1. YAZARLAR

  2. Beytullah Emrah Önce

  3. Ziller Kimin İçin Çalıyor?

Beytullah Emrah Önce

Yazarın Tüm Yazıları >

Ziller Kimin İçin Çalıyor?

Ekim 2006A+A-

14,5 milyon öğrenci ve 595 bin öğretmen için yeni bir eğitim öğretim yılı daha başladı. 19 Haziran 2007'ye kadar, iki dönem halinde sürecek eğitim ve öğretim faaliyetleri, halen bir çok yönüyle tartışılmaya devam ederken, Milli Eziyet Sistemi halini alan eğitimin mevcut haliyle sebebiyet verdiği zihinsel kirlilik, ahlaki yoksulluk ve dejenerasyon yeterince sorgulanmıyor. Okulların fiziksel yetersizlikleri, öğretmen açığı ya da öğretmen maaşları, köy okullarındaki birleştirilmiş sınıflar, okullarda toplanan paraları veremeyen yoksul aileler ve benzeri bir çok konu gündeme gelirken; bu durumu besleyen sistem, sistemin kurulu haliyle işlemesinden fayda görenler ve okullarda eğitim adı altında aktarılmaya çalışılan resmi ideoloji, çok sınırlı bir şekilde eleştiriliyor. Kısır bir döngü halini alan bu durumun yol açtığı zihinsel kirliliği ve yoksulluğu ortadan kaldırabilecek alternatifler ise genellikle ya sınırlı kalıyor ya da somut projelere dönüşemeyen iyi niyetler basamağından ileri gidemiyor.

Sabah çok erken saatlerde, milyonlarca çocuk sırtlarında çantalarıyla okul yollarına düşerken, aileler, bunun iyi bir gelecek için şart olduğunu düşünüyor ve bu yüzden, aile bütçelerini aşan harcamaları yapabilmek için tüm imkanlarını zorluyorlar. Okula, dershanelere, etütlere, hazırlık kitaplarına milyarlarca para harcayan ailelerin tek umudu, çocukların iyi bir lise ve sonrasında iyi bir üniversite okuyarak, "geleceklerini kurtarmaları" oluyor. İyi bir üniversite/bölüm eşittir iyi bir gelecek denkleminin, çocuğun hayatında nelere mâl olduğu irdelenmiyor. Basma kalıp gerekçelerle savunulan bu denklem, çocuğun inancının, düşüncelerinin, kişilik ve kimliğinin, ahlakının ve yaşam biçiminin nasıl sekülerleştirilmek istendiği; ailelerin çocuklarıyla yakından ilgilenmediği durumlarda bu amaca daha rahat ulaşıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Çocuklarının geleceklerinin kurtulması umuduna sığınan aileler, aslında onların çocukluk ve gençlik yıllarının karartılmasına göz yumduklarını maalesef çoğu zaman fark edemiyor.

Gerçeği Maskeleyen Sloganlar

"Daha çok eğitim, daha çok kalkınma" sloganlarının yüksek tonlarda seslendirilmeye başlandığı yeni dönemde, eğitim sistemi neo-liberal politikanın amaçlarına ve isteklerine göre yeniden dizayn edilirken, artan dersliklere, her yıl açılan okul ve üniversite binalarına rağmen beklenen kalkınmanın neden gerçekleşemeyeceğini görmek gerekiyor. Eğitim, giderek piyasa değerlerine teslim edilirken, okullar, kapitalist ekonomiye nitelikli iş gücü sağlamanın aracına dönüşüyor. Piyasa, eğitime böyle bir misyon yüklerken, devlet ise eğitimin özelleştirilmesine, ancak okullarda kendi ezberlerinin öğretiminde en ufak bir taviz verilmemesi şartıyla müsaade ediyor. Bir yandan "iyi eğitim, nitelikli iş gücü" diğer yandan "iyi eğitim-iyi vatandaş" formülasyonları eğitimde ağırlığını hissettirirken, çocuklar, bu ağırlığın altında giderek daha çok eziliyor. Oysa, bu tür formüllerin tutmadığını, bir zamanlar hayli popülerleşen "Bir okul aç, bir hapishane kapat!" örneğini hatırladığımızda daha iyi anlayabiliriz. Artan okul sayısından hızlı yükselen suç oranları ve okulun açıldığı ilk günden itibaren kendisini gösteren şiddet olgusu, eğitim sisteminin sosyal sorunları çözmekten ziyade, sorunları besleyip büyüttüğünü gözler önüne seriyor.

Düşünmeyi değil, belirli düşünce kalıplarını öğreterek yoluna devam eden Türk Milli Eğitim Sistemi, dönen çarkları ile yeni kuşakları öğütürken; geriye bürokratik dünyada kabul görecek diplomalar ve izleri yıllar boyu süren malumat kirliliği kalıyor. Milyonlarca öğrenci, okul duvarları arasında geçirdikleri zaman boyunca, gelecekte unutacakları bilgi kırıntıları ve sayfalar dolusu ödev, çözülecek testler ve bitirilecek soru bankaları ile zihinlerini meşgul ederken, okullar aracılığıyla resmi ideolojisini benimsemiş, hiç değilse belirli kutsallarını kabullenebilmiş makbul vatandaşlar üretmenin peşinde olan sistem, sorunlarının tartışılmaya açılmasını engelleyebilmek için "Eğitim şart!" bahanesinin arkasına gizlenmek isteniyor. Bu durum, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in okulların açıldığı gün yayınladığı mesajdan da anlaşılabiliyor:

"Eğitim, kesinlikle devlet denetiminde ve gözetiminde, Atatürkçü düşünceden ve laiklik temelinden ödün verilmeden yürütülmelidir. Bu bağlamda, dogmalarla ve boş inançlarla çocukları ve gençleri etkileme amacı güden okulların ve kursların varlıklarını sürdürmeleri engellenmeli, çocuk ve gençlerimizin çağdaş bir eğitim alarak geleceğe hazırlanmaları konusunda toplum doğru bilgilerle yönlendirilmelidir."

Dogma ve boş inanç adı altında İslam'a alınan bu açık tavır, aslında bizatihi kendisinin resmi ideolojiyi nasıl dogmalaştırdığını görmüyor. Örneğin 10 yaşındaki bir çocuğa, "Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe bil ki, Türk milleti, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz. Ey ölümsüz Türk milleti! Kendine dön, su gibi akıttığın kanına, dağlar gibi yığdığın kemiklerine lâyık ol!" cümlelerini, sosyal bilgiler adı altında öğretmenin, 17 yaşındaki bir gence şiir diye "Ürperir ovalar avazesine; / Dağlar dümdüz olur işaretleriyle, / Devrilir hıncına çarpan ordular; / Kaleler dayanmaz yelpazesine." liderini kutsallaştıran metinleri okutmanın; çağdaş eğitimle ya da iyi bir gelecekle ne tür bir ilgisi olduğunun sorgulanması istenmiyor ve eleştirel yaklaşımlar sindirilmeye çalışılıyor.

Fiziksel yapısından ders kitaplarına kadar laik bir dünya görüşünün ve resmi ideolojinin; kabalıktan inceliğe evrilen bir çizgide aktarıldığı eğitim sisteminde, çocuklar; "başarılı olmak" için kendilerine, yukarıdaki iki örnekte gösterdiğimiz türden daha nice konuya katlanmak ve o konulardan çıkan sorularda, kendisine aktarılan resmi verilere doğru şık muamelesi yapmak zorunda kalıyor.

Özellikle, İslami açıdan hassas davranan ailelerin çocukları, böyle bir düzende ailelerinden ve öğretmenlerinden öğrendikleri arasındaki farklılıkları izah etmekte çelişkiler yaşıyorlar. Sürekli bir ikilem içinde yaşamalarının önüne geçmek adına devlet okulları yerine kolejlere gönderilen çocuklar ise daha steril bir ortamda yetişiyor; ama eğitimin özünde temel bir farklılık yaşanmıyor. Müslüman aileler, alternatif olarak düşündükleri kolejlerin, aslında aynı düzenin daha iyi işleyen bir parçası olduğu gerçeğini, fiziksel imkanların iyi olduğu ve ahlaki gelişimlerinin korunduğu gibi son derece naif iddialarla kapatmaya çalışıyor. Oysa, ister devlet okulunda isterse özel okullarda olsun, çocuklar derin bir kuşatılmışlık içinde ve günlerinin büyük çoğunluğunu geçirdikleri bu mekanda, ağır bir ideolojik baskı altında tutuluyor. Belirli bir yaşa gelen çocukların okula gönderilmemesinin suç sayılması ise; başka bir alternatifi olmayan aileleri; çocuklarını "devlet baba"ya teslim etmeye mecbur bırakıyor.

Öğretmenlerin Sıkıştırılmışlık Hissi

Eğitim sisteminin sadece öğrencileri ve aileleri mağdur ettiğini söyleyemeyiz. Sorunun diğer bir boyutunda, geçim derdiyle baş başa bırakılarak, tek dertlerinin maaş olması gerektiği mesajı verilen öğretmenler bulunuyor. 657 içine sıkıştırılan hayatlarda, resmi ideoloji dışında kalan ideolojilerin, kimliklerin ve mücadelelerin olmaması isteniyor. Toplumun bir çok kesiminin olduğu gibi, öğretmenlerin de, sosyal ve siyasal hareketlerden uzaklaşması hedefleniyor. 12 Eylül askeri darbesinden beri izlenen devlet siyasetinin, ülkeyi elinde tutan güçlerin ürettiği ve koruduğu iktidarın mahiyetinin sorgulanması, baskı ve şiddet yoluyla denetim altında tutmaya yönelmesi, eğitimde de kendisini hissettiriyor.

Sendikal mücadelenin toplu sözleşme zemininin dışına çıkmasının istenmediği bir ortamda, sendikaların da sistem içi konumlarını, çoğu zaman kendi dillerini bağlayan bir unsurmuş gibi görmeleri ve çekingenlikle hareket etmeleri sıkıntıyı besliyor. Kendi sorunları hakkında dahi konuşması yasaklanan öğretmenlerin büyük çoğunluğu, zaman içinde sisteme teslim oluyor ve dersine girip çıktığı sınıflarda, aleyhinde delil olarak kullanılabilecek; mesela irtica yaftası vurulmasına yol açabilecek ifadelerden itinayla sakınıyor. Böylece, çocuklara alternatif bir şey öğretebilmelerinin yolu da, yürütebilecekleri sosyal bir mücadelenin önü de kesintiye uğruyor.

Teftiş ve soruşturma sistemi ağırlığını her geçen gün daha çok hissettirirken, öğretmenlere; eğitim programının dışına taşmamaları gerektiği sürekli hatırlatılıyor. Verimlilik ve toplam kalite adına, öğretim faaliyetlerinin niteliğinin yükseltilmesi planlanırken, öğretilenlerin ne kadar doğru/gerçek olduğu ve kime hizmet ettiği gibi sorular bastırılıyor. Öğretmenlerin başarısı, dersine girdiği öğrencilerin sınavlarda gösterdiği performansla ölçülüp değerlendiriliyor. Sonuçta, OKS ve ÖSS sadece öğrencilerin değil, öğretmenlerin başarılarının da sınandığı sınavlar oluyor. Okul başarılarının neden yükselmediği, ilin mülki amirinden okul müdürüne inen dikey bir dizgide, cevabı alttakinden istenen bir soruya dönüşüyor. Böyle bir düzende, ders kitaplarında yazılı olanı en iyi şekilde öğretmek tek amaç halini alırken, ders içinde üretilebilecek kısmi alternatiflerin de önüne geçilmesi amaçlanıyor. Bu durum ise, özellikle, sistem içinde olsa da muhalif kimliğini koruyan öğretmenlerin sorunlarına yenilerini eklemekten öte bir işe yaramıyor.

Laik, modern ve ulus kimliği içselleştirmiş bireyler yetiştirmek adına öğretmenlerden, çocukların zihinsel, duygusal ve ahlaki gelişimlerine uygun olmayan bir yığın malumatı onlara ezberletmeleri isteniyor. Her yerinden bir sorun akan eğitim sisteminde; okullar, giderek şiddet yuvalarına dönüşürken, sorun, öğretmenlerin boşvermişliğiyle izah ediliyor. Ahlaksızlığın en uç noktalara vardığı bir düzende, öğretmenlerden okul duvarları arasına uyuşturucu ve doğum kontrol haplarının girmesini engellemeleri bekleniyor. İntihara eğilimli öğrencilere, öğretmenlerin psikolog gibi çözüm sunması gerektiği ifade ediliyor. Oysa sorun, öğretmenlerin ihmalinden ya da yetersizliklerinden önce, sistemin bizatihi kendisinden kaynaklanıyor. Öğretmenlerin çözümleri sınırlı ve geçiciyken, sistem kalıcılığını mevcut haliyle sürdürdüğü sürece, sorunların büyüyeceği ve çocuklarımızı yutmaya devam edeceği gerçeği göz ardı ediliyor!

Yüzleşilmeyen Gerçekler

Eğitim sistemindeki kötü tabloyu ortaya çıkaran tüm bu mezkur gerçeklere rağmen, AKP hükümetinin Başbakanı, yeni eğitim öğretim yılında yine, ilk kez kendi dönemlerinde spor liseleri açılmaya başlandığından, Türkiye genelindeki derslik sayısının 85 bine ulaşarak rekor kırıldığından, bilişim teknolojisi sınıflarının çoğaldığından ve eğitimde büyük bir ilerleme kaydedildiğinden bahsediyor ve bunu "Gazi Mustafa Kemal Atatürk, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma hedefini gösterdi." diyerek izah ediyor. Katsayı meselesini ise "Katsayı falan kafanıza hiç takmayın. Nasıl bu katsayı yoktu, daha sonradan getirildi, bugün olur, yarın olur bu katsayılar kalkar." şeklinde, sorumluluğu üzerine almayan bir dille savmaya çalışıyor. Öyle görünüyor ki; ne katsayı ne de başörtüsü yasağı konusunda AKP'nin sorunu sahiplenen bir dile ve siyasete sahip çıkması bundan sonra mümkün değil, tıpkı bugüne kadar bir çok sosyal sorunun hep başka yerlere havale edildiği gibi!

AKP, dünya genelinde yükselen neo-liberal eğilimlerin pedagojik yansımalarına ve Avrupa Birliği'nin taleplerine göre eğitimde değişiklik yaparken, sistemin üzerinde inşa edildiği temele dokunmayarak, bu çarpık yapının üst katlarını güçlendirdiğini fark etmiyor. Eğitime, bürokratik birtakım sorunların giderilmesi gerektiği bir alan gibi yaklaşan hükümet, eğitimde bir çok yasal düzenleme yaparken, asıl sorunlarla yüzleşmekten kaçınıyor ve ders kitaplarını ücretsiz dağıtmak ya da öğrencilere karşılıksız burs vermek, sınavlarda ilk 1000'e giren öğrencilere kalem hediye etmek gibi popülist uygulamalarla bu durumun üzerini ört bas edebileceğini düşünüyor.

Bu hesaplar, başörtüsü yasağının eğitim sisteminin gerçek yüzünü ortaya çıkardığı gerçeğini ise hiçbir şekilde değiştirmiyor. Başörtüsü yasağı devam ediyor, üstelik yayılarak... İmam-hatip liselerinin önü, bazı küçük düzenlemelerle açılacakmış gibi yapılıyor ama soruna köklü bir çözüm getirilemiyor. Dolambaçlı yollara saptırılan öğrenciler, Danıştay kararları ile mağdur edildiğinde ise AKP, bu yanlış yolu kendisinin açtığını unutmuş gibi davranıyor ve tüm suçu Danıştay'a, YÖK'e havale ediyor.

İlk öğretim ve orta öğretim öğrencilerinin ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması, bir tür parti kampanyasına çevrilirken, yayınladıkları mesajlarda eğitimin gerçek sorunlarına ilişkin tek bir satır yer almıyor. Bedava dağıtılan ders kitaplarının içeriğinin neyle dolu olduğu sorusu da gündeme alınmıyor. Örneğin yeni Milli Güvenlik dersi kitaplarında "irticai faaliyetler" başlığı altındaki bilgiler, tartışmaya hiç açılmıyor. OKS ve ÖSS'ye endekslenen öğretim faaliyetlerinin nasıl bir insan tipi yarattığı konuşulmuyor. Ailelerinin İslami bilgi birikimlerini aktardıkları öğrencilerin, okullarda karşılaştıkları sorunların nasıl çözüme kavuşturulabileceği sorusu ihmal ediyor. Zorunlu din dersi adı altında, devletin dini resmileştirdiği ve kendi ideolojisine uygun biçimlerde öğretmeye kalkıştığı gerçeği yok sayılıyor. Anadili Kürtçe olan öğrencilerin, okullarda kendi dillerinin ve kimliklerinin yok sayıldığını gördükleri tablo değiştirilmiyor. Doğu illerinde çocuklarının gönderildiği yatılı okulların, nasıl bir devşirme kampına dönüştüğü gündemleşmiyor.

Velhasıl, eğitim sisteminin asıl sorunları tartışılmıyor; antlarla, marşlarla, törenlerle, yürüyüşlerle uygun adım giden milli eğitim sistemi, kendi ezberlerini bozmadan yoluna devam ediyor. Bize ise aktardığımız bilgiler ışığı altında, şu sorunun cevabının artık daha iyi anlaşılması gerektiğini söylemek düşüyor: Okul zilleri kimin için çalıyor?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR