1. YAZARLAR

  2. ASLI ATEŞ KAYA

  3. Ramazan Ayı ve ‘Hacı Oruç’
ASLI ATEŞ KAYA

ASLI ATEŞ KAYA

Yazarın Tüm Yazıları >

Ramazan Ayı ve ‘Hacı Oruç’

31 Temmuz 2012 Salı 01:41A+A-

Silvan, sıralıdağların eteğine kurulu, küçük ama yaşlı bir şehir…

Kim bilir ne medeniyetlere ve ne felaketlere ev sahipliği yapmıştır bu şehir. Ne acılar ve ne dramlar yaşanmıştır, tarihi boyunca. Öncekilere ulaşmanın imkânsızlığını bildiğimden, yaşadığım demin acılarına tanıklığımı üzülerek paylaşacağım bugün.

Sıcaklığın 45,5 derece olduğu günün orta saatlerinde dilimiz damağımıza yapışık bir halde, yol alıyoruz. Kuru bir sıcaklık. Toz toprak ve çakıl taşlarının karıştığı yolda ilerlerken, ‘kim bilir kaç kez bu yolu kat etmiştir endişeli bir şekilde’ diye düşünüyorum. Bana rehberlik edip, evi gösteren çocuk, gürbüz, kendinden emin, konuşmalarına siyasi yorumlar katarak, yerel şiveyle gündemi ne kadar takip ettiğinin ipuçlarını da veriyor bana. Duyarlılığı o kadar yoğun ki, hayretimi gizleyemiyorum.

Birbirine sarılı sıradağların göz kamaştıran heybetini seyretmeye doyamıyorum. Ötesinde başka bir evin olmadığı bir küçük eve misafir oluyorum. Kapıyı 8 yaşındaki saçları sarı ama dağınık bir kız çocuğu açıyor. Tedirgin bir şekilde kim olduğumu sorup, annesine sesleniyor. Gencecik bir kadın kapıda beliriveriyor hemen. ‘Misafir kabul eder misiniz?’ soruma o kadar makul ve hızlı cevap veriyor ki, bütün endişelerimi siliveriyor oracıkta. ‘Başım gözüm üstüne, buyurun’ diyor güleç bir ifadeyle.

Silvan faili meçhul cinayetleriyle adından sözettirse de, bugün bana bir başka yüzünü gösteriyor.

Tek katlı bahçesiz, iki göz odalı bir ev. Beş çocukla başbaşa bir kadın. Henüz iki yaşını doldurmamış bir küçükle, abilik vazifesini layıkıyla yapmaya çalışan 11 yaşındaki çocuk. Derme çatma eşyalara bakıyorum. Yerdeki kilimin deseni dahi anlaşılmıyor eskilikten. Yer yer delikler var kilimlerin hepsinde. Renk değiştirmiş bir halde… İlk defa bir evin giriş kapısından girerken kafamı eğerek içeri giriyorum, boyumun kısalığına rağmen. O kadar alçak ve sıradan yapılmış ki, boyanın solgun rengi dikkatimi dahi çekmiyor. Dış kapının görüntüsü ile zihnimden geçirdiğim düşünceler, oda bile denemeyecek kadar küçük evin diğer bölmesine geçerken unutturuyor bana her şeyi. Çok eski bir buzdolabı, elektrik telleriyle tutuşturulmuş adına ‘ocak’ denilen bir tenekeden yükselen sıcaklık, üzerindeki tencereyi fokur fokur kaynatıyor.

İki yıl önce gündeme bomba gibi bir haberle düşen bu her tarafı dökülen evi anlatacak kelime bulmak zor.

Oruç ayındayız, rahmet ve bereket ayı. Bereket ayının, merhametimizi en yoğun yaşadığımız ay olmasındandır belki de, muhtaçları hatırlamamız. Bedenimiz gibi, ruhumuz ve yüreğimiz de oruçlu olmalı, diyorum kendi kendime. Yeryüzünün bereketini en fazla hissedeceğimiz bu ayda, insanlık adına utançların en büyüğünü ektiğimiz bu küçük eve konuk oluyorum.

Cemaatlerin güçlendiği, paranın muhafazakâr kesimde ‘güle oynaya’ devrini yaşadığı, bir eşarbın fiyatının, bir ailenin standart geçimini sağladığı aylık gelirle eşdeğer olduğu, burjuvazi hayat modellerinin bizleri hızla kuşattığı, ciplerimizin göz kamaştırdığı bir devirde, gördüklerim karşısında insanlığımızdan ve ruhumuzdan uzaklaştığımızı itiraf etmeliyim.

İki sene önce, yine oruç ayında, adı ‘Hacı’ soyadı ‘Oruç’ olan bir şahıs. Bu şahsı yadetmek ve yeniden hatırlatmak niyetindeyim. İsmini çoğumuzun unuttuğu, iki yıl önce eve yiyecek bir şey getiremediği için intihar eden kişi olarak bildik Hacı Oruc’u.

O küçücük dünyasının, bütün Türkiye’nin gündemini işgal edeceğini hiç tahmin etmemiştir, bundan eminim.

Yardımları hak etmek için felaketlerle, erzak ve poşetlerdeki yardımları görmek içinde intiharlarla buluşmamız lazım. Hacı Oruç da böyle anıldı. Yardımlar yapılmaya çalışıldı, yoğun ilgi ve alakadan kapılarına gelmeyen gazete muhabiri kalmadı. Siyasilerin söz düellosunda başrolü oynadı. Ama yine de kısa bir sürede unutuldu. Sonrasında da devamlı, dengeli ve düzgün bir gelirle buluşmadı aile. Bir bankadan iki çocuğuna verilen 400 liralık gelirin dışında bir geliri olmayan anne, intiharın yaşandığı o evde mutfak, banyo ve tuvaletin bir olduğu harabede hayat mücadelesi vermeye çalışıyor beş çocuğuyla. Eşinin boynuna doladığı ipin bağlandığı demirleri kesmenin dışında evde bir değişiklik yapılmamış. Banyodaki duvarda değil boya, sıva bile yok. Tuvalet taşının yanıbaşı mutfak olarak da kullanılıyor. İçler acısı bir durum…

Hediye Oruç içini döküyor. Veryansın etmeden, doğal bir şekilde, herşeyi olduğu gibi anlatıyor. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen metanetli, gözleri dolarak, ortanca çocuğunu gösterip ‘en çok bunu severdi, o günde ona sarılıp, uykuya daldı. Ben de gözlerimi yumdum, uyandığımda yerinde yoktu, mutfağa gittiğimde mutfağın / banyonun tavanında asılıydı.’ Acısını tazelediğimin farkına vardım, konuyu değiştirmek adına, ocağın üzerindeki yemeğin kapağını kaldırmak için izin istedim. Güler bir çehreyle ‘patates koydum, o kaynıyor’ dedi.

‘Tok olanların açlardan haberi olmaz’ sözü ile irkiliyorum. Hayâlı, onurlu ve gurur emarelerini de barındırıyor bu söz. Hediye Oruc’a bireysel yardımın dışında hiçbir söz veremeden ayrılıyorum, bu acılı evden.

Aklımda ise beş yıldızlı otellerde verilen iftar yemeklerinin ekranlardaki görüntüsü var. Lüks otellerin çöplerine kaç insanın muhtaç olduğunu zihnimden geçiriyorum. Marketlerde rafların süslendiği köpek mamalarını ve açlık sınırının çok altında yaşayan beş çocuklu bir kadının dramını geçirerek, yeniden yol alıyorum. 

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum