1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Yargı’nın “Hukuk Devleti”nden Anladığı “Ergenekon Devleti”dir!

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Yargı’nın “Hukuk Devleti”nden Anladığı “Ergenekon Devleti”dir!

Ekim 2009A+A-

Yargı kurumunun, görüntüde ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesine dayanmakla birlikte, bürokratik oligarşi tarafından Kemalist yapılanmanın iğdiş edilmesini engelleyici ve seçilmişlerin bu minvalde ortaya koymaları muhtemel pratikleri engelleyici mahiyette kurgulandığı bilinmektedir.

28 Şubat sürecinden bu yana da -daha görünür bir tarzda- devletin, mevcut kurumlara olan güvensizliğini yargı kurumuyla onamaya çalışması, onu adeta sistemin dokunulmaz kalelerinden biri haline getirmiştir. Kemalist yapılanmanın ve zihniyetin merkezde olduğu ve sorgulanamazlığının pekiştirildiği alanlardan biri olması vasfı da alınan kararların hukuka uygunluğundan ziyade bu mekanizmayı koruma amaçlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu minvalde, farklı düşünen, hukukun işlemesini talep eden, hukuk, temel haklar, kimlikler ve özgürlük meselesine ontolojik bir anlam yüklemeye çalışan ve böyle olduğu için de muhalif addedilen unsurları gerektiğinde hukuk dışı teamüllerle cezalandırma yoluna giderek kendi oluşturduğu “kanun mantığı”nı da rahatlıkla çiğneyebileceği, içine düştüğü çelişkileri bu mantık gereği izah edebileceği bir hukuksuzluklar zincirinin altını doldurmaktan da imtina etmemekte, hatta bunu “kutsal bir görev” olarak görmektedir.

Yüksek mevkileri işgal etme sürecinde işletilen mekanizma maalesef evrensel hukuk normlarına bağlılıktan ziyade resmi ideolojik normlara sadakat olunca ortaya, hukuk namına kendi mantığını (daha doğrusu mantıksızlığını) işleten bir garabet mekanizması ve kanunlar skalasını da ayaklar altına alan bir kısır döngü çıkmaktadır. Buna bir de devleti koruma endişesinden öte, aynı zamanda bürokratik katmanlardaki bireylerin yaşam tarzları, fahşa, adaletsizlik, fısk içeren alışkanlıkları, cinsel tercihleri, rüşvet, yozlaşma ve hukuk dışı kararlara sadece kişisel menfaatleri gereği imza atmaları da eklenince garabet zincirinin halkaları daha bir koyulaşmaktadır. Bu meyanda sadece oligarşik, faşizan güdülerle hareket ettiklerini düşünmek yanıltıcı olabileceği gibi, onları kendi ideolojilerinin kahramanları konumuna da haksızca yükseltmektedir.

Savundukları beşeri ideolojinin yargı mensuplarını dün olduğu gibi bugün de Ergenekoncular ve Ergenekoncu zihniyetle aynı potada erimeye sevk ettiği ontolojik gerçeği, halka, muhalif unsurlara, gerçek adaleti talep edenlere hukuksuzluk, zulüm, haksızlık ve adaletsizlik olarak yansımakta ve maalesef bu akıbetin önüne geçebilecek hukuk mekanizmaları da üretilememektedir.

Ergenekon-Yargı İlişkisi

Son dönemlerde, Ergenekon sanıklarıyla bazı HSYK üyelerinin ortaya çıkan irtibatlarından tutun, Ergenekon baskınlarında ele geçen DVD’ler örneğinde olduğu gibi, yargı mensuplarının uygunsuz görüntüleri ve fişlerinin yeraldığı belgelerde, Ergenekon’un yargı mensuplarının çarpık ilişkilerinden faydalanarak özel hayatlarına ilişkin kendilerine şantaj yapmakta oldukları kanaatlerini pekiştiren bulgular ortaya döküldü.

Sistemin irtica ile mücadele ettiğini düşünen gönüllü laik bekçilerinin yanına, bir de çarpık ilişkilerinin günyüzüne çıkmaması için bu türden şantajlara boyun eğenler eklendiğinde de tablo Ergenekoncular lehine tamamlanmış oluyordu: Ergenekon’un yargıdaki uzantıları, hem süreci akamete uğratmaya hem de kendilerine uzanmasını önlemeye çalışmaktalar. Böylelikle hem sistemi korudukları vehmini güçlendiren bir koruma kalkanına sahip olmuş oluyorlar, hem de Ergenekoncuların süreçten daha fazla zarar görmelerinin de önüne geçtikleri zehabına kapılıyorlar.

Özellikle Ergenekon konusunda yazıp çizen gazeteciler hakkında istenen cezalar ve cezaların yorumlanış biçimi bir yandan TC tarihindeki birtakım ilklerin yaşanmasına sebebiyet verirken; diğer yandan -yukarıdaki tabloyu pekiştirir mahiyette- Ergenekon sempatizanı gazetecilerin cezai müeyyideyle sonuçlanması gereken müfrit haber-yorumları adeta ödüllendirilmektedir.

Şamil Tayyar ve Yücel İslam Örnekleri Birer Turnusol Mesabesinde

Ergenekon’un birinci iddianamesinin eklerinde yer alan ve resmi bir belge niteliği taşıyan Güler Kömürcü ile Tuğrul Türkeş arasındaki telefon konuşmasını köşe yazısında aktararak veren Star gazetesi yazarı Şamil Tayyar’ın aldığı 1 yıl 3 aylık ceza ve cezanın ertelenip “5 yıl adli denetime tabi tutulması”nın gerekçesi bir hayli ilginç. Eğer gerçekten hukuktan bahsediyor olsaydık, bu davada da hukuk felsefesinin başat unsurlarından olan “şüpheli durumlarda sanık lehine karar verme” ilkesini ve bu ilkenin çiğnenmekte olduğunu konuşuyor olabilirdik. Ama maalesef hukukun ideolojik tercihlere kurban edildiği böylesi bir davada, bir savcının bir gazeteci hakkında 18 yıl ceza almasına sebebiyet verecek tarzda, hukukun alet edildiği bir komplonun işletildiğini gözlemledik.

İddianameyi hazırlayan savcı, Tayyar’ı, “soruşturmanın gizliliğini ihlal, adil yargılamayı etkileme ve hukuk dışı yollardan temin edilmiş bilgileri yayınlamak”la suçluyor. Yani, iddianamenin ekinde yer alan Tuğrul Türkeş ile Güler Kömürcü arasındaki telefon konuşmasını Tayyar’ın dinlediğini iddia ediyordu. Oysa dinlemenin bizzat mahkeme kararıyla yapıldığı çok açık bir şekilde iddianamenin eklerinde yer alıyordu. Mahkemenin kabul ettiği bir iddianameyi haber yaparken soruşturmanın gizliliğini ihlalle suçlanmanın ciddi bir hukuk garabeti olması bir yana, belgeli haber yapmanın uluslararası gazetecilik ilkelerinden sayıldığı günümüzde, bir gazetecinin daha savunmasına bile başvurmadan böylesi bir iddianameye imza atmak, tam anlamıyla Ergenekon sürecine ilişkin haber yapan gazetecilere yönelik sansür ve gözdağı uygulamasının yeni bir türünü ortaya koyuyordu.

Tayyar’ın basına verdiği beyanatta bu dava ile ilgili yaptığı tespitler ibretamizdi:

“Sadece ben cezalandırılmadım, örtülü şekilde Ergenekon savcıları ve hakimler de cezalandırıldı. Bir şekilde HSYK’dan çıkmayan ceza, yerel mahkemeden çıkmıştır...” Tayyar’ın bir sonraki tespiti daha da ibretamiz. Tayyar, “‘Ergenekon’u yazmayın, hapse girersiniz’, mesajı daha önce bazı gazeteci arkadaşlara verilen cezalar yoluyla gönderilmişti. Şimdi ‘iddianame bile yazmayın’ denilerek ikinci bir safhaya geçilmiştir.” diyerek kararın sadece kendi şahsına değil, iddianameyi hazırlayan savcılar ve kabul eden mahkeme heyetine mesaj niteliği taşıdığını belirtmektedir.

Gerçekten de mezkûr kararla, sadece gizli olmayan belgeli habere ilk kez ceza verilmiş olmuyor, aynı zamanda gerekçeli kararın açıklanması ertelenerek, bir gazetecinin temyiz hakkı fiilen engellenip, 5 yıl boyunca köşe yazıları da denetim altına alınmış oluyordu.

Ergenekon davası iddianamesinden ve eklerinden haber yapılması yolunun kapanmasına kadar gidebilecek bu süreç, “özel hayat” kılıfı altında basın özgürlüğünün Ergenekoncular lehine darbe almasını da beraberinde getiriyordu.

Hukukun işletildiği görüntüsü altında Ergenekoncuların koruma altına alındığı bu dava aslında aynı zamanda yargının hem siyasi iradeye bir meydan okuması hem de hukuku işletme yanlışına(!) düşebilecek yargı mensuplarına benzer süreçlerde nasıl davranmalarına ilişkin dolaylı bir birifing anlamı da taşımakta.

Yargıtay’ın ‘Görünür İdeolojikliği’

Van Yüzüncüyıl Üniversitesi öğretim görevlisi Yücel İslam hakkında Yargıtay’ın vermiş olduğu karar da TC hukukunun ilkleri arasına girmiştir. Bir hukuk kararı düşünün ki Tayyar olayında olduğu gibi belge/delillere dayandığı halde en üst sınırdan cezalandırılmaya çalışılsın ve yine bir hukuk kararı düşünün ki müfteri bir yayın organının elindeki asılsız belgelerle yayın yapması hiçbir cezai müeyyideye uğramasın, aksine hakkında yayın yaptığı kişinin kimliğinin, hakkındaki iddialara mesnet oluşturduğu düşünülerek “görünür gerçeklik” adı altında bir gerekçeye dayandırılsın. Bu noktada akla şu sorudan başkası gelmiyor: “Peki Yargıtay’ın ‘görünür ideolojik gerçekliği’ni nasıl yorumlayacağız?”

Bilindiği gibi Yücel İslam, hakkında “Derse girmeyen başörtülü öğrencileri sınava girmeden geçirdiği” yönündeki iddiaları haber yapan gazete aleyhinde manevi tazminat davası açmıştı. Van 2. Asliye Hukuk Mahkemesi de “İslam hakkındaki iddiaların soruşturma konusu edildiği ve bu yönden görünür gerçekliğin bulunduğu ancak haberin ayrıntılarının kişilik haklarına saldırı oluşturduğu” gerekçesiyle manevi tazminat isteminin bir kısmını kabul etmiş, kararın temyiz edilmesi üzerine dosyayı görüşen Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de yerel mahkeme kararını bozmuştu. Dairenin kararında, haberde, “türbanlı öğrencilere irticacı hoca torpili” ve “öğrencilerine türban takmaları için baskı yaptığı” iddiaları yer alıyordu.

“Okula bile gelmeyen türbanlı öğrencileri geçirmiş!” başlıkları altında, öğretim üyesi hakkında Cumhurbaşkanlığı, Genelkurmay ve savcılıklara gönderilen ihbar mektuplarına yer verildiği belirtiliyordu. Ayrıca haberde, “Ahlat’ın fethedildiği, sıranın YYÜ’ye geldiği, rektörün (Yücel Aşkın) üniversiteyi fuhuşçuların ve içkicilerin yuvası haline getirdiğini iddia ettiği ve bu nedenlerle hakkında soruşturma açıldığı...” şeklinde sözler de yer alıyordu. Aysel Ç. adlı vatandaş tarafından gönderilen ihbar mektubu üzerine, adli ve idari soruşturma başlatıldığı, ancak iddiaların kanıtlanmaması sebebiyle takipsizlik kararı verildiği vurgulanıyordu. Haberin, davacı hak­kındaki soruşturmalar üzerine yapıldığı ifade edilerek, şu vurgulara yer veriliyordu:

“Yayının tümü görünür gerçeğe uygun bulunmaktadır. Soruşturmalar sonucunda, davacı hakkındaki iddiaların doğru çıkmaması, görünürdeki gerçekliği ortadan kaldırmaz ve gazetenin de haber nedeniyle sorumlu tutulmasını gerektirmez.”

Yücel İslam hakkındaki haberler üç yıl öncesine dayanıyor. Haberin kaynakları bir ajans ve Hürriyet gazetesi. Gazetenin “Üniversitede ‘Türbanı Çıkarmayın’ Baskısı” başlıklı haberinin ardından dört gün sonra hakkında soruşturma başlatılıyor. Ardından tüm medya Yücel İslam’ı hedef tahtasına oturtuyor. İftira ve yalan kampanyaları, mahkeme süreci derken Yargıtay’dan yukarıdaki karar çıkıyor. Yani Yargıtay aynı zamanda şunu demiş oluyor:

“Birisi aleyhinde, uydurma da olsa bir mektup varsa, gazeteler bunu yazabilirler. Tazminata gerek olmaz.”

Bu ülkede mahkeme kararına dayalı yazılar yazdığından dolayı mahkûm olan gazete ve gazeteciler var. Yalan ve iftira mekanizmalarını günlerce işlettikleri halde herhalde sürekli “görünür gerçekliklere”(!) değindikleri için görmezden gelinenler de.

Tayyar, Ergenekon iddianamesine dayanarak Ergenekoncular hakkında belgeli haber yaptığı halde 1 yıl 3 ayla kurtuluyor(!) ama “irticai unsurlar”la ilgili hiçbir delil değeri taşımayan uyduruk bir mektuba dayanarak haber yapan bir gazete “görünür gerçekleri” gün yüzüne çıkardığı(!) için ödüllendiriliyor. Mektup belge, iddianame değil. Mektubu yayınlayan gazeteye “Bunu sen uydurmuş olabilirsin!” denmiyor ama Tayyar’a savcı “Dinlemeyi sen yapmış olabilirsin!” muamelesi yapıyor.

Yücel İslam Davası Rektörlere de Gözdağı Anlamına Gelmekte

Yücel İslam olayı, davanın seyri ve sonuçları bir yana, başörtülülerin okullarına rahatlıkla girebilmelerini, zira yasal olarak buna bir engel olmadığını düşünen rektör ve öğretim görevlilerine yönelik bir gözdağını da içinde barındırmakta. Yücel İslam’ın kendisine yönelik suçlamaları(!) reddetmek zorunda bırakılması ve hakkında yoğun bir medya propagandasının işletilmesinin en önemli sebeplerinden birisi aslında başörtüsü yasağına yönelik süregelen uygulamalar karşısında örnek oluşturabilecek tutumların bu olay vesilesiyle izole edilmesi. Kartel medyanın yorumlarına yansıyan “başörtülü arkadaşları başka okullarda içeri giremezken, Van’da ayrıcalıklı bir muameleye tabi tutulmaları” mealindeki yasakçı zihniyetin garabet içeren tespitlerinde kendisini açık eden bu durum, Yargıtay’ın “görünür gerçeklik” olarak içtihatta bulunduğu vakıanın da özeti mesabesinde. Yani en ufak bir şekilde dahi olsa buna tevessül edenler olursa karşılarında “Yasama” ve “Yürütme”nin de üstündeki “Yargı”yı bulacaklar. Yerel mahkeme süreçlerinde sürünmeyi ve ardından “görünür gerçeklik” kılıcıyla tanışmayı göze alan varsa buyursun böyle davransın denilmektedir.

Özel Hayatları İğdiş Edenlerin Özel Hayatları Kutsalmış!

Yıllarca resmi ideoloji katkılı düşünmeyen insanların özel hayatlarını iğdiş eden akredite gazete ve gazeteciler bütün bu icraatlarını yalan ve iftira mekanizmalarıyla süslemişler ama haklarında bugüne dek ciddi, elle tutulur bir müeyyideye, yargı müdahalesine rastlanmamıştı. Ergenekon iddianamelerinde yer alan belge ve bulgularda Ergenekoncuların iğdiş ettikleri özel hayat hikayelerinden deste deste mevcut. Bunlar arasında en fazla yer tutanlar da yargı bürokrasisi içerisinde yer alanların telefon görüşmeleri ve yargı mensuplarına şantaj amacıyla elde edilen “özel hayat hikâyeleri”.

Şimdi bazı gazeteciler, -hani o çok sevilen ifadelerle- basın özgürlüğü gereği, kamuoyunun haber alma hakkı mucibince bunları haber yapmaya kalktığında yargı ve mezkûr kurumun garabet içeren içtihatlarıyla yüzleşmek durumunda kalıyorlar. (Üstelik bütün bu bilgilere internette bir tıklamayla ulaşmak mümkün. Kartel medyanın habercilikte hit olmuş sitelerinde bu bilgilere kolayca ulaşabilmek için özel arama motorları da.)

Şimdi sırada Vakit gazetesinden Kenan Kıran var. O da Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı Teknik Takip Daire eski Başkanı Albay Hasan Atilla Uğur’un, mahkeme kararı ile dinlenen telefon kayıtlarında yer alan ‘kadın pazarladığı’na yönelik iddiaları haberleştirmesi yüzünden çok yakında yargı karşısına çıkacak. Böylece bu konulara ilişkin bir turnusol işlevi de Kıran’ın yargılanma süreci olacak.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR