1. YAZARLAR

  2. Mücahit Küçükyılmaz

  3. Sentez krizi: Tektipten terkibe -1
Mücahit Küçükyılmaz

Mücahit Küçükyılmaz

Yazarın Tüm Yazıları >

Sentez krizi: Tektipten terkibe -1

18 Eylül 2009 Cuma 03:11A+A-

Tarih boyunca Türklerin 16 devlet kurduğu kimilerince bir iftihar vesilesi olarak vurgulanır; kimileri de, bu hesaba göre, ortada 15 tane çökmüş devlet bulunduğunu söyleyerek, bunu bir istihza aracı olarak kullanır.

Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan 16 yıldızın Türkler tarafından kurulan devletleri temsil ettiği iddiası, çoğu zaman ne Türkçüleri, ne de karşıtlarını memnun edebilmiştir. Bu 16 devlet arasında tebaası ya da kurucusu Türk olmayanlar bulunduğu gibi, her iki unsuru da Türk olduğu halde 16 yıldızdan biri olarak görülmemiş talihsiz devletlerin de bulunması ilginçtir.

Moğollaşma temayülü

Bugün 16 fetişizmi, muhtemelen, ulus-devlet politikaları çerçevesinde öylesine tespit edildikten sonra zaman içinde bir devlet kararlılığı haline getiriliveren ve artık doğruluğu-yanlışlığı tartışılmaksızın arkasında durulması gerektiği düşünülen bir mite dönüşmüş durumdadır. Hatta 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla kısa süren bir kafa karışıklığı yaşanmış, devlet erki 16'yı bozmak ile Kuzey Kıbrıs'ı "satmak" -değil ama hadi "tanımamak" diyelim- arasında bocalamıştı. Allah'tan ki, pek kimsenin dikkatini çekmeyen Batı Hunları'nın listeden atılıp KKTC'nin eklenmesiyle fors krizi çabuk atlatılmıştı.

Gelmeye çalıştığımız kriz konusu fors krizi değil elbette. Basit bir sembolik gösterge olarak 16 rakamı üzerinde bile bu denli ısrarlı bir statükoculuk güdülmesi ve tarihe ait tartışmaların herhangi bir gerçekliğe dayanmayan ideolojik yorumlarla donuklaştırılması modern bir ulus ve ulus-devlet kurma amacıyla meşrulaştırılmaktadır. Türkler ve devlet ilişkisine geri dönecek olursak, Türklerin modern devlet kuramcıları tarafından 'devlet' sözcüğüyle tanımlanmasa da -ki bu da bir başka ideolojik tavrın ürünüdür- klasik anlamda pek çok devlet kurduklarını ve siyaset, iktidar, kurumsallaşma, örgütlenme gibi olgularla içli dışlı bir tarihe sahip olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Doğrusu, göçebelikte oluşan hiyerarşik yapılanmaları yerleşik yaşamın koşullarına uyarlayan ve karşılaştıkları farklı kültürlerin âdet ve alışkanlıklarını yeniden yorumlayarak hayata geçiren Türkler, hem devlet kurmakta hem de devlet yıkmakta benzer ölçüde başarılı sayılabilir. Ancak -Ahmet Davutoğlu'nun kavramsallaştırmasıyla- sert-güçlü bir topluluk olan Moğollara göre, Türklerin esnek-güçlü bir siyasal yapılanma biçimine sahip olmaları belirgin bir farktır. İşte bugün, bütün sivil ve askeri kurumlarıyla Türkiye Cumhuriyeti'ni sembolize eden Ankara'daki yönetimin içte ve dışta karşılaştığı sorunlara kalıcı ve kesin çözümler bulamamasının nedenlerinden biri, bu yapılanma biçiminin yakın zamanda terk edilmiş olmasıdır. Buna, biraz ileri giderek ve Cumhuriyet ulusçularının Cengiz-Timur hayranlığını da hatırlayarak, "Türklerin Moğollaşması" diyebiliriz. Fakat 13. ve 14. yüzyıllardaki sert-güçlü Moğollara kıyasla, bu yazıda Ankara'da somutlaşan statik Türkiye'nin küçük bir farkı bulunuyor: İçeride sert-güçlü; ama dışarıda sert-güçsüz. Son birkaç yıldır tarihî, coğrafi, kültürel, ekonomik birikime dayalı çok yönlü diplomasi ile telafi edilmeye başlansa da, her halükârda Türkler açısından kaybedilmiş bir esneklik söz konusudur. Bunun 1683 Karlofça hezimeti ile başlayıp 19. yüzyılda büyüyen, I. Dünya Savaşı ve ardından verilen Kurtuluş Savaşı ile sonlanan korkulu döneme ilişkin gerçekçi bir temeli olsa da, artık korku temelli şartların 21. yüzyıldaki geçerliliğini yeniden düşünmek zorundayız. Bu çerçevede, Türklerin esneklik özelliğini akılda tutarak, tarihten günümüze doğru kısaca göz gezdirmek yararlı olacaktır.

Taklitçilik ile sentezcilik farkı

Erol Göka Hoca, Türklerin "uygarlık sentezcisi" olduğu tezini vurgularken ilginç ve halen geçerli bir örnek verir: Göktürklere ait bir sikke bulunur ve sikkenin bir yüzünde Çince, kazınmış olan diğer yüzünde ise Göktürkçe yazıların olduğu görülür. Başka bir toplumun parasını kendine mal ederek kullanmayı otantiklik problemi, taklitçilik ya da üşengeçlikle açıklayanlar olabilir. Bununla birlikte, naif bir geniş gönüllülük ve p(a)ratik bir zekâdan bahsetmemek Türklere haksızlık olacaktır. Aynı komplekssiz yaklaşımın izlerini, kâr-zarar hesabına girmeden, Türk hakanların Çinli; Osmanlı sultanlarının Bizanslı prenseslerle evlenmelerinde, İslamiyet'in kabulünde, Alpaslan'ın ve oğlu Melikşah'ın İranlı Nizamülmülk'ü kendilerine vezir olarak seçmelerinde, devşirme sisteminin uygulanmasında, Osmanlıcanın Arapça, Farsça ve Türkçeden müteşekkil bir dil olmasında ve buna benzer pek çok durumda yakalayabiliriz. Zaten, sürekli gezen göçebe bir toplumun kültürel, ekonomik ve siyasî alışverişlere girmesi ve yerleşik toplumlara nazaran daha esnek ve açık bir kimliğe sahip olması beklenen bir durumdur. Böylece, öteki ile kaynaşmaya, pratik ve zihinsel birikimleri paylaşmaya, bir arada yaşamaya ve ortak yaşamda çıkacak sorunları sentezci bir yaklaşımla çözmeye hazır bir sosyo-politik yapılanmanın yolu açılmış olmaktadır. Bu yapılanmanın devlet yönetim tarzına en etkili biçimde yansıdığı Osmanlı modeli, medeniyetin temel paradigmasını İslam'ın oluşturduğu ve ötekini içselleştirme yeteneğinin doruğa çıktığı bir imparatorluktur; daha açık bir deyişle Türk, Rum, Arap, Kürt, Fars kimlikleriyle Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkaslar'da yaşayan etnisitelerin kendi orijinal nitelikleri oranında katkıda bulundukları bir terkiptir.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT