1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Özgürlüğün Metafiziği: Refah mı Felah mı?
Özgürlüğün Metafiziği: Refah mı Felah mı?

Özgürlüğün Metafiziği: Refah mı Felah mı?

​​​​​​​İnsan onurunu koruyacak her türlü özgürlük tanımlamasının yanında yer alırken, modern bir tasarım ideolojisinin vazettiği ‘özgürlük adına ve özgürlüğe rağmen’ bir düzeni kökten reddettiğimizi sarahaten söylemeliyiz.

11 Ağustos 2017 Cuma 01:20A+A-

Mustafa Yılmaz / Haksöz Dergisi - Sayı: 298 - Ocak 16

Peşrev: “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine”

Özgürlük ilginç bir kavram! Tarih boyunca yol alırken kendisini bütün bağlardan kurtararak insan aklının büyük marifetiyle soyut kavramlardan biri olmayı başarabilmiştir. Özgürlük Batı Aydınlanması döneminden beri gereğinden çok fazla abartılarak anlamlar yüklenmiş bir kavram. Sınırları da belli değil mahiyeti de! Sınırları tamamen belirsizleşmiş en siyasal kavramlardan biridir. Kiliseye ve dolayısıyla dine karşı aklın bağlardan kurtarılmasını, krallığa karşı da toplumun ve siyasetin vesayetten kurtarılmasını temel alan bu yaklaşım sonuçta modernliğin en merkezî kavramlarından birisi haline gelmiştir.

Kavramın kullanım evreni temelde bireyi tüm bağlarından kurtararak aklın egemenliğinde yeni bir inşa eylemine yöneltmeyi amaçlıyordu. Sonuçta özgür bireylerden oluşan özgür toplum inşa edilmiş olacaktı. Fert planında normların bağlayıcılığını, siyasal planda da herhangi bir otoritenin zorlayıcılığını anlamsız kılan bu yaklaşım ister liberal ister Marksist ilkeler açısından olsun aynı sonuca çıkar. Çünkü Marksizm’in sınıfsız ve devletsiz toplumu daliberalizmin hazcı tüketim toplumu da aynı hedefe yönelir.

Modernleşme dönemi boyunca özgürlük kavramı, anlam dünyasının genişlemesine paralel olarak sınırlarının da belirsizleşip buharlaşmasıyla bir simgeye dönüşmüş durumdadır. Bu büyülü dönüşüm onu her sorunun merkezî kavramı, her talebin ana gayesi haline getirmiştir. Bugün her deliğe uyan bir maymuncuk gibidir.

Daha gerilere gittiğimizde özgürlük sorununun temellerinde modern insan tanımlamasının, beraberinde modern Tanrı, evren, insan ilişkilerinin, ulus devlet, ulus toplum inşa süreçlerinin yattığını görürüz. Bu anlamda Tanrısal ve siyasal otoritelerin sınırlanmasıyla kul ve tebaa olmaktan sıyrılıp özerk özneler haline gelen bireyler, geleneği taklit etmekten, kurallara boyun eğmekten ve fantezilerini yasaklayan normlardan kurtulupkendi akıllarının egemenliğinde büyük bir yaratım öznesi haline geleceklerdir. Bu sosyal ve siyasal değişim süreçleri dikkate alındığında hem Batı’da hem de İslam dünyasında özgürlük sorunu bugünkü manasıyla modern bir durumdur. Modern olması tartışılmayacağı ve ilk elden reddedileceği anlamına gelmez.

Modern dönemde İslam dünyasındaki gerileme ve siyasal olarak nesneleşme durumu, Batı paradigmasının sömürge ve sömürge sonrası dönemde siyasal, ekonomik ve kültürel hegemonyası, Tanrı-insan-tabiat ilişkilerinin yeniden ve Batılı burjuva kapitalist aydınlanma ilkelerince tanımlanması Müslümanların özgürlük sorununu Batılı düşünce evreni içerisinde tartışmalarına yol açmıştır. Pratik olarak hakları elinden alınan, ezilen, katledilen Müslümanlar hak arayışlarını özgürlük mücadelesi olarak ifade etme gereksinimi duymuşlardır.

Bu isimlendirme sömürgeci kapitalist Batılı burjuva ulus devlet yapılarına karşı verilen mücadeleyi ifade eder. Ancak özgürlük sorunu sadece siyasal ve sosyal talepleri dillendirme ameliyesi olarak kalmaz. Ferdi Allah karşısında yeniden tanımlar. Bu durumda Müslümanlar açısından mesele siyasal ve sosyal taleplerin ötesine geçerek Allah ile ilişki ve insanın Allah karşısındaki konumu, ahlaki ilkeleri, toplumsal normlar dediğimiz örfü, tarihsel ve sosyal ilişkileride içerisinde barındıranbir evrene ulaşır. O halde biz Müslüman olarak özgürlük talebimizi nerede, nereye kadar ve nasıl dillendirebiliriz?

Siyasal ve sosyal hak taleplerini Tanrıya karşı pervasızca bir özerkleşme eylemine dönüştüren Batılı seküler ve ladini telakkiden nasıl ayırabiliriz? Bir insanın biyolojik olarak intiharı talep etmesini, kürtajı ‘beden benim hak benim’ diyerek savunan yaklaşımını, eşcinsellik tercihini vs. konuları özgürlük olarak değerlendirebilir miyiz? Sorun sadece bununla da sınırlı kalmaz ve daha ileri bir aşamaya geçer. İslam’ın emir ve yasaklarını, ahkâm ve muamelatını, ferdî ve toplumsal inşa taleplerini istediği şekilde yorumlayan, tevil eden, başka düşüncelerle sentezleyen yaklaşımları özgürlük ve hak olarak görüp saygı duyacak mıyız? Bugün aslında sorular ve sorunlar bunlardır.

Modern dönemin sömürgeci, baskıcı, otoriter rejimleri karşısında özgürlük türküleri söylemek devrimci bir ruhu canlı tutuyordu. Postmodern dönemin belirsizliği, ne koyarsan gider, ne satarsan alıcı bulur, herkes haklı, o da olabilir bu da olabilir karmaşası, Müslüman ferdi de istediği gibi davranma, istediği gibi inanma, istediği gibi ilişki kurma ve bunun karşısında hiçbir sınırlayıcı, zorlayıcı, bağlayıcı bir otorite tanımama boşluğuna, gayesizliğine ve farkında olmadığı profan bir hayat telakkisi belasına duçar etmiştir.

Deyim yerindeyse zorba otoritelere karşı geliştirilen tavır neredeyse Allah’a karşı gösterilir hale gelmiştir. “Ben kendi aklımla yaparım” demek, ben ‘hevam’ nasıl istiyorsa öyle yaparım demektir. “Bana göre bu böyledir” demek, ben ölçü olarak ‘hevesimi’ alıyorum demektir. “Ben özgürüm” demek siyasalı ferdileştirerek otoriterliğe karşı bireysel bir savaş açmak demek. Ancak kime karşı, ne kadar ve hangi sınıra dek savaş açılabilir?

Şimdi burada özgürlük üzerine yazmak yada konuşmak bizi özgürleştirir mi? Özgürlük üzerine konuşanlar ve yazanlar bu yaptıklarıyla kendilerinin özgürleştiklerini ve özgürlük için büyük bir imkân yarattıkları duygusuna kapılabilirler. Özgürlük üzerine konuşmak onun derin ontolojik ıstırabını duymaktan ve politik somutlaşmasının mücadelesine ortak olmaktan daha kolaydır. Özgürlük üzerine konuşurken her modern olana karşı çıkmanın dayanılmaz hafifliğine kapılmamak gerektiği gibi ‘muasır medeniyet seviyesine’ çıkmayı kendisine ülkü edinmiş toplumumuzda modernliğin yüce değerlerini tebcil etmek gibi ulvi bir vazife dayatmasına da boyun eğmemek gerekir.

İşte dananın kuyruğunun koptuğu yer tam da burası. Hiçbir kavram, kavram olarak kalmıyor. Hele de bu kavramlar kendilerine kurucu anlamlar yüklenen kavramlarsa! Artık bu kavramlar yukarıda da belirttiğimiz gibi tarihe mal olmuş birer fenomen halinde sınırlarını genişlettikçe belirsizleştirir ve bir mit haline gelirler. Göremediğimiz hava gibiher yere nüfuz eder. Mitler de her zaman büyük anlatıların ana kaynağıdır. Nietzsche’nin güzel tabiriyle mitler aklın protezleridir. Protez bir akılla düşünmek aslın yerine protezini koymak oluyor. Kavramsal içeriği tanınmaz hale gelen bu mitolojik ifade biçimleri, metafizik bir gerilim ve kutsiyet kazanıyorlar. O halde ben bu kutsal özgürlüğü olumsuzlayabilir miyim? Bunun için lanetlenmeyi göze almam gerekir.

Modernlik düşüncesi insanlığın tarihsel özlemlerini kurucu bir ideasyona dönüştürmeyi başarmıştır. Bunu ilk defa kendisinin başardığını, bu başarıyı da ait olduğu Batı evreninde, kendi toplumunda ve coğrafyasında yaptığını son derece efsunkâr biçimde tüm insanlığın zihnine kazımayı başarmıştır. Yani sizi ben özgürleştirdim diyor. Bu kavrayış sonucunda insanlara öğretilen şudur:‘Şimdi burada bir cennet varetmek bizim elimizdedir!’ Bu cennet, herkesin özgür olduğu, herkesin özgür olacağı, istediğini istediği şekilde yapacağı, doğmalardan kurtulacağı, aklın ve bilimin kutsal cennetidir. Hadi öyleyse hep birlikte bu cennete koşun! Bu cennet çağrısına karşı çıkanlar, karanlığı geri getirmeye çalışan, şeytanın avukatlığına soyunmuş bozguncular olarak görülüyor. Cenneti hak etmeyen lanetliler topluluğunun üyeleri olan bu kötü ruhlar olsa olsa sömürülmeyi ve köleleştirilmeyi hak eden cehennemliklerdir!

Ara Taksim: “Nesini Söyleyeyim Canım Efendim”

İnsan kavramlarla düşünür, kelimelerle konuşur, cümlelerle yargı belirtir. Her kavramın anlam dünyası doğup geliştiği evrende belirlenir. Kelimeler ve kavramlar farklı dünyalar arasında yolculuğa çıkınca her iklimde farklı bir elbise giyinir. Çünkü her beşerî zeminin anlam dünyası, algı dünyası, imgeleri, işaretleri, mecazları, normları, ilişkileri farklıdır. Durum böyle olunca bugünün en popüler, siyasal ve sosyolojik kavramlarından birisi olan özgürlük kavramını anlamlandırmak için kendi kaynaklarımız, düşünce ve inanç geleneğimiz içerisinde nasıl yer işgal ettiğini tespit etmek hiç de kolay olmayacaktır. Çünkü bu tespit çabamız çoğu zaman hâlihazırdaki yargılarımızı ispat etmek için delil aramaya dönüşüyor.

İslam düşünce geleneği içerisinde kelami tartışmaların başladığı asırlara uzandığımızda irade, ihtiyar, fail, hak, sorumluluk, hesap kavramları üzerinden bir tartışma görebiliriz. İrade, ihtiyar, hak, sorumluluk gibi İslami kavramların bugünkü özgürlük tartışmaları üzerinden tanımlanamayacağı ise tartışma götürmez bir gerçektir.

Müslüman fert ve cemaatler de basit kavramsal analojiler yoluyla özgürlüğün İslam’da da çok önemli bir değer olduğunu dile getirip, bu düşüncelerini küreselleşmenin etkisinde liberal bir söylem olarak tekrar edip, dinî form, norm ve ilkeleri bireysel tercihlere indirgemektedirler. Bu söylem ve pratiği de akli birtakım verilerle desteklemektedirler. Burada karşımıza çıkan sorun ise bu kimselerin akıl dediği şey ile İslam’ın akıl dediği şey arasındaki büyük farktan kaynaklanmaktadır. Batı ve İslam’ın akıl ve bilgiye yaklaşımındaki fark ve çerçeve yok sayılarak geliştirilen analojiler sonucunda özgürlük tanımı ve talepleri de hegemonik tarzda üstünlük gösterisi devam eden Batılı çerçeve içerisinde dile getirilmektedir. Oysa nasıl ki akıllarımız farklı ise akıllarımızın işleyişi de farklıdır.

Özgürlüğe sadece dilsel açıdan karşı çıkan yaklaşımların ikame etmeye çalıştığı kelime hürriyettir. Arapça ‘hürriyet’ bugünkü özgürlüğün anlam dünyasından uzaktır. Kaldı ki Kur’an’da hür kelimesi köleliğin karşıtı olarak kullanılır. Bu anlamıyla da sosyal bir statü meselesi olmasının yanında efendi açısından da bir mülkiyet meselesi olmuştur. Ha-ra-re Arap dilinde bağdan kurtulma, arındırma eylemleri için kullanılır. “Dinde zorlama yoktur.” ayetinin de üzerinde durduğumuz bağlamla irtibatının olmadığı aşikârdır.

Âl-i İmran Suresi 35. ayette İmran’ın karısının Meryem’i ‘muharreren’ mabede adaması da bugünkü anlamıyla özgürlüğe tekabül etmez. Çünkü orada da Meryem bağımsız ve bağlantısızlığa değil mabede hizmet etmeye, Allah’a bağlılığa adanıyor. Yani bir bağımlılık ve kulluk devrededir. Tapınak bekçilerinden, yerel yargılardan, mabet için konulan kurallardan, her türlü şirkten ve zulümden ari olarak Allah’a, O’nun mabedine hizmete ve kulluğa halis bir adama şeklidir bu.

Bernard Lewis’in İslam’ın Siyasal Dili adıyla Türkçeye tercüme edilen kitabındaki tespit doğruysa, İslam dünyasında özgürlük teriminin yer aldığı ilk metin 1798’de Mısır’ı işgal eden Napolyon Bonapart’ın yayınladığı deklarasyondur. Napolyon işgal gerekçesini açıklarken “Özgürlük (hurriyya) ve eşitlik ilkeleri üzerine kurulu Fransız Cumhuriyeti adına burada bulunuyorum!” demiştir. Müslümanlar açısından bu kavramlar yabancıdır. Çünkü onların literatüründe yönetimi nitelemek için kullanılan kavramlar özgürlük, eşitlik ve kölelik değil, adalet ve zulüm kavramlarıdır. Bundan sonra hurriyya kavramı özgürlük olarak Jön Türkler tarafından dolaşıma sokulmuştur. Bunun da Fransız Devriminin temel kavramları olan hürriyet, eşitlik ve kardeşlikten mülhem olduğu açıktır. Özgür tanımlaması da insani özün gürleşmesi, öne çıkarılması, belirleyici kılınması anlamında açıkça hümanizmi çağrıştırmaktadır. Bu da nihayet pozitivist rasyonalizme gönderme yapar.

Özgürlüğe karşı dikkate almamız gereken kavram kanaatimce ubudiyet kavramıdır. Ubudiyet bizim hakkımızı da hukukumuzu da kendimize ve başkalarına karşı sorumluluğumuzu da zalimlere karşı tavrımızı da dost ve düşmanla ilişkilerimizi de varlığa ve Allah’a karşı konumumuzu da hasılı kelam insanı ilgilendiren ne varsa tüm bildirimleri ve davranış biçimlerini muhtevi bir kavramdır. İbadet gönülden bağlılık demektir. İtaat unsurlarının belirgin olduğu bir anlam dünyasını işaret eder. Çünkü ibadet sadece günlük olarak yerine getirilen ritüelleri değil hayatın her alanındaki davranma biçimlerimiz için norm belirleyen ve form koyan bir içeriğe sahiptir. Namaz kılmak nasıl ibadet ise zalimlere karşı direnmek de ibadettir. Ubudiyeti bütünleyen kavramlar İslam düşünce geleneği içerisinde ‘irade’, ‘ihtiyar’, ‘sorumluluk’, ‘ceza’ ve ‘hesap’ kavramlarıdır.

Hududullah’ı dikkate almayan, salim aklın yerine hevanın belirleyici olduğu tasavvur sonucunda bir azgınlığın ortaya çıkması mukadderdir. Örneğin Bakara Suresi’nin 187. ayetinde oruçlu iken nasıl davranılması gerektiği ile ilgili sınırlar belirtilirken “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır, bu sınırlara yaklaşmayın.” ikazı son derece önemlidir. Özgürlük alanı Allah’ın belirlediği sınırlarda son buluyor. Benzer şekilde aynı surenin 229. ayetinde “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır, bu sınırları aşmayın.” denilmiştir. Hakeza 230. ayet ile Mücadele Suresi 4. ayette de aynı ifadeler yer almaktadır. Hududullah’tan bahseden bu ayetlerin, nefsin kontrolünde en zor süreçler olan oruç ve kadın-erkek ilişkileri ile ilgili olması da hevanın isteklerine ve arzuların yönlendirmesine karşı sınırların gözetilmesinin önemini göstermesi açısından çok açıklayıcıdır.

Casiye Suresi 23. ayette de Yüce Allah “Nefsini ilah edinmesi sebebiyle Allah’ın bir ilim dâhilinde sapıklığını onayladığı, kulağını ve kalbini mühürleyerek gözlerine perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola iletebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” demektedir. Arzu, istekler, heva ve heves aklı devreden çıkararak kişiyi kendisine bağımlı hale getirip onu kendi kölesi kılar. İşte tam da bu köleliğe modern paradigma özgürlük demektedir. Bu açıkça bir hedonizmdir. Sapıklıktır.

Vahiylerin geliş amacı insanı makul ve fıtri olana yönlendirmektir. Hatta vahyin ana gayesinin bozulmuş aklın ıslah ve inşa edilmesi dersek abartmış olmayız. Makul olana yönelimi devreden çıkaran her türlü talebin gayri meşru olduğunu bu çerçevede kabule mecburuz.

Aslında toplumsal bozulma, zulüm, cinayet, haddi aşma hep bu hevanın çeşitli şekillerde iktidarı ele geçirmesiyle kendisini gösteriyor. Zalimlerin, katliamcıların, canilerin yaptıkları köleleştirme ve itaat talepleri karşısında fıtri bir tepki olarak da insanlar bu baskılara isyan etmektedirler.

Ayartmanın Metafiziği: “Sevmekten Kim Usanır?”

Özgür olmaktan kim usanır ki? Yukarıda izaha çalıştığımız gibi özgürlük modern anlamda hümanizmadan köken alan ‘özne’nin inşa sürecine tekabül eder. Psikolojik temellerini Freudyen teoride gördüğümüz ego merkezli düşünce süreci pozitivist sosyoloji sayesinde bizim kültürümüze özü gürleştirmek olarak dâhil edilmiştir. Öznenin inşası yalnız başına özne inşası değil onun ayrılmaz vasfı olan özerkliğin de inşası demektir. Bu özerk özne için bir sınır tanımlamaksa mümkün değildir.

Modern insanın tüketme, haz ve tabiata hükmetme özgürlüğü onu en iyi tanımlayan evreni işaret eder. Bu evrende tanımlanmış alanda istediği gibi davranabilir. Seçme, tercih etme özgürlüğü, tüketilenle anlam kazanma şansı, sahip oldukları ile statü kazanma çabası ayartılmış bir özgürlük anlayışıdır. Seçme iradesinin kendisi kutsanmıştır. Neyi seçtiğinin önemi olmayan insan sadece seçebilme ile avunmak zorundadır. Seçmeyi reddetme ise özgürlük sayılmıyor.

Özgürlüğü cazip kılan şey yarattığı fark durumudur. O böler ve ayrıştırır. Bir ayrıcalıktır. Onun varlığı iyi ile kötüyü, istenenle istenmeyeni birbirinden ayırır. “Birisinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir.” diyor Zygmunt Bauman. Kişiler ancak kurtulmak istedikleri çeşitli bağlılıkları varsa özgürleşebilirler. İnsandan bağımsızlaşmak isteyen insan gizli bir tahakküm duygusu taşır. Tanrıdan bağımsızlaşmak isteyen kişi ise yarı tanrı olmak için çabalamaktadır. Bunun sonucunda toplum, mahremiyetin anlamsızlaştığı, merhametin yok edildiği insanın çıplaklaştığı ve yalnızlaştığı bir gulyabaniler ordusuna dönüşür.

Özgürlük adına iflah olmazı cezalandıran, şüpheliyi tutuklayan, deliyi kontrol altına alan, başıboş gezeni çalıştıran, heveslisini teknolojik üretimin çarkı haline getiren tekno-toplum bütünsel bir yapı oluşturan tahakküm mekanizmasıdır. İnsan üretme fabrikasına dönüşmüş dünyamıza özgür dünya denmektedir. Savaşlarda milyonlarca insanın yok edildiği bu dünyada silahlar, füzeler özgürlük adına ateşlenmektedir. Özgürlük, insanın kendisinden nefret etmeden kabul edemeyeceği Afrika’daki açlığın ve katliamların sürdüğü dünyanın şiarıdır. Yaygaracı bürokratik oligarşilerin en büyük günahları bu özgürlük seremonilerinden güç alır. Zehirli gazlarla öldürülen çocuklar özgürlük savaşı adına verilmiş zayiatlar olarak görülür. Özgürlüğün diğer tüm formlarını ütopik ve gerçekdışı gören yaklaşım işte bu ölümcül özgürlük düşüncesinin başarısıdır.

Distopik Toplumda Ütopik Bir Şarkı: “Her Mevsim İçimden Gelir Geçersin”

Her halükarda insan özgürlük arayışından vazgeçmez. O halde bu arayışı nasıl anlamlandırmak gerekir? İnsan, düşüncesi, hayatı ve toplumsallığı üzerindeki baskılardan bunalır. Bu dünya onun için bir zindana dönüşür. Bu durumda ya metaforik, simgesel bir anlatım diline sığınır, şiir yazar, sanat eseri vareder, müzik yapar yada canı pahasına bu zindandan kurtulma mücadelesi verir. Üçüncü seçenek ise absürde sığınarak intiharı seçmektir. Sanat böyledir mesela. İnsan bir kurtuluş kapısı bulamadığı bu dünya zindanından sanat yoluyla bir pencere açar ve oradan nefeslenmeye çalışır. Bir yurt arayışıdır sanat. Ancak gerçek bir özgürlüğü sunmaz insana. Yalnızca özgürlük talebini dillendirir.

Özgürlük bizim gibi ülkelerde sadece stoacı bir metafizik fantezi değildir. Neredeyse tamamen ontolojik ve politik bir durumdur. Çünkü hayat bir kriz içerisindedir. Bunun için bizleri kullaştırmaya çalışan her türlü etkiden arınmak için siyasallaşıyoruz. Böylece özgürlük ferdî bir sorun olmaktan çok toplumsal bir mesele haline geliyor. Topyekûnvaroluşsal bir değişim için verilecek bütünsel çabalara yöneliyoruz.

Bu bağlamda siyasal ve toplumsal özgürlük sorunlarıyla karşılaşıyoruz. Mücadele alanımız çoğulculuk, demokrasi, hoşgörü gibi liberal kavramlarla kuşatılıyor. Temelde hakikati arama yolunda farklı yaklaşım biçimlerine karşı gösterilmesi gereken hoşgörü makul, meşru, fıtri, insani sınırları aşmayan, ifsada, anarşiye sebep olmayan, ahlaki ve sosyal bir gerekçeye dayanan bir tavırdır. Her türlü ifsadın kapısını açan, her türlü düşünsel ve amelî sapmanın gerekçesi olan sözleri, davranışları, yaşayış biçimlerini hoş görmemizi gerektirecek bir inanca, bildirime, insani ve vicdani gerekçeye sahip değiliz. Bunları açıkça hor görmek gerekiyor.

Çoğulcu toplum retorikleri ise post modern izafiyet anlayışını en iyi yansıtan bildirimlerdir. Hakikatisıradanlaştıran, anlamı buharlaştıran, etik, estetik kategorileri yok sayan, birbirine taban tabana zıt anlayışları bir potada eritmeye yönelen bu inşa faaliyeti, zaten öteden beri hükümranlığını kuvvetlice tesis etmiş ve hegemonik bir dille tanrısız, ahlaksız, vicdansız ve merhametsiz bir dünyayı kurmuştur. Modern çoğulculuk bütün olumlu çağrışımlarına rağmen, tekleştirici, homojenleştirici bir evrendir.

Bu çoğulculuk anlayışı caminin yanındaki büfede içki satışını normalleştirerek aynı düzeye indirger. Tramvayda cevşen okuyan bir dindarı, sarmaş dolaş bir kızla erkeği aynı karede anlam bütünlüğüne zorlar. John Stuart Mill’in Özgürlük Üzerine’de‘her bireyin kendine uygun gördüğü bir mutluluğun peşinden koşması ve bunun araçlarını bizzat kendisinin belirlediği bir yöntemle gerçekleştirmesi’ olarak tanımladığı mutlu olma durumu çoğulculuk düşünün en temel kavramıdır. Nasıl mutlu oluyorsan öyle yap! Rahat ve müreffeh yaşayabilmek için çoğulculuğa saygı gösterilmesi gerektiği dayatması özellikle toplumsal yapının bozuma uğratıldığı kentte kendisini göstermektedir. Kent evsiz bir hapishanedir. Hayat tarzları diye tabir edilen birbirinden azgın talepkâr ve heveskâr yönelişler modern olmanın ölçüsü sayıldığı için tarafımızdan da kutsanması istenmektedir. İzafilik ve çoğulculuk artık günümüzde insan hayatına ve günümüz dünyasının ruhuna yeni bir anlam ve istikamet kazandıran kurucu kavramlar haline geliyorlar.

Epistemolojiden Pratik Politik Tutuma Özgürlük: “Duydum ki Unutmuşsun Gözlerimin Rengini”

Özgürlük kavramını İslamcılık gibi üretilmiş bir kavram olarak görmemiz gerekiyor. Nihayetinde Allah “Adaleti, en geniş anlamıyla ihsanı ve sahip olduklarımızı paylaşmayı emrediyor, fuhşiyatı, münkeratı ve onlara götüren yolları ve fıtrata yabancılaşarak azgınlaşmayı, haddi aşmayı yasaklıyor.” Bunlar emirdir ancak özgürlük bir emir değildir. Biz onu Kur’an’ın genel öğretisinden ve geçmiş resullerin örnekliğinden çıkarım yoluyla üretiyoruz. Bu noktada son derece dikkatli olmalıyız. Zaten buraya kadar anlattıklarımız da bu noktaya dikkat çekmek içindir.

Kulluğumuzu ifaya yönelik sınırlamaları reddetmek, siyasal varlığımıza yönelen tehditleri bertaraf etmek, sosyal dokumuzun ifsat edilmesine karşı çıkmak için ortaya koyduğumuz yönelimi özgürlük arayışı olarak ifade ediyoruz. Bu pratik açıdan bir ihtiyacı karşılıyor. Ancak toplamda içinde bulunduğumuz siyasal ve sosyal atmosferin ürettiği anlayıştan farklı bir anlam dünyasını işaret ediyoruz. Bu durumda özgürlük iyi mi kötü mü diye bir ikileme düşme kaçınılmaz olarak kendisini dayatıyor.

Metafizik anlamda özgürlük mümkün görünmezken ontolojik olarak biz üzerimizdeki zincirlerden, bizi fıtratımız doğrultusunda hareket etmekten alıkoyan ağırlıklardan kurtulmak için özgürleşmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Modern özgürlük düşüncesinin de postmodern özgürlük düşüncesinin de eşyayı, tabiatı, insanı, insanın duygularını, özlemlerini istediği gibi şekillendirme hevesine karşı biz dur diyoruz. Bunların büyük ağırlıklar olduğunu ifade ediyoruz ve diyoruz ki asıl özgürlük bu bağlardan ve ağırlıklardan kurtulmaktır. Böylece ikame edilmiş tanrısallıklardan, ‘arlanmaz bir bencillikle sadece kendi faydasını düşünen’ insan algısından hicret ediyoruz.

Franz Rosenthal’in tespiti ile Müslüman olarak özgürlükte iki katman görüyoruz. Bunların birincisi metafizik ya da kelami katman, ikincisi ise ontolojik katmandır. Ontolojik katmanın en görünür hali ise siyasal ve fert özgürlükleri ile ilgili alanlardır. Zaten zamanınızda çatışmalar büyük oranda bu alanlarda yaşanmaktadır.

Coğrafyamızda büyük bir yangın ve kan deryası hâkim olmuştur. Zulmün varlığı, var olmak için gerekli bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Özgürlüğün bağlamlarının sayılamayacak kadar çoğalmış olması birçok alanda özgürlük adına verilen mücadeleleri var etmiştir. Bugün eskiye göre yeni bir durumla karşı karşıyayız. Sorunlar çeşitlenmiştir. Dil özgürlüğü, etnik temsiliyet meselesi, ulus devlet dayatmaları, düşünce sorunları, terörizm tartışmaları, basın yayın özgürlüğü, siyasal sorunlar, egemenliğin kullanılması özgürlüğü ve daha niceleri hep bu çeşitlenmiş sorunlardan sadece bazılarıdır. Bu sorunlar çoğu kez özgürlük bağlamı içerisinde kendisini ifadelendirmektedir.

Özgürlük Taleplerinin Kimyası: “Ben Seni Ellerin Olsun Diye mi Sevdim”

İnsan ne için özgür olmak ister? Neyden özgür olmak ister? Özgürlük arayışının sonu refaha kavuşmak mıdırfelahı bulmak mıdır? Devam eden savaş ortamlarını ve durumlarını geçici durumlar olarak değerlendirip ayrık tutacak olursak, bugünkü küresel kültürel monopol karşısında özgürlüğümüzü elde etmek için savaşmak zorunda kaldığımız aktörleri çoğu zaman somut olarak karşımızda göremiyoruz. Bu muhataplar tıpkı modern özgürlük düşüncesinin sınırsızlaşması ve buharlaşması gibi somut mücadele edilebilir bireyler olmaktan hızla uzaklaşarak mitik karakterler haline geliyorlar. Özgür seçimlerimiz ve düşüncelerimizle, hız ve haz imparatorluğuna dönüşen bu anaforda bilinçaltımız akıl dışı bir şekilde ayartılıyor. Bunun müsebbibi kimdir, bunu anlayamıyoruz. Bu kuşatılmışlık halinden nasıl kurtulacağımızı bir özgürlük sorunu olarak algılayamıyoruz. Jung psikolojisinin temel kavramlarından olan toplumsal bilinçaltı artık küresel bilinçaltı halini almıştır.

Özgürce seçebilmemiz için önümüze sonsuz sayıda seçenek sunuluyor. Ancak her bir seçenek sunucunun ahlaki, estetik ve siyasal algılayışı ile inşa edilmiş durumda. Bu seçeneklerden herhangi birisini tercih etmek özgürlüğün sınırları içinde kalmak demek! Bireysel tercihlerin kutsanarak geleneksel her türlü değerin, normun ve örfün dinamitlendiği, belirlenen seçeneklerden birisinin zorunlu tercihi ile insanın anlamlandırıldığı, tercihlerin de insanı ve hayatı atomize ettiği bir yalnızlıklar dünyasıdır içinde yaşadığımız dünya.

Modern özgürlük bir refah ve haz arayışıdır. İpini koparmış maddi ve manevi tutkuların ulaşmak istediği şey, sınırlandırmaya ve engellemeye uğramaksızın tüketmek, hareket etmek ve haz duymaktır. Bununla bir refah içerisinde olacağını düşünür. Oysa mümin kişi refahı da fıtri ve vahyî alanda arar. Bunun ötesinde ulaşılmak istenen ister müreffeh halde olsun isterse darlıkta olsun bir felah arayışıdır. Mümin sonuçta felaha yönelen kişidir.

Özgürleşmek bugün bireyselleşmek demektir. Birey olmanın şartı özgür olmaktır. Cemaat, aile, örf, komşuluk gibi kurumların varlığını özgürlüğe tehdit görerek yok etmeye yönelen özgürlük düşüncesi Allahsızlaştırmış olduğu bu dünyayı aynı zamanda insansızlaştırmaktadır. Konformizme teslim edilmiş bir dünya her ne kadar dinden bağımsızlaştığını düşünse de aslında kendi icat ettiği materyalist bir dine iman etmeye çağırıyor insanları. Liberalizm kendisini bütün ideolojilerin üzerinde bir mutlak olarak görüyor. Liberal düşünce ve davranışların otoriterliğini ilan eden bu küstah tutum açık bir totaliterlikten başka bir şey değildir. Katolik dayatmaya karşı Protestan bir neşide ya da liberal bir kapitalizm gösterisi.

Özgür Olmak Yada Özgür Kalmak: “Nasıl Geçti Habersiz O Güzelim Yıllarım”

İnsan özgür kalmak için sürekli bir çaba içerisinde olabilir. Bu özgürlük anlayışı onu fıtratıyla barışık bir şekilde vahyin kılavuzluğunda bir yolculuğa çıkarır. İnsan bir yolcudur. Bir ağaç gölgesinde dinlenmek üzere yola koyulmuş bir yolcu. Yolcu sürekli bir tedirginlik halinde olmalıdır. Bu tedirginlik hali, onu hedefinden alıkoyacak engellere ve bağlara karşı uyanık ve mücadeleye hazır olma bilincidir. İnsan zaten özgürdür. O kendisine yabancılaşarak hakikate karşı kör, sağır ve unutkanlığa düşerse köleleşmeyle yüzleşir. O halde çaba özgür kalmakla ilgili bir çabadır, özgürleşmekle ilgi bir çaba değil.

Özgürlüğün sınırı yolcunun tabi olduğu hidayet yolunun sınırlarıdır. İnanç evrenimizde bunlar hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, adalet-zulüm, hak-batıl, tevhid-şirk ikilemleriyle ifade edilmiştir. Bütün bunları yaşanılır gerçekler halinde pratize etmek için yaşadığımız çağda aklın ıslahına, amelin ıslahına ve düşüncenin ıslahına yönelik büyük bir çaba var etmeliyiz. Özgürlüğü sadece bir seçme serbestisi olarak algılamak büyük bir yanılgıdır. Seçme iradesi yani tercih özgürlüğü kadar seçilenin keyfiyeti de bizim açımızdan iyiyi, güzeli ve doğruyu işaret etmelidir.

İnsan hevasının, arzularının, yörüngesini kaybetmiş aklın tercihleri ne saygı değerdir ne de hoş görülebilir. Hududullahı gözetmeyen tercihlerin büyük bir hüsran olduğunu unutmamalıyız. Aklın, düşüncenin ve duygunun her türlü ayartıcı bağlılıktan kurtarılabildiği oranda insan özgür olabilir. Düşünsel kölelik, duygusal kölelik özgürlüğün önündeki en büyük engellerdir. Kuşatılmış bir siyasal ve sosyal evrende tercihe zorlandığımız seçeneklerden birini kabullenmek özgürlük değil aksine aklileştirilmiş ve estetize edilmiş, çoğu zaman barbarlığı çağrıştıran biçimsel bir özgürlüğe köle kılınmaktır.

Modern özgürlük algısına teslimiyet Müslüman camiaları ve toplumları bireyselleşmenin anavatanı kılmaya başlamıştır. İstişare kültürünü, karşılıklı dayanışma bilincini, karşılıklı olarak iyiliği emir ve kötülükten nehiy mekanizmalarını yok etmektedir. Müslümanlar ve müminler arasındaki velayet bağını yok etmekte, hukuki sorumlulukları anlamsızlaştırmaktadır. Herkesi kendi zindanında bir tutsağa dönüştüren bu yalnızlaştırma dalgası ortak maslahat düşüncesini ve pratiğini ortadan kaldırıyor. Toplamda Müslüman zihin dünyasından hicreti kolaylaştırarak Müslümanları sosyal hayatta cahilî telakkilere doğru bir yolculuğa elverişli hale getiriyor.

Dünyayı bir kontrol toplumu şeklinde düzenleyen modern tasarım ideolojisinin bizi, her zaman özgürlüklere karşı olmakla suçlayabileceğini unutmamalıyız. İnsan onurunu koruyacak her türlü özgürlük tanımlamasının yanında yer alırken, böyle bir tasarım ideolojisinin vazettiği ‘özgürlük adına ve özgürlüğe rağmen’ bir düzeni kökten reddettiğimizi sarahaten söylemeliyiz. Bununla beraber karnı tok, sırtı pek Müslüman sosyeteyi, defilelerde boy gösteren fahşayı, istiğnalarını ibadi ritüellerle gizlemeye çalışan dindar kapitalist ruhu da ifşa etmeli ve reddetmeliyiz. Çünkü rezalet gösterileri özgürlük adı altında büyük bir ölçüsüzlüğü çoğaltmaktadır.

HABERE YORUM KAT

1 Yorum