1. YAZARLAR

  2. Halil Berktay

  3. Somut Siyasî Eleştiriye Karşı, Dogmatik, Apriorist Bir Savunma
Halil Berktay

Halil Berktay

Yazarın Tüm Yazıları >

Somut Siyasî Eleştiriye Karşı, Dogmatik, Apriorist Bir Savunma

28 Mart 2016 Pazartesi 14:02A+A-

İhsan Bilgin’in son yazısına kızayım mı, güleyim mi bilemedim. İki gündür düşünüyorum, neresinden tutayım diye. Değerli bir aydın, mesleğinin doruğuna çıkmış bir öğretim üyesi, nasıl bu kadar quel/le alâka?, düşünce disiplininden bu kadar kopuk bir reaksiyon verebilir? Anlamakta zorlansam da, üşenmeyip uzun uzadıya çözümlemeyi deneyeceğim.

***

Hikâyeyi baştan alalım.

Biliyorsunuz, önce bir 1128’ler bildirisi çıktı. İçinde, güneydoğudaki savaşın realitesine dair tek kelime yoktu. Normal olarak, herhangi bir çatışmanın (en az) iki tarafı olur. Burada iki taraf bile mevcut değildi. PKK’nın hiç adı geçmiyordu. Her nasılsa, devlet durup dururken bazı tek taraflı operasyonlara girişmişti ve üstelik doğrudan sivil Kürt halkına saldırıyor, katliam yapıyordu.

Bu doğrultuda, herkesin bildiği olgular yok sayılmaktaydı. Bir kere daha hatırlatalım. Sanki 7 Haziran seçimleri sonrasında KCK önce (mealen) “bundan böyle bu bölgede baraj, yol, karakul vb inşasına izin vermeyeceğiz; güvenlik güçleri müdahaleye kalkarsa biz de onlara müdahale edeceğiz” diye bir deklarasyon yayınlamamış ve bu, kamuoyunda “çatışmasızlığın sonu” diye yorumlanmamıştı. Sanki ardından, Bese Hozat ile diğer KCK-PKK liderlerinin 1-20 Temmuz 2015 arasındaki yazı ve demeçleri yoluyla, “yeni bir devrimci halk savaşı” aşamasına girildiği ilân edilmemişti. Sanki Suruç saldırısı AK Parti hükümetine yıkılmamış ve Ceylanpınar’da iki polisin uyurken öldürülmesi, gene aynı Bese Hozat’lar tarafından “Suruç katliamına misilleme” diye selâmlanmamıştı. Sanki bunları, bir dizi ilçede peşpeşe “özyönetim” ilânları izlememiş ve gene bu ilçelerde hendekler kazılmaya, barikatlar kurulmaya, her yere bombalı tuzaklar yerleştirilmeye başlamamıştı. Sanki o sıralarda, Le Monde veya Wall Street Journal gibi Batı gazetelerinde, bu kentlerdeki YDG-H gruplarıyla yapılan övücü röportajlar da yayınlanmıyor; tek bir kasabada bile her biri 20’şer kişilik 24 veya 36 savaş timi oluşturulduğu, bütün çatı ve sokak başlarının tutulduğu, devletin asla buralara giremiyeceği yüksek sesle ilân edilmiyor; aynı sıralarda Fırat ve Dicle Haber Ajansları da “barikatların ardında doğmakta olan yeni komünal yaşam tarzı”nı bir yeryüzü cenneti gibi göklere çıkarmıyordu. 

Sanki unutmuştuk, hem söz hem eylem olarak sıkıysa gelin bakalım diyerek barışı berhava eden bu meydan okumayı. HDP’nin bile en azından ilk aylarda bundan ne kadar rahatsız olduğunu. Kaç kere, PKK’yı da en azından kısmen hatâlı ve kabahatli bulduğunu. Bu verilerin tamamı da, tek tek her unsuru da nâmevcuttu. Sadece devlet vardı ve biricik günahkârdı, yüzde yüz günahkârdı. Anlaşılan, birileriyle çatışıyor filân da değildi. Ölümler oluyorsa, bu çerçevede olmuyordu. Tersine, fol yok yumurta yokken iktidar Kürtlere ve diğer bölge halkına saldırma kararı vermişti. PKK ile savaşmıyor; sivillere bilinçli, kasıtlı bir katliam politikası uyguluyordu. 

Elbette, genel ve soyut bir ilke olarak, her bildirinin her şeyi söylemesi, her faktörü zikretmesi gerekmeyebilir. Bu da bir tercih meselesidir sonuçta. Nitekim 1128’ler bildirisini kaleme alan, dolaştıran ve imzalayanlar da yapmışlardı tercihlerini. PKK’yı herhangi bir şekilde sorumlu tutmamaya; buna karşılık sadece devleti ve hem de katliamla suçlamaya karar vermişlerdi. Hattâ ilginçtir; neredeyse devletten herhangi bir talepte bile bulunmuyorlardı. Aslında hemen sadece devleti, soykırım sözcüğünü kullanmayan ama uluslararası soykırım tanımına uyacak şekilde kaleme alınmış bir metin üzerinden, uluslararası kuruluşlara şikâyet ediyorlardı. (Merkel ziyareti öncesinden başlayan bu tavrı, ayrıca yazacağım.)

Sonraki reaksiyonlar içinde, nelere değinmedikleri uzun uzadıya hatırladıldıysa, illâ o diğer olguları zikretmek zorunda oldukları için değil, vardıkları sonucun neden yalan ve yanlış olduğunu göstermek içindi (ve içindir); yeri gelmişken, bunu da belirtmeyi ihmal etmeyelim.

***

Geçtim; evet, çok büyük bir tepki oluştu bildiri yayınlandığında. Vicdanlar isyan etti (ve benim de vicdanım isyan etti); insanların aklı durdu (ve benim de aklım durdu); çarpıtmanın bu kadarını kimsenin havsalası almadı (ve benim de havsalam almadı). Öte yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan dahil bazı liderler böyle fikrî ve vicdanî bir tepkinin ötesine geçti. Bildiriyi suç gördüler, suçlu ilân ettiler. Bildiriyi imzalayanlara karşı, (hukukî açıdan) yargıyı, polisi, savcıları; aynı zamanda (disiplin yönetmelikleri ve sonuçta istihdam, yani iş güven[siz]liği açısından) YÖK’ü ve tek tek üniversite yönetimlerini harekete geçmeye çağırdılar. Bu yüzden, sonraki günlerde kalabalık polis ekiplerinin imzacıların evlerini basması, gözaltına alıp götürmesi, ya da bazılarının işlerine son verilmesi gibi çok kötü ve haksız uygulamalar yaşadık.

Hepsine karşı çıktım. Bu konuda kaç yazı yazdığımı şimdi burada tekrarlamayacağım; başlıklarını bir kere daha sıralamayacağım. Televizyon programlarında da konuştum, bir Cumhurbaşkanlığı Sofrası’nda da. Hepsinde ve her birinde, hem 1128’ler bildirisinin içeriğini eleştirdim; hem de hukukî yaptırımlara girişilmesine muhalefet ettim. İmzacıların düşünce ve ifade özgürlüğünü savundum. Her vatandaş gibi öğretim üyelerinin de siyasî görüşlerini serbestçe dile getirmelerinden yana tavır aldım. Bu arada, akademiklere ve akademik hayata ilişkin bazı saplantılarla da cebelleştim. Bilim insanlarının da insan olduğunu; siyasî bakımdan hatâ  (yani başkalarının gözünde hatâ) yapabileceklerini; “bilim insanı hatâ yapamaz, hatâ yapma hakkı yoktur” gibi bir gerekçeyle “kabahatlerinin ağırlaştırılamıyacağını” ve özel olarak hedef alınamayacaklarını anlatmaya çalıştım.

Nelerden geçiyoruz (19 Mart) yazımın sondan altıncı paragrafında, 1128’lerin terör ve demokrasi konusundaki tutarsızlıklarına, çifte standarlılıklarına değindim. Meselâ neden (HDP taraftarlarının öldüğü) Ankara Garı bombalamasını (iktidarı ima eden) “Katilleri tanıyoruz, unutmayacağız, affetmeyeceğiz” sloganlarıyla andıklarını, ama sonra, PKK’nın yaptığı aşikâr olan ve nitekim TAK’ın doğrudan üstlendiği Ankara Merasim Sokak (Servisler) ve Ankara Güven Park bombalamaları karşısında sustuklarını sordum. Öte yandan, aynı yazının son beş paragrafını, AYM kararı, Dündar-Gül olayı, 1128’lerden üç öğretim üyesinin tutuklanması, Chris Stephenson’ın sınırdışı edilmesi (veya sınırdışı edilmediği halde edildi denmesi), nihayet bazı HDP milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırılması (olasılığı) açısından AK Parti liderliği ve hükümetini eleştirmeye ayırdım.

Bu bağlamda, 1128’lerin salt düşünce ve ifade özgürlüklerini savunan (ve işin içine siyasî görüşlerine de açık-örtük sahip çıkmayı karıştırmayan) öyle bazı bildiriler vardı ki, önüme gelmiş olsalar ben de imzalardım dedim. Bundan sonra da önüme gelirse, (hep o, özel görüşlerinin içeriğine girmemek kaydıyla) gene de imzalayacağımı vurguladım.

Nitekim bunları yazmamın hemen ardından, gene böyle bir bildiriyle karşılaştım. Baktım, ilk iki paragrafını olumlu buldum. Derken üçüncü paragrafında, kritik bir cümleye takıldım. Bu  cümle, düşünce ve ifade özgürlüğünü genel demokrasi ilkeleri açısından savunmakla kalmıyordu. Ötesine geçiyor ve özel bir siyasî yorum getiriyordu. Daha spesifik olarak, barışın (yani Kürt barışının) da ancak ve ancak “herkesin düşüncesini özgürce ifade edeceği” (yani hayli olgun ve ileri) bir demokraside (demokrasiyle) gerçekleşebileceğini öne sürüyordu. Olmadı, imzalamadım (22 Mart) başlıklı yazımda, bunu, ütopik ve maksimalist bir tavır olarak eleştirdim. Kolayca tersine çevrilip “demokrasi yok, öyleyse barış olmaz” ya da “elbette barış olmuyor, çünkü demokrasi yok (PKK ne yapsın)” biçimlerine büründürülebileceğine işaret ettim. AK Parti’yle gerçekleşecek ve dolayısıyla AK Parti’ye yarayacağı düşünülen herhangi bir barışı istemeyen; tersine, PKK’yı böyle bir barışı asla kabullenmeyip savaşı sürdürmeye teşvik edenlerin, epey bir süredir bu argümana başvurduklarına değindim. Neşe Düzel’in Mart-Nisan 2013 röportajlarında açıkça gözlenebilen evveliyatını hatırlattım.

***

İhsan Bilgin’in garipsediğim tepkisi, işte bu son yazıma. 24 Mart tarihli cevabı (eğer buna cevap denebilirse), Şiddet ve baskı başlığını taşıyor. Benim belirli bir tür sol aydın kesimine yönelik somut, spesifik siyasî eleştirilerime karşılık teşkil eden tek cümle, hattâ tek sözcük bile yok. (a) Olayın başlangıcında, 1128’ler bildirisine yönelik eleştirilerim mi hatâlıymış, ya da neresi hatâlıymış? (b) Yani meselâ PKK, yukarıda, bu yazının beşinci ve altıncı paragraflarında sıraladığım şeyleri söylememiş ve yapmamış mı? (c) Gene kabaca 1128’ler ve sempatizanları diye tarif edilebilecek bir kesim, sadece PKK’nın güneydoğudaki savaşı karşısında değil, hattâ sivil halka yönelik şu son Ankara-2 ve Ankara-3 katliamları karşısında da susmadı mı ve el’an da susmuyor mu? (d) Sözünü ettiğim son bildiri taslağından, barış ile demokrasinin ilişkisi konusunda dikkatle alıntıladığım o kritik cümleden, eleştirdiğim anlamlar çıkabilir mi, çıkamaz mı? (e) Daha genel olarak, “önce demokrasi, sonra barış” diye özetlenebilecek bir mantık (o bildiri taslağında olsun veya olmasın), doğru mu, yanlış mı?

İhsan Bilgin, bu beş noktanın biri, birkaçı veya tamamı konusunda, kuşkusuz farklı düşünebilir benden. Öyleyse, bunu tane tane, anlaşılır bir şekilde yazması gerekir. Yazarsa, ayrıca tartışırız. Ama hayır, öyle yapmıyor; hiç girmiyor bile bu noktalara. Girecek gibi yapıyor, ama olayı derhal bambaşka bir yere kaydırıyor. Girecek gibi yaptığı nokta, “barış ile demokrasi arasında kopmaz nedensellik bağı olmadığı söylense de, üzerinde konuşacak çok şey kalıyor geride” ifadesi (ben italikledim). Sanıyorsunuz ki, bunun neden yanlış olduğunu anlatmaya başlayacak. Hayır, oradan (nedense özellikle Carl Schmit[t]’i zikrederek) devletin meşru şiddet araçları üzerindeki tekeline geçiyor. Bu fikri biraz büküyor ve devlet terörüne uzandırıyor: Devletin şiddet ve baskıyla bağının ve bunu kendi toplumuna karşı kullanma kapasitesinin, diyor, eşi benzeri yoktur; Faşizm ve Nazizmin, Stalinizmin, bürokratik devlet sosyalizminin, McCarthyciliğin, en müreffeh toplumlara dahi neler çektirebildiğini biliyoruz. Oradan da Slavoj Zizek’e sıçrayıveriyor; iki bağlamda: (a) Zizek Suriye sınırında yakalanan TIR muammasına dikkat çekmiş. (b) Buradan hareketle, “devletin terörü başka hiç bir örgütle kıyaslanamayacak şiddetteki bir tehlikedir” demiş. Buna karşılık “PKK ne de olsa devlet olma hırslı bir nüve”ymiş, “o kadar” (italikler benim). Ki bu da Berktay gibi aydınların meslektaşlarını ithamı için yeterli zemin” değil”miş (iki kelimeyi ben italikledim). Hepsi bu kadar; toplam 17 satırlık cevap veya eleştiri, her neyse, bu cümleyle son buluyor. Şunu da eklemem lâzım: İhsan Bilgin kısa yazısına dört çarpıcı görsel imaj eklemiş. Biri, Carl Schmitt’in Türkçeye çevrilen bir kitabının kapağı. Bir diğeri, Zizek’in İbrahim Kalın’a verdiği cevap hakkındaCumhuriyet’in yaptığı yayından bir kolaj. Diğer ikisi Nazizmle ilgili. Yazının içinde, Hitler’in (başta Ernst Roehm) Kahverengi Gömlekli SA’larını, Hücum Taburlarını da içeren bir kolaj var; yazının başlığına ise, Hitler ve Goebbels’i 19 Temmuz - 30 Kasım 1937 tarihlerinde Münih’te düzenlenen “Dejenere Sanat Sergisi”nin girişinde gösteren bir fotoğraf koydurmuş. Hattâ öyle ki, bu dört görsel unsur 17 yazılı satırdan daha geniş yer kaplıyor.

***

Şimdi, nedir bütün bunların anlamı? Herşeyden önce, tekrar altını çiziyorum, bu 17 satır içinde Türkiye neden hiç yok? İhsan Bilgin neden somut olarak Türkiye konuşmuyor; itiraz edecekse, neden Türkiye hakkında söylediklerime itiraz etmiyor; realite öyle değil böyle demiyor? Neden sırf devlet teorisine (ya da, belirli bir yöne bükülmüş bir devlet teorisine) sığınıyor?

İkinci olarak, diyelim ki evet, genel siyaset teorisi itibariyle devletin elindeki şiddet olanakları, bütün diğer rakip veya alternatif odaklardan daha üstündür (ki bu, özel olarak Carl Schmitt’le başlayan bir şey değil). Bu soyut teorik tesbitten, pratikte devletin her zaman terörist olduğu sonucu çıkarılabilir mi? Herhangi bir somut çatışma durumunda, kimin başlattığı ve/ya ne istediği ve/ya ne yaptığına ilişkin somut bir tahlilden bağımsız olarak, apriori bir yaklaşımla, “başka ne olursa olsun en büyük terör odağı her yer ve durumda daima devlettir” denebilir mi? Hattâ diyelim ki öyledir; bu, diğer terör odağı veya odaklarını (bu somut durumda PKK’yı) hiç ama hiç görmemek için neden olabilir mi? İhsan Bilgin aynen şöyle diyor: “PKK ne de olsa devlet olma hırslı bir nüvedir, o kadar” -- yani devlet değildir; devlet olmadığına göre de devlet gibi ve devlet kadar şiddet ve terör uygulayamaz, devlet kadar veya daha kötü olamaz! Mı acaba? Ben tarihsel materyalizm (veya tarihsel realizm) zemininde konuşabiliriz sanıyordum; oysa bu, nasıl bir idealist tümdengelimcilik? İhsan Bilgin gerçekten üzerinde düşünülmüş, bizim de düşünmemiz ve ciddiye almamız gereken bir önerme mi sunmakta? PKK’yı bırakalım; IŞİD’e geçelim. Pekâlâ IŞİD için de “devlet olma hırsı içindeki bir nüve”dir diyebiliriz; bu, IŞİD’i IŞİD’e karşı savaşanlardan daha az kötü kılmaya yeterli mi?

Üçüncü olarak, İhsan Bilgin neden bu kadar çok Faşizm ve Nazizm sokmuş bu yazının içine? Neden, Türkiye somutluğundan konuşmak yerine, genel olarak Faşizm ve Nazizme gönderme yapmakla yetiniyor? Carl Schmitt, malûm, Nazi hukukunun teorik dayanaklarını kuran aşırı sağcı bir Alman hukukçusu (eski Taraf’taki bir yazımda, Nazi hukuku ve Carl Schmitt ile Sovyet hukuku ve Andrey Vişinsky arasında bir paralellik kurduğumu hatırlıyorum, her durumda devleti yüceltmek, devletin çıkarları ve üstünlüğünü savunmak açısından). Ama bu normatif yaklaşım başka; pozitif bir gözlem veya teori olarak “devletin meşru şiddet araçları üzerindeki tekeli” başka. Pozitif tesbitin Carl Schmitt’le pek bir ilişkisi yok; ilk formülasyonları Jean Bodin’le başlıyor, oradan Thomas Hobbes’a geçiyor; 20. yüzyıl başında Max Weber’le netlik kazanıyor. Hal böyleyken, İhsan Bilgin neden konuya Carl Schmitt’le giriyor ve (sanki bu bizi ikna edermiş gibi) bir de kitabının kapağını koyuyor? İhsan Bilgin de normatif olan ile pozitif olanı birbirine karıştırıyor olabilir mi? Sonra o diğer iki Nazizm imgesi ne arıyor orada? Ortamı Nazizm çağrışımlarına boğmak suretiyle ne yapmaya çalışıyor İhsan Bilgin? Bizi duygusal açıdan etki altına almak mı istiyor? Yani devletin “her durumda” en büyük terör odağı olduğuna itiraz edersek, yüce Zizek’e karşı çıkmanın ötesinde, Faşizm ve Nazizmi de görmezden gelmiş mi olacağız? Ya da, bütün o Faşizm ve Nazizm satürasyonu, bugünkü Türkiye, AK Parti ve Erdoğan ile Faşizm ve Nazizm arasında belli belirsiz bir bağlantı kurmayı mı amaçlıyor?

Bu bağlamda ve dördüncü olarak, tam da şu, (mealen) “her durumda en kötü ve en büyük tehlike olan devlettir” iddiası bağlamında, Faşizmin ve Nazizmin yükselişi tarihini gözden geçirmek neden gelmiyor İhsan Bilgin’in aklına? İtalya, 1918-22. Mussolini’nin Fasci Italiani di Combattimento’su ve sonra Ulusal Faşist Parti’si, bütün dehşetengizsquadristi’si, Kara Gömleklileriyle birlikte, henüz muhalefette. Beri yanda ise devlet, ordu, parlamento, eski muhafazakârlık, istikrarsız “burjuva” koalisyonları ve (1922’de) Luigi Facta (hükümeti) var. Peki, pratikte, kimdi o koşullarda en büyük, en tehlikeli terör odağı? Klasik devlet mi, muhalefetteki Faşist hareket mi? Almanya, 1918-1933. Hitler’in DAP’ı ve sonra NSDAP’ı, bütün dehşetengiz SA’ları, Kahverengi Gömleklileriyle birlikte, henüz muhalefette. Beri yanda ise gene devlet, ordu, Weimar Cumhuriyeti, Hindenburg gibi eski Prusyalı muhafazakârlar ve istikrarsız “burjuva” koalisyonları var. Tekrar soralım; pratikte, kimdi o koşullarda en büyük, en tehlikeli terör odağı? Klasik devlet mi, muhalefetteki Nazi hareketi mi? Yani şimdi İhsan Bilgin 1921’de İtalya’da veya 1932’de Almanya’da olsaydı, israr edecek miydi şimdi o kadar dogmatik bir tümdengelimcilikle tekrarladığı “en büyük terör odağı devlettir” teorisinde?

Hiç sanmıyorum. Çünkü bu Faşizm ve Nazizm imâları işin salçası aslında. Asıl mesele, “Berktay gibi aydınların meslekdaşlarını ithamı için yeterli zemin” olmadığından giderek 1128’lerin pozisyonunu siyasî olarak doğrulamaya, içerik itibariyle savunmaya yönelik -- çok basit ve çok şeffaf -- bir manevradan ibaret. Bir kere, daha önce de italiklediğim bir “meslekdaşlarını itham” ibaresi sıkışmış araya. Anlamadım; bir, bu “itham” sözcüğü ne anlama geliyor? Ben mi yanılıyorum; daha çok hukukî çağrışımları olan bir terim değil mi bu? Onların düşünce ve ifade özgürlüğünü israr ve inatla savunmuyormuşuz gibi, benim siyasî eleştirilerimi İhsan Bilgin neden bir “itham”a dönüştürüyor? Dahası, “meslekdaşlarım(ız)” dokunulmaz mı? Onlar da insan değil mi, vatandaş değil mi, dolayısıyla homo politicus değil mi sonuçta? Onların da doğrusu ve yanlışı, katıldığımız ve katılmadığımız görüşleri olmaz mı? “Meslekdaşlarım(ız)” diye, (düşünce ve ifade özgürlüğünün ötesinde) her görüş ve tavrını (içerik olarak da) savunacak mıyız bütün akademiklerin? İhsan Bilgin hiç düşünmüş müdür, Türkiye’nin iki yüzü aşkın üniversitesinde toplam kaç bin akademik olduğunu? Çok sesi çıkan solcu-laik-muhalif kesimin ötesinde, başka hangi ideo-politik görüşler yaygındır acaba, diğer (faraza) 70,000 öğretim elemanı arasında? Yarın öbür gün başka bir tartışma çıksa ve mesela ben, mesela Ermeni soykırımın inkâr eden görüşleri eleştirsem (geçmişte de olduğu gibi), Yusuf Halaçoğlu ve benzerlerinin… İhsan Bilgin bana gene “meslekdaşlarını itham” üzerinden lâf dokundurmayı tercih edecek midir?

***

Diyebilirsiniz ki, alt tarafı 17 satır ve dört resim karşısında ne gerek vardı, bu kadar nefes tüketmeye? 1128’ler söylüyor zaten; (a) bu bir “barış” bildirisidir; (b) elbette PKK vb zikredilmez, çünkü muhalif aydınlar için muhatap her zaman devlettir, bir şey talep edilecekse (yalnız) devletten talep edilir; zira (c) her zaman asıl ve en büyük (hattâ tek) terör odağı devlettir… İhsan Bilgin de beklemiş, beklemiş; herhalde giderek kızmış “meslekdaşları”nın bu kadar çok “itham” edilmesine; bu yüzden epey mahalle baskısına da uğramış olabilir; benim bir yazımı bahane edip, anlaşılan kendisine de pek ince eleyip sık dokumadan ikna edici gelen “en büyük terör odağı her zaman devlettir” apolojisini tekrarlamış.

Burada önemli olan, aforizmatik bir havada söylediklerinin, oldukça dağınık ve özensiz bir şekilde çiziktirilmiş olmasına karşın, “tipik” karakteri. Bu yüzden, o kadar ayrıntılı biçimde eğildim (ve daha da eğilmeye devam edeceğim).

Yoksa aslına bakarsanız, İhsan Bilgin bana haksızlık etmemiş. Kafasını, kapasitesini düşündüğümde, en büyük haksızlığı kendine yapmış.

SERBESTİYET

YAZIYA YORUM KAT