Mithat Sancar

Mithat Sancar

Yazarın Tüm Yazıları >

Oyun

06 Temmuz 2011 Çarşamba 17:12A+A-

Homo Ludens, Johan Huizinga tarafından altmış yıl önce yazılmış şahane bir kitabın adıdır (Türkçesi, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmıştır).

Huizinga, “oyun oynayan insan” (homo ludens) tabirinin, insan türünü tarif etme konusunda, en az “imal eden insan” (homo faber) kadar açıklayıcı olduğunu savunur. “Oyun”u, insanın en esaslı işlevlerinden biri olarak gören Huizinga, kitap boyunca bunun neden böyle olduğunu çarpıcı misallerle anlatır. “Oyun”un bu işlevlerini yerli yerine oturtabilmek için de, kitabın başlarında, “oyun”a verdiği anlamı açıklar.

Oyun, hayatın boşluklarını doldurur; onu süsler, zenginleştirir! Zira “oyun, en gelişmiş biçimleri içinde insana bahşedilmiş estetik algılama yeteneğinin en soylu unsurlarını meydana getiren ritim ve armoni ile doludur”.

Peki, nedir “oyun”un karakteristik özellikleri? “Her oyun, her şeyden önce gönüllü bir eylemdir. Emirlere bağlı oyun, oyun değildir.” Yani, “oyun serbesttir, oyun özgürlüktür”.

Ayrıca, “oyun ‘gündelik’ veya ‘asıl’ hayat değildir. Oyun bu hayattan kaçarak, kendine özgü eğilimleri olan geçici bir faaliyet alanına girme bahanesi sunar”. Bu kaçış, manevi varlığımızın derin tabakalarına doğru bir yolculuktur aynı zamanda. Bu yolculuğun amacı, biyolojik ihtiyaçların tatmininden daha yüksek bir tatmin düzeyine ulaşmaktır. Bunun için de, oyunu kendi kuralları içinde oynamak gerekir. İnsanın oyun vasıtasıyla kendine doğru bir uçuş hamlesi yapabilmesi, oyunun büyülü çemberi içinde kalmasına bağlıdır. Oyunun kurallarına uymak, işte bunu sağlar. Kuralları ihlal eden kişiye, oyunbozan denir.

Futbol, diğer bütün profesyonel “oyun”lar gibi, bu anlamda bir oyun olmaktan çoktan çıktı.Tinsel/manevi dünyanın esin ve besin kaynağı olma özelliği kaybolunca, oyunun özü de buharlaşır.

Profesyonel dünya, bütün oyunları, madde ve iktidar aracı olarak görür. Oyunun kuralları, kitapta yazılandan çok başkadır ve çok başka bir âlemde belirlenir. Oyunun sonu, çoğu zaman oralarda kararlaştırılır. Oyun tutkunu fanilerin payına, bu kötücül kudretten kurtulabilen estetik ve haz kırıntılarıyla teselli bulmaktan fazlası düşmez maalesef. Der ki Foucault, “oyun, ancak sonunda ne olacağını bilmediğimiz zaman oynamaya değer”.

İnsanların büyük bir kısmı, oyunun özünü yok eden bu oyunları bilmesine rağmen, oyuna katılır. Bazıları çaresizlikten yapar bunu; oyun fikrinden ve ihtiyacından vazgeçemediği için. Bazılarıysa, kendi güçsüzlüklerini örtecek “zafer”lerin, hangi yol ve yöntemle olursa olsun elde edilmesini kabule hazırdır zaten.

Haz ve estetik alanındaki oyun, gündelik hayatın sıkıcı rutinlerinden, yerleşik gerçeklerin boğucu sınırlamalarından kaçmak için iyi bir sığınaktır. Kaçmanın anlamı, değeri ve mümkünlüğü üzerine okuduğum güzel yazılardan birine, Theodore Zeldin’in, İnsanlığın Mahrem Tarihi adlı “oyun tadında”ki kitabında rastlamıştım. O bölümün başlığı şöyledir: Dertlerden kaçma sanatının gelişip de nereye kaçacağını bilme sanatının gelişememesi...

Kaçışın muhtelif türleri, değişik sebepleri ve amaçları olduğunu bir güzel anlatır Zeldin bu 13-14 sayfalık bölümde. Bunu da özetleyecek değilim artık; şu kadarını söylemekle yetineyim: “Oyun olmayan oyun” gibi, “kaçış olmayan kaçış”lar da vardır. Bunların başında da, insanın kendi iç dünyasından, kendi deruni hakikatlerinden kaçma çabası gelir.

Gündelik dünyanın tüketici döngüsünün dışına çıkmak, kendini çoğaltmaya imkân sunar. Ama kendinden kaçmak, daha fazla azalmaktan, giderek tükenmekten başka bir kapıya çıkmaz. Üstelik kendinden kaçmak, pek öyle kolay, hatta mümkün de değildir. An gelir, oyun biter; game over! Bakınız Fight Club filmi...

Toplumlar, bütün hücrelerini çürüten iktidar oyunlarını bir süre görmezden gelebilirler. Oyunların çok uzun süreden beri sahnelenmesinin de etkisiyle, sanki tek mümkün hayat düzeni buymuş gibi bir havaya da kapılabilirler. Ama oyunların ortak bir özelliği ya da kuralı vardır; “güzel” oyunlar gibi, “çirkin” oyunlar için de geçerlidir bu: Oyun, geçicidir; bir gün sona erer!

Toplumlara yukarıdan çekilen ve/veya toplumların kendi kendilerine ördükleri örtüler, yine o toplumların içindeki çeşitli itiraz ve isyan, güzellik ve vicdan kaynakları tarafından sürekli çekiştirilir, hırpalanır. Gün gelir, o örtüler delik deşik olur ve kirleri örtemez hale gelir!

Toplumsal ve siyasal hayatın çeşitli alanlarında, insanların kendilerini öğüten oyunlara malzeme edildiği düzenin üzerindeki örtünün böyle parçalandığı zamanlardan geçmekteyiz. Futboldaki “şike operasyonu” da bunun çok önemli bir parçasıdır.

Cornelius Castoriadis, “toplumun muazzam ve sürekli bir örtme operasyonu” olduğunu söyler. Bunu “öz-gölgeleme” olarak adlandırır Castoriadis. Bir de, toplumun sürekli kendi kendisini kurduğunu belirtir. Toplumun iktidar oyunlarından özerkleşmesi yönünde akan bu dinamiğe de “öz-kurma” der.

Şimdi Türkiye, epeyce bir süredir öz-gölgeleme oyununun bozulması, örtünün yırtılması halini yaşamakta. Bunun nereye akacağını, toplumun kendini kurma (öz-kurma) dinamiklerinin gücü ve etkisi belirleyecek. Öz-gölgelemeden kurtulmak, elbette çok önemli ve çok da zordur; ama öz-kurma bundan çok daha zorlu olacak gibi görünüyor...

TARAF 

YAZIYA YORUM KAT