1. YAZARLAR

  2. Namık Çınar

  3. Şehitlik üzerine yalanlar
Namık Çınar

Namık Çınar

Yazarın Tüm Yazıları >

Şehitlik üzerine yalanlar

23 Mart 2012 Cuma 08:40A+A-

İçine itildikleri çaresizliklerin bir sonucu olarak, acılarını nasıl dile getireceklerinin şaşkınlıklarına düşmüş o zavallı insanları televizyonlara çıkartıp, “bize bu günleri de gösterdin ya Tanrı’m, şükürler olsun sana; bizi şehit anası, şehit babası yaptığın için!” diye konuşturulduklarını görüp de, böylesine sıkıntılı ve zor bir konuyu şimdi yazmayacağım da ne vakit yazacağım?

İktidarıyla, muhalefetiyle, idaredeki organlarıyla tüm devlet ricalinin, işi gücü bırakıp, gencecik delikanlıların anlamsız ölümleri üzerine fokurdattıkları kazanların altına odun taşımalarını olağan mı buluyorsunuz? Doğal mı görünüyor bütün bunlar, sorarım size?

Çocuklarını ölümlere gönderdikleri bu insanları, acılarına tutunacak dal ararlarken, baştan aşağı hamasetlerle besleyerek, neyin teşvikçiliğini yaptıklarını sorgulamamız gerekmez mi? Bu şehitlik meselesi bu kadar yüce de, neden pekiyi onların hanelerine hiç uğramıyor, o zaman?

Her ölüm ağuludur. Yitip gidenlerin yakınları, eşleri, çocukları tarifsiz kederlerdedir. Hele bir de henüz hayatlarının baharında olup da, geride koyduklarını yakışmayan sonlarıyla yeise sürükleyenlerinki tam bir trajedidir.

Ama devlet, büyük önem atfetmeyi özellikle vurguladıkları müthiş görselliklerdeki o cenaze törenlerini, günler boyu defalarca tertip ve tanzim ederek; daha sırası gelmemiş arkadaki gençlere, bu ölümlere gıpta ile, imrenme ile bakmaları duygusunu vermek ister gibidir sanki.

Adetâ yeryüzü, göbeğinde bizim de yer aldığımız koca bir cihan savaşının içindedir de, cepheden her gün dizi dizi cenazeler taşınmaktadır. Bir hayli hoşnut görünen iltifat sarhoşu Savaş Tanrısı, kendisine bonkörce adaklar sunan devletin o ruhban gibi sınıfıyla pek bir sıkı fıkıdır ki, başını alıp da buralardan gitmeyi, belli ki aklından dahi geçirmemektedir. Ölüm her yerde kol gezmekte ve ona methiyeler düzülmektedir.

Gençlerimizin topraklara neden sapır sapır döküldüklerine değil de, her birini hediye paketi gibi bayraklara sararak gündemlere getirmelerinin en üst düzeylerde gösterilen törensel özenlerine dikkat çekerek, bütün bunlarla nereye gidilmek istendiğini sormayacak mıyız?

Bu yapılanlar neye alıştırılmasıdır, toplumun? Neyin hazırlıklarıdır; İran savaşının mı, Suriye’nin mi yoksa; yahut Türk-Kürt kavgasında ya herru ya merru diyerek, her iki tarafın da vazgeçtikleri barışın köküne kibrit suyu ekmenin mi?

Bıyıkları dahi daha terlememiş gençlerden kurulu askerî birliklerin, kent belediyelerince karşılanan, ecelleri kapı aralığına bir hayli yanaşmış ihtiyarlardaki ölüm beklentilerini bile aşan sayılarda hâki renkli cenaze arabası filoları kurmuş olmaları, bu hususlardaki hazırlıkların göstergesi değildir de nedir, sizce?

Üstelik, bu ölümlere son verecek bir barış ortamının peşinde koşulacak yerde, şimdi bir de, mevzuattaki şehit ve gaziliğin kapsamlarının genişletilmesine dair yarış başladı, AKP ile CHP arasında.

Ama ondan önce, gelin eğri oturup doğru konuşalım: Bir kere, “şehitlik” dinsel bir kavram. İslâm’da Allah’ın rızasını kazanmak için, Allah adına savaşıp bu uğurda can verenlere bahşedilen manevi bir rütbe. Gurup çıkarları ve beşeri ilişkiler için yapılan savaşları içermediği gibi, bir “kardeş kavgası”ndaki karşılıklı haksızlıklara Tanrı’yı alet etmenin günahkârlıkları da, işin cabası.

Dindar olmakla övünen AKP’liler, bu durumları herkeslerden daha iyi bilecekler iken, hiç oralı olmamaları neyin nesidir acaba? Lâiklik şampiyonluğunu ellerinden bırakmayan CHP’liler, bu konulara geldi mi ne oluyor da, şehitlik sancağını kapıp, Erdoğan’ın bile önüne geçmeye kalkışıyorlar? Askerî mahfillerin özel günlerinde ellerindeki şarap kadehleriyle generaller, çığırdıkları “Deutschland... Detschland, über alles” lezzetindeki “onuncu yıl marşı”nın ardından, geçtikleri kışlalardaki mehmetçikler karşısında da, çakırkeyif bir Müslümanlık mı sergiliyorlar, bu sefer?

Şu riyakârlıklara bakın ki, zaten konuştuğumuz bu hususları parlamentoda yapılan yasalarla değil, ancak bakanlık yönergeleriyle düzenleyebiliyorlar. Kanunlarda, “görevlerini ifa ederlerken... bu görevlerini yapmalarından dolayı... yaralanan, sakatlanan, ölen veya öldürülenler hakkında...” diye uzayıp giden ibareler dışında bir yaklaşım göremezsiniz. Öyle “şehitlik” falan diye yasal bir kurum yok! Terörle Mücadele Yasası’nın “Koruma Tedbirleri”ni öngören hükümlerine, sadece Milli Savunma Bakanlığı’nın emirnameler şeklinde tanzim ettiği “Şehitlik Yönergesi”yle işlerlik kazandırıyorlar, o kadar.

Bu kandırmaca, kardeş kavgasına ucuz asker sevkiyatı sağlayan, sıra sıra ölümler karşısında oluşabilecek tepkilerin gazını alan ve tâ yüz yıl öncesinin Çanakkale’sinden beri sürüp gelen, kadim bir susturma yöntemidir.

Yarın öbür gün, diyelim ki Kürt sorunu çözüldü. Herkes birbiriyle kucaklaştı. Ne yapacaksınız; onlarla savaşırken toprağa düşmüş olanları, birbirinizin gözünün içine baka baka, marşlarla, şiirlerle, destanlarla şehit diye mi anacaksınız gene? Ya şart koşar da kabul etmezlerse? Yahut da, size karşı savaşarak ölen bizim şehitlerimizi de alın o kapsamlara, diye dayatırlarsa?

Bu “konjonktürel ve görece” politikalar yüzünden, gencecik çocukların kolayından yok edilmelerini teşvik etmek, iş midir be muhteremler? Madem bu kadar yüceyse, kendiniz ölsenize!

[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT