi dize getirme zaferi”ymiş gibi takdim ederek, iç dengeleri yeniden kurmak isterken, devrimden yana verdiği tavizlerde nerede duracağını belirleyemez hâle geldi.

Hülasa, İran şu ya da bu yanıyla sorunlu değil; sorunun ta kendisidir; sokaktaki insanı işsiz, geleceğinden yana umutsuz ve mutsuzdur; gençlerinin gözü dışarıda, gönlü öncelikle İstanbul'da, sonra Paris'te ve Londra'dadır.

Bu şartlarda nasıl oluyor da İran, daha malum anlaşmada verdiği sözleri tutup tutmayacağı bile meçhulken, “Sünni devletlerin etkisine son veren” bir “Şii zaferi” kazanmış oluyor; sadece dışlandığı dünya sisteminin değil İslâm dünyasının gözdesi haline geliveriyor?

Oysaki aşikâr olan tek gerçek var, o da şudur: Bugününü ve geleceğini kurtarmak adına “Büyük şeytan”la masaya oturmak zorunda kalan İran, Türkiye ile asla kıyaslanamayacak kadar yoğun problemlerin içine hızla yuvarlanmaktadır.

Buraya kadar anlattıklarımla yazı başlığımın ters düştüğünü biliyorum. Ancak, İran'nın birkaç uluslararası anlaşmayla, dâhilî ve haricî tüm sorunlarından kurtulduğu vehmine kapılıp, “Şiiler geliyor” feryadı eşliğinde, “Şii ilahiyatla hesaplaşacak bir birikiminiz bile yok” şeklindeki muhtemel dövünmelere yeltenebilecekleri aydınlatabilmek için önce İran'ın maddî durumunu belirlemek ve bildirmek zorundaydım.

Şimdi işin manevi boyutunu konuşabiliriz.

Sahiden, Şii ilahiyatla hesaplaşmalı mıyız? Buna mecbur muyuz?

HABERE YORUM KAT

2 Yorum