1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Ortadoğu yeni doğum sancılarıyla kıvranırken..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Ortadoğu yeni doğum sancılarıyla kıvranırken..

28 Ocak 2013 Pazartesi 17:53A+A-

secakı[email protected]

Mısır’da General Husnî Mubarek’in -kazı bağırtmadan yolmak metodunu benimseyen- 30 yıllık rejiminin (daha doğrusu, Kral Faruk’un devrildiği, krallığa da son verilen 1952 devriminden beri Cemal Abdunnâsır ile, onun ölümünü takiben iktidarı devralan yardımcısı Enver Sedat ve onun öldürülmesini takiben onun yerini alan yardımcısı Husnî Mubarek dönemini içeren 60 yıllık rejimin) devrilmesiyle sonuçlanan halk ayaklanmasının ikinci yıldönümü münasebetiyle, 25 Ocak günü gösteriler yapılacağı bekleniyordu. Ancak, bu gösterilerin, liberal, nâsırist, solcu, laik ve ülke nüfusunun yüzde 15 kadarını oluşturan qıbtî-hristiyan kesimler ve sair muhalif unsurlarca, diktatörlüğe karşı çıkmak adına, İkhwan-ul’Muslimiyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı  ve Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî aleyhine bir ayaklanmaya dönüştürülmeye çalışılacağı da herhalde tanmin ediliyordu ya da tahmin edilmeliydi.

Çünkü, 60 yıldır, Mısır’ın müslüman halkına kan kusturan ve toplumu âdetâ sindiren bir rejimin kanunlarının, temel sosyal kurumlarının, iktidarın tadından, menfaat ve lezzetlerinden kolayca vazgeçmiyecekleri açıktı.

Nitekim, o akşam, Kahire’de, iki yıl önceki halk patlamasının başlangıç noktası olan Tahrir Meydanı yeniden savaş alanına döndü ve cumhurbaşkanlığında henüz 7 ayını bile doldurmamış Muhammed Mursî’ye karşı, ‘diktatöre ölüm!’ sloganları yükseltildi.

Bu protestolardan, tabiatiyle ‘İkhwan-ul’Muslimîyn’  de nasibini aldı.

İnsan, halk tarafından seçilmiş olan 7 aylık bir cumhurbaşkanına karşı özgürlük feryadlarını yükseltenlerin geçmiş 60 yıl boyunca nerede olduklarını düşünmeden edemiyor..

Anlaşılıyor ki, Mursî, reylerini ve vekaletlerini aldığı halkın lehine uygulamalar yönünde adımlar attıkça, onların gizli-açık iktidarlarından ve menfaatlerinden bir takım azalmalar oluyor ve onların çırpınışı bunun için..

Tıpkı Türkiye’deki gibi..

Türkiye’de de, bugün, diktatörlük suçlamaları yapmaya yeltenenlerin, mazlûmiyet feryadı yükseltenlerin, bu ülkeye ve halka karşı 90 -100 yıldır en katı ve kanlı jakoben / tepeden inmeci, kemalist yöntemlerle nasıl bir tahakküm sistemi geliştirdikleri ortada iken; bugün onlar ayaklarının altından halılarının çekildiği veya tamamen çekileceği korkusuyla feryad ettiklerini görmemek için kör olmak gerekir, herhalde..

Ama, Mısır’daki bu gelişmelere, başka hadiseler de eklenince, tablo daha bir karışık hale geldi.. 

Çünkü, bir sene önce (Suveyş Kanalı’nın Akdeniz’e birleştiği noktadaki liman şehri olan) Bûr Said / Port Said’de, bir Kahire takımıyla yapılan futbol karşılaşması sonunda meydana gelen ve 80 kadar insanın ölmesiyle sonuçlanan faciaya karışan yüzlerce kişinin yargılanması sonunda mahkeme, 26 Ocak günü, 21 kişiye idâm cezası verildiğini açıklayınca, meydana gelen karışıklıklarda da 24 kişi daha öldü. 27 Ocak günü itibariyle, görülüyor ki, özellikle Suveyş Kanalı sahilinde bulunan Bûr Said, İsmailiye ve Suveyş şehirlerinde üzerinde, onlarca insanın daha hayatını kaybettiği karışıklıklar büyük çapta devam ediyor ve Muhammed Mursî, bu üç şehirde 1 aylık olağanüstü hal / sıkıyönetim ilân etmiş bulunuyor. Mursî’nin, karşılaştığı büyük problemler karşısında soğukkanlılıkla hareket eden birisi olduğunu göstermesi, bu son karışıklıkları da atlatabileceği ihtimalini güçlendiriyor. İnşaallah, bu ihtimal gerçekleşir.

Olup bitenlere bakıp da, diktatörlere sığınmak mı?

İlginç olan şu ki, bu gibi durumları fırsat bilen bazıları, hemen, ’Gördünüz mü, neler oluyor..  Devirir misiniz, filanları.. Sonunuz işte böyle olur..’ lafları akıllılık görüntüsü altında tekrarlıyorlar. Bunu özellikle Libya, Mısır ve Yemen’de yeni rejimlerin işbaşına gelmesinden sonra meydana gelen karışıklıklarda hep gördük, son iki senedir. Halbuki, bir sistem, hele de diktatörlük rejimleri çöktüğünde, bu gibi karışıklıkların olması tabiîdir.  Çünkü, eski rejimden kalanlar direnmektedirler, yeni rejimle işbaşına gelenler de yönetim mekanizmaların nasıl çalıştırılacağını yeni yeni öğrenmektedirler. Çünkü, yeni iktidar sahibleri, geçmiş rejim dönemlerinde, her türlü sosyo-politik faaliyetlerden uzak tutulmuş kimselerdi.

Bu bakımdan, böyle karışıklıkların, bir takım yönetim bozukluklarının, başarısızlıklarının olması tabiîdir. Ama, bunları fırsat bilerek, ’Nasıl, devirir misiniz öncekileri.. Çekin şimdi..’ dercesine nanik yapmak; gerçekte, geçmiş düzenleri, diktatörlükleri, onların kanlı uygulamalarını direkt veya dolaylı olarak övmek de demektir.

Görülmeli ki, Irak’da, 35 yıllık Baas rejiminin ve Saddam diktatörlüğünün Amerikan emperyalizmi eliyle devrilmesi üzerinden 10 yıl geçtiği halde ve son 7 yıl boyunca Nûrî Mâlikî Hükûmeti işbaşında olduğu halde, bu ülkede de sular bir türlü durulmuş değil.. Ve hemen hergün, kanlı çatışmalar, suikasdler, bombalamalar onlarca insanı alıp götürüyor.

Hâlen de, Irak derin iç çalkantılar içinde..

Hele de bugünlerde, Musul, Tuzhurmatu, Kerkuk ve Fellûce gibi şehirlerde askerlerin halk üzerine ateş açmasına kadar varan ve onlarca kişinin öldüğü dev gösterilerle, Mâlikî zor günler geçiriyor ve -birbirine 30 küsur yıldır zıd olan ve tamamen farklı sebeblerle de olsa- İran ve Amerika’dan aldığı onca desteğe rağmen, geleceği giderek daha bir çetinleşiyor.  

(İran’ın 1981-1997 arasında 16 yıl boyunca Dışişleri Bakanlığı’nı yapması ve hâlen de İnqılab Rehberi S. Ali Khameneî’nin uluslararası mes’elelerde başdanışmanı olması hasebiyle, değerlendirmeleri ayrı bir önem taşıyan) Ali Ekber Velayetî, daha geçen hafta, 20 Ocak 2013 (İran’da kullanılan Hicrî-şemsî takvimle, 1 Behmen 1391) günü, ’El’Meyadin’ televizyonuna verdiği mülâkatta, ’Irak Hükûmeti, halkın irade ve reyi ile iktidara geldiği için, Bağdad Hükûmeti’nin güçlü olduğunu, bu yüzden, Suriye’de cereyan eden hadiselerin Irak’da meydana gelmesinin mümkün olmadığını’ belirtiyordu.

Bu güçlülük değerlendirmesine rağmen, Irak Meclisi, geçtiğimiz günlerde kabul ettiği ve Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan olan kimselerin 4’er senelik iki dönemden, yani, 8 yıldan fazla vazife yapmalarını yasaklayan bir kanunu kabul ederek, bir yıl sonra yapılacak seçimlerde partisi kazansa bile, Mâlikî’nin tekrar başbakan olması ihtimalinin yolunu tıkamış bulunuyor.

Böyleyken..

Bu gibi durumlara bakıp, ateş çemberi içinde kalmış bazı çaresiz kimseler gibi, ’Saddam zamanında hiç değilse, sokakta dolaşabiliyorduk, çarşı-pazarda, okullarda, hastahanelerde hizmetler alabiliyordu, halk.. Şimdi bunların hiç birisi yok..’ diyerek, eski yönetime hasret duyanlarla paralel bir duruma düşülmüş olunur.

*

İran halkı, kolayca mı gerçekleştirmişti, o inkılabı?

İran’da da, Şah Pehlevî diktatörlüğüne karşı hele de 1977-79 arasında iki yıl kadar süren -ve silahsız bir halk hareketi olan- İslam İnqılabı Hareketi sırasında 100 bini aşkın insanın kurban verilmesini takiben, Şahlık düzeni devrilince, her şeyin bir anda düzeliverdiği sanılmamalıdır.

Hayır, hiç de öyle değil..

Belki, o inkılabın üzerinden henüz 1,5 yıl geçmekteyken, Saddam Irakı güçlerinin ânî saldırmasıyla, Yıldırım Savaşı taktiğiyle başlayıp 7 günde bitirileceği umulan ve amma, 8 yıl süren ve bütün dünyayı derinden ilgilendiren ve iki taraftan en az 1 milyona yakın insanı alıp götüren korkunç savaş yüzünden, içerde nelerin olup bittiği pek farkedilemedi.

Yoksa, İran Azerbaycanı’nda azeri-türkçü, İran Kürdistanı’nda kürdçü ve komünist, Ahvaz bölgesinde arabçı, İran Belûcistanı’nda beluçcu, kuzeydoğu İran’daki Türkmen Sahrası’nda türkmençi, ülkenin hemen her yanında İslamcılara karşı farsçı, vs. nice kanlı ayaklanmalar tezgahlandı ve bu kanlı çatışmalar sırasında binlerce insan can verdi.

Fedaiyân-ı Halk (Halkın Fedaîleri) isimli marksist silahlı örgütlerden ayrı ve onlardan daha da etkin ve yaygın olan, ’Mucahidin-i Halk’  (Halkın Mucahidleri) ismini taşıyan ve başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, yığınla dünya güçlerinin desteklediği yarı-marksist silahlı mücadele örgütünün  ülke içinde giriştiği kanlı saldırılar, bombalamalar yüzlerce, binlerce insanı alıp götürdü.. Ki, o inqılab hareketinin en soy isimlerinden olan ve merhûm İmam Khomeeynî’nin‚ ’O bir millet idi..’ diye nitelediği Muhammed Huseynî-i Beheştî ve 8 Bakan, 15 Bakan Yardımcısı, ve 27 de m.vekili olmak üzere, yönetimde etkili 72 seçkin arkadaşının bombalı bir suikasdde katledilmelerini hatırlamak bile, yeter. O büyük cinayetin üzerinden henüz 2,5 ay geçmekteyken, Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recaî ve Başbakan Muhammed Cevad Bâhuner başta olmak üzere en üst derecedeki 15 kadar yöneticinin daha Başbakanlık binasındaki bir bombalı suikasdde katledilmesi; o inqılab hareketinin en ön safında yer almış olan, ulemâ’dan Murteza Mutahharî, Muhammed Mufatteh, Gazi, Medenî ve Sadûqî gibi seçkin isimlerin bombalama ve suikasdlerle katledilmeleri, Hâşimî Refsencanî ve S. Ali Khamaneî’nin uğradıkları saldırılardan ağır yaralı kurtulmaları, ilk planda zikredilebilecek birkaç örnektir, sadece..

Savaş cephelerinde de, başta Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları başta olmak üzere, hayatlarını kaybedenlerin hesabı ise, bir ayrı konu..

Ki, o günlerde, niceleri, kendi bakış açılarına göre, ’Galiba bu kez çöküyor!’ demekten kendilerini alamıyorlardı.

Yani, bir rejimin, bir sistemin çökmesi, öyle kolayca gerçekleşen bir şey değildir ve esasen, kolayca elde edilen, kolayca da elden çıkar.

Kendi inancına, ideolojisine göre bir dünya kurmak isteyenler, o idealleri uğrunda, en başta kendi hayatları olmak üzere, nice değerlerini fedâ etmeyi göze almadıkça, hayal kırıklıkları sona ermez.

Emperyalist güçlerin entrikalarına şaşırmamalıdır da..

Ve, Suriye’deki duruma gelince..

Bu sütunda, müslüman coğrafyalarındaki ve hele de o coğrafyaların kalbi mesabesinde olan Ortadoğu’daki şekillenmelerin dünya dengelerinden ayrı düşünülemeyeceğine defalarca değinilirken, hele de Suriye’de, nelerin nasıl olacağına dair kesin iddialarda bulunmanın doğru olmayacağına değiniliyordu. Kezâ, bu ülkedeki, 50 yıllık menhûs Baas Partisi ve 44 yıllık (Baba-Oğul) Esed Hanedanı diktatörlüğünün geliştirdiği korku ve diplomasi mekanizması sâyesinde, poker masasına elleri boş oturup, sonra bütün kartları toplayarak kalkmasıyla şöhret bulduğu hatırlatması da, taa başından beri ihmal edilmemekteydi.

Bu durumlar gözönünde hep bulundurulmalıdır.

Birleşmiş Milletler’in açıkladığı rakamlarına göre, ölenlerin sayısının 60 bini geçtiği ve bütün bir ülkenin baştan başa bir harabeye, virâneye döndüğü gerçeği ortadayken, buna rağmen, Beşşar Esed’in hâlâ, ülkenin şerefini, namusunu korumak gibi yaldızlı ifadelerle direnmeyi sürdürmesi ve bu arada câmilerde namazlara katılması, bazılarını kandırabilecek midir? 

Hatırlayalım ki, İran Şahı Pehlevî de, 1978 yılı sonlarında Meşhed’deki İmam Rızâ Türbesi’ne gidiyor ve kollarını-paçalarını sıvayıp, yalınayak vaziyette, türbenin tozlarını alıyor ve bu sahneler televizyonlardan halka gösteriliyor ve halkın ihtiram gösterdiği değerlere ve mekanlara ne kadar saygılı olduğunu göstermeye çalışıyor ve hanımı Ferah Pehlevî de çarşafa bile bürünüyor; amma, bu taktikler, kurnazlıklar halkı kandıramıyordu..

Şimdi, Beşşar Esed de, kandıramıyacaktır, inşaallah..

Ama, Suriye Mes’lesinde, Beşşar Esed ve Baas rejiminin arkasında, uluslararası emperyalist-şeytanî güçlerin nasıl muhkem durduklarını da asla gözardı etmemek gerek..  

Nitekim, Suriye halkını ve şehirlerini aylardır hava bombardımanları ve diğer her yolla ezmeye çalışan bir kanlı rejimin arkasında duranların başında Amerikan ve Rus emperyalizminin olduğunu ayrıca belirtmek bile gereksiz..

Ki, Hillary Clinton, 13 Eylûl 2012 tarihinde, Fas’ın başkenti Rabat’ta yaptığı açıklamada, kısaca, ’düşmanlarımızın eline geçecek silahları muhaliflere niye verelim ki?’  kabilinden konuşuyordu;  Suriye’de rejime karşı mücadele eden çeşitli grupların içinde en etkili olan kesimin İslamcılar olduğunu belirterek..

Ve aylardır, Ortadoğu dengesinde, Amerika, NATO  ve İsrail menfaatlerini daha fazla tehdid edecek bir durumun ortaya çıkmaması için, mevcud durumun sürmesine gözyuman bir Amerikan emperyalizmi, bu buhranın baş tezgahlayıcılarından birisidir.

Kasım-2012’de Tel- Aviv’e yaptığı resmî gezide ise, Rusya lideri Putin, Netanyahu’ya, ’Suriye’de İslamcı güçlerin kazanmasının kabul edilemiyeceğini, bunun Rusya’nın da, İsrail rejiminin de aleyhine olacağını’ net olarak ifade ettiğini hatırlamak gerekir. Aynı şekilde, (Hürr. gazetesinin eski Gen. Yy. Md. E. Özkök’ün, 25 Ocak tarihli yazısındaki beyanlarına bakılacak olursa,) İsviçre’nen Davos şehrinde yapılan malûm toplantıda, Rusya Başbakanı Dimitri Medvedev de, Suriye’de sorunu Suriye halkı kendi çözmelidir. Dışarıdan bir ülke müdahale etmemeli. Suriye’ye silah sokulmasını önlemeliyiz. Tabiî ki, taraflar anlaşarak çözmelidir. Öteki türlü, taraflardan biri ötekini bastırarak çözerse, ne olacağını bilemeyiz. Silahlı Sünnîler, yarın orada Alevileri, Hristiyanları kesebilir.” (?!) demiş..  

Böyle bir ihtimalin sözkonusu edilmesinin abes olduğu ayrı bir konu, ama, bu korkuları, hele de emperyalist güçlerin dile getirmesi, düşündürücü değil mi?

Irak’da asırlarca bir arada yaşıyan şiî ve sünnî müslümana halkı, birbirlerinden korkan ve birbirlerine düşman hale getirmek için, Bağdad’ta, işgali müteakib, asırlarca olmayan şekilde sünnî ve şiî mahalleleri arasında duvarlar çeken Amerikan emperyalizminin mantığı neyse, Medvedev’in de mantığı aynı..

Ama, ilginçtir, aynı Medvedev, 27 Ocak günü, Davos’da, CNN’e verdiği röportajda, ’Esed çok daha hızlı hareket etmeli ve kendisiyle müzakere masasına oturmaya hazır barışçı muhalefetle diyalog kurmalıydı.. Ama, o,  siyasî reformları geciktirerek, ağır ve belki hayatî, bir hata yaptığını’  söylüyor ve ’Bana öyle geliyor ki Esed’in iktidarda kalma ihtimali günden güne azalıyor. Yine de, bir daha söylüyorum: Karar verecek olan Suriye halkıdır. Rusya, B. Amerika ya da başka bir ülke değil..’ diyordu..

Anlaşılıyor ki,  Rusya da, Amerika gibi, onca desteklemelerine rağmen, Esed’in geleceğin umutsuz bir noktaya gelmişler..

Ama, bu demek değildir ki, herş eyi emperyalist-şeytanî güçler düzenler ve bütün inisiyatif onların elindedir; asla!

Âl-i İmrân sûresinin (Onlar bir tuzak kuruyorlar, Allah da bir tuzak kuruyor ve Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır) meâlindeki 54’ncü âyetini hatırlayalım: ‘..Mekerû we mekerallah.. Wallahu khayr-ul’mâkirîyn.

*

Böyle bir noktada, İran dışsiyasetinde hâlâ da etkili bir isim olan Ali Ekber Velayeti’nin ise, "Beşşar Esed, İran’ın kırmızı çizgisidir..’ demesi, ve ’ Suriye'ye saldırmak İran'a ve müttefiklerine saldırmaktır.’ şeklinde gözdağı vermesi ilginçtir.

Rahmetli İmam Khomeynî’nin, ’Biz İran’ı İslam istiyoruz, İslam’ı İran için değil.. İslam için olmayacaksa, bize ne güçlü bir İran’dan..’ gibi sözlerini hatırlayanlar, bugün gelinen bu anlayışı kavramakta elbette zorlanacaklardır.

Umulur ki, kendi temel değerlerini, stratejik hesablar uğruna ağır şekilde yaralayan bu anlayıştan en kısa zamanda geri dönülür..

*

Dahası, diyelim ki; Beşşar Esed ve mevcud rejim, sonunda -Allah muhafaza-, galib gelse,  bundan sonra, böylesine onbinlerini katlettiği, milyonlarını perişan hale düşürdüğü ve baştan başa virâneye döndürdüğü bir ülkeye nasıl hükmedecektir?

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum