1. YAZARLAR

  2. Ahmet Yıldız

  3. Oryantalist bir söylem olarak ‘Muhafazakârlaşma dalgası’
Ahmet Yıldız

Ahmet Yıldız

Yazarın Tüm Yazıları >

Oryantalist bir söylem olarak ‘Muhafazakârlaşma dalgası’

28 Mayıs 2012 Pazartesi 05:02A+A-

 ‘Muhafazakârlaşmada artış söylemi, İslam’ın kamusal alandaki görünürlüğünün artmasına karşı geliştirilen saldırgan bir savunma refleksidir.

Taliban 1996’da Pakistan ve ABD’nin desteğiyle Afganistan’da iktidarı ele geçirdi. 11 Eylül’e kadar da bu iktidarını sürdürdü. 11 Eylül sonrasında ABD Başkanı G. Bush, Afganistan’a karşı “Haçlı seferi”ni başlatınca, bu savaşta kendisine en büyük desteği veren ‘silahsız kuvvetler’ mensupları, Tony Blair’in eşi Cherie Blair ile Laura Bush da, Taliban “zulmü” altında inleyen Afgan kadınlarını hatırlayıvermiş ve bir yardım kampanyası başlatmışlardı. Afgan kadınlarının göz yaşartıcı hikayeleri ve katlanmak zorunda kaldıkları sıkıntılar medya yoluyla dramatize edilerek, Batılı vicdan tahrik edilmişti. Kader “Beyaz Adam”a bu insanımsı yaratıklara medeniyetin ışığını taşıma misyonunu vermişti. Fonlar oluşturuldu, “Afgan kızı” hikayesi (2002) popülarize edildi. Oysa, soru şuydu: Afgan kadınları aynı sıkıntıları 2001 öncesinde de yaşıyorlardı. Ne oldu da, bu sıkıntılar 11 Eylül’den sonra keşfedildi? Töre cinayetlerinin, Katolik, Ortodoks ve Uzak Doğu kültürlerinde karşılığı olmasına rağmen, bunun Müslüman toplumlara özgülenmesi ve İslam’ın sosyo-politik risk kavramı etrafında ele alınması, çözüm olarak da Batılı seküler kadın hakları anlayışının evrensel doğru olarak propaganda edilmesi, moralitenin bütünüyle stratejik çıkar hesapları üzerinden tanımlanarak iktidar kaygılarıyla temellendirildiğini göstermektedir.

Şarkı şarklılaştırmak

Edward Said, Orientalizm isimli çığır açan çalışmasında, Doğu/Müslüman toplumlara ilişkin Batı akademiyasında üretilen çalışmaların, medya, edebiyat ve sanat alanındaki temsillerin nasıl ideolojik bir söylem olarak kurgulandığını deşifre etmektedir. Montesquieu’den Hegel ve Marks’a kadar Batılı düşüncenin bütün renklerinde karşılık bulan Şark Despotizmi tezi, tam da böylesi bir araçsal iktidar söylemidir. 18 ve 19. Yüzyıllar boyunca Şark insanı, bir taraftan alicenap, misafirperver ve cömert olarak tasvir edilirken, öte yandan edilgen, iradesiz, “astığı astık kestiği kestik” despotlara mutlak itaatle yükümlü zavallılar olarak temsil edilmiştir. Aynı söylem, Kemalizm tarafından da kullanılmış, Batılı sömürgeci elitin fonksiyonunu ikame “yerli” elit üstlenmiştir. “Şarkın şarklılaştırılması” şeklinde gerçekleşen bu süreçte, Şark’ın temsili, arzuya fikir sureti giydirme biçiminde gerçekleşmiştir. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen, kendi keyfi dışında bir şey düşünmeyen, zillet ve meskenete beşiklik yapan Şark’ın bir şefkat ve kudret eline ihtiyacı vardır. Bu el, sömürgeci beyaz adamın uzattığı eldir. Gelirken İncil uzatan, giderken geldiği yerin zenginliklerini sırtlayıp götüren beyaz adam, kendi ülkesinde kiliseye savaş açtığında bile, Müslüman dünyaya karşı Hıristiyan’dır. Sömürgeciliğin temdin misyonuyla donatılarak haklılaştırılması, düne ait bir olgu değildir. İslamofobik söylemlerin çekirdek önermeleri arasında bu yaklaşım varlığını sürdürdüğü gibi, Türkiye ve İslam dünyasında “muhafazakar bir dalga”dan söz eden çalışmaların azımsanmayacak bir kısmı da, esas itibariyle oryantalist söylemin bir parçası olarak ele alınmayı hak etmektedir.

Kemalist muhafazakarlık

Türkiye’nin “iyice muhafazakarlaştığı,” “Sünni-İslamcı merkeze” sahip bu muhafazakarlığın “seçimsel hegemonyayı” yedeğine alarak kültürel çoğulculuğa karşı büyük bir tehdit oluşturduğu tezi, 28 Şubatçıların, “dinciler hızla çoğalıyor, İmam-Hatip lisesine gidenler çoğunluğu belirleyecek hale geldi” paranoyasını üretip, medya yolu ile irtica tehlikesi filmini gösterime sokup, bu şekilde İslam’ı ve Müslümanları kriminalize etmelerinin hafifletilmiş bir versiyonudur. Oryantalizmin yaşayan piri Bernard Lewis’in 28 Şubat sürecinin asker aktörlerinin aktif danışmanlarından biri olması, “muhafazakarlaşma” tezinin sadece Türkiye ve AK Parti üzerinden değil, Arap Baharı üzerinden de üretilmesi, meselenin akademik olmaktan çok, stratejik bir iktidar denklemine tekabül ettiğini göstermektedir.

Türkiye’nin muhafazakar dalganın tesiri altında, Kemalist hegemonyadan kurtulurken, onun yerine “muhtevada muhafazakar, biçimde Kemalist” yeni bir hegemonyanın oluşmaması gerektiğine dikkat çeken yaklaşımlar, kültürel çoğulculuk içinde İslami değerlerin erişilebilir hale gelmesi/getirilmesini kastetmiyorlarsa, göz ardı edilemeyecek bir problem alanına işaret etmektedirler. Elbette sekülerleşme zorunlu bir veri değildir; bir tercihtir. Bir tercih olduğunda bile, Charles Taylor’ın sekülerleşmenin birinci ayağı olarak tanımladığı husus, kamusal alanın demokratikleştirilmesini, yani kamusal alanın vatandaşları ötekileştirmeden hepsine ait olmasını ifade eder. Oysa, “kamusal alanda Allah’a yer olmadığını” söyleyenlerin Müslümanların varlığına tahammül etmesi mümkün değildi.

Türkiye’de sürmekte olan çatışma, öncelikle kamusal alanın çoğulcu bir alan haline getirilmesini içermektedir. Sürekli olarak ötekileştirilenlerin İslam üzerinden muhafazakarlık etiketli bir “öteki” inşa etmeleri mümkün değildir. İslam ötekileştirmez; ötekileştirme üzerinden bir tanımlamaya imkan vermez. “Kafir” “müminin” ötekisi değildir; çünkü iman küfür üzerinden tanımlanmaz: aksine küfür kendisini iman üzerinden tanımlar. Dahası. bir kafirin tüm sıfatlarının ya da fiillerinin küfründen kaynaklanması gerekmez. “Gayr-ı mümin Müslümanlar” ile “gayr-ı müslim müminler” ayırımı da buna işaret eder. İman asıl, küfür tebeidir. İmanın inkarı küfürdür; dolayısıyla küfür vücudi değil isnadidir.

Oysa, tarihsel Hristiyanlık tarih boyunca, İslam’ın doğuşundan başlayarak, kendisini sürekli İslam’ın kriminalize edilmesi ve Müslümanların ötekileştirilmesi üzerinden üretmiştir. Bu rol, modern dönemde oryantalizm tarafından üstlenilmiştir. Batılı bağlamda hala yok sayılan İslamofobi, oryantalizmin nesebi sahih veledidir. Türkiye’de yerli İslamofobinin ideolojisi olan Kemalist devrim İslam’ı ve Müslümanları ötekileştirmiş, inkılapçı-mürteci denklemine hapsederek insan ve vatandaş hakları kapsamının dışına almıştır. 28 Şubat, yerli ve Batılı İslamofobların desteğinde bu durumu yeniden tesis etmenin pratiğidir.

Burada şu noktaya dikkat çekmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Nasıl ki, 28 Şubat süreci Neoconların aktif işbirliği ile gerçekleşmişse, Arap Baharı’nın İslam Kışına yol açacağı, Arap toplumlarının İslamlaşacağı/muhafazakarlaşacağı, Batı işbirlikçisi despotların yerini Batı karşıtı İslamcı otoritarizmin alacağı, Arap Baharı ile demokratikleşme arasında bir ilişki kurulamayacağı tezini ileri sürenlere baktığımızda yine aynı siyasi çizgiyi ayırt etmek mümkün. Bu tezi dillendirenler daha çok İsrailli araştırmacılar ile Batının çıkarlarını İsrail üzerinden tanımlayan Neo-conlar. İlgili literatür incelendiğinde bu sonucun herhangi bir ön kabule dayanmadığı görülebilir. Burada amaçlanan şey şu: Kipling’in dediği gibi “Batı Batıdır, Doğu da Doğu, biri diğeri olamaz”. Şark cephesinde yeni bir şey yok. Batının İslam dünyasına dönük geliştireceği politikalar, bu toplumların batı karşıtı, batılı değerleri kategorik olarak reddeden, şiddet dışında siyasi bir dil üretemeyen, değişmesi mümkün olmayan, “cihadist” olarak kavramlaştırılan din savaşını kutsayan, iflah olmaz toplumlar olduğu gerçeğinden hareketle formüle edilmelidir. Arap Baharı “demokratik” görünüşlü bir yanılsamadır. İslam dünyasına karşı “güvenlik” eksenli politikalar dışında bir bakış açısı asla kendisine meşru bir yer edinmemelidir.

Türkiye’de ise, muhafazakarlaşma tezini ileri sürenler biraz daha heterojen. Çiğdem Kağıtçıbaşı gibi töre cinayetlerine ilişkin kaba oryantalist söylem üzerinden İslam’ı olumsuzlamaya çalışanlardan, daha çok “kamusal alanda çoğulculuk” açısından risk görenlere, “merkez”in muhafazakar inşasından liberalizm adına ürkenlere kadar uzanan bir çeşitlilik arz ediyor. Buna, İslamofobik refleksler sergileyen Kürt milliyetçilerinin kaygılarını da eklemek gerekiyor. Bununla birlikte, “artan muhafazakarlık” söylemi esas itibariyle, mevzi kaybeden Kemalist geleneğin, akademi, siyaset ve medyada dillendirdiği, “ön alma” amaçlı bir söylem olarak tebarüz ediyor. Müslümanların İslam’ı anlama ve yorumlama biçimlerinin giderek “bireyselleştiği”, tüketim alışkanlıklarının kapitalistleştiği, İslami dayanışmanın ben-merkezciliğe kurban gittiği, kadın-erkek ilişkilerinin her türlü İslami “haddi” ötelediği, namaz ve oruç pratiğinin gerilediği, hadi bunu da ekleyeyim, alkol tüketiminin artış gösterdiği ve müstehcenliğin sıradanlaştığı, aile bağlarının büyük bir çözülmeye uğradığı, cinsel şiddetin(ensest dahil) yaygınlaştığı bir ortamda, reel bir muhafazakarlaşmadan bahsetmenin imkanı yok. Dolayısıyla, “mahalle baskısı”ndan “Malezyalaşma sendromuna” kadar üretilen sözde-bilimsel geyiklerin ciddiye alınacak bir tarafı olmamakla birlikte, bu söylemin, “ötekileştirilen” ve hep öyle tutulan dindar-muhafazakar kitleler ile AK Parti hükümetini iradesizleştiren bir savunma refleksine itmeyi amaçladığı söylenebilir.

“Muhafazakarlaşma dalgası” söyleminde örgütlü gay-lezbiyen grupların da payını unutmamak gerekiyor. Cinsel yönelimlerini kimliklerinin merkezine alan bu grupların taleplerini “ayırımcılığa uğramamaktan” “tercih edilme” düzlemine taşımaya çalıştıkları ve bunu yaparken geniş toplumun “normalleri” arasına girmeyi hedefledikleri söylenebilir. Başlı başına bu kimliklerin görünürlük kazanmaları bile muhafazakarlaşma söyleminin içi boş bir söylem olduğunu göstermektedir.

Son tahlilde “muhafazakarlaşmada artış” söylemi, İslam’ın kamusal alandaki görünürlüğünün artmasına karşı geliştirilen saldırgan bir savunma refleksidir. Küresel ölçekte ise, Batının İslam dünyası ile ilişkilerinin güvenlik parantezi içinde kalarak ve İsrail merkezli olarak yürütülmesini sağlamaya dönüktür. Kısacası asırlık bir deja vu bu. Oryantalizm icra-yı faaliyete devam ediyor.

STAR 

YAZIYA YORUM KAT