1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Vesayet Rejimine Yeni Bir Darbe Olarak 12 Haziran Seçimleri

Vesayet Rejimine Yeni Bir Darbe Olarak 12 Haziran Seçimleri

Temmuz 2011A+A-

12 Haziran seçimleri Kemalist bürokratik vesayet rejiminin sahipleri ve savunucuları açısından yeni bir hezimet tablosu ortaya çıkardı. Toparlanmak ve kaybettikleri mevzileri yeniden ele geçirmek için umutlarını olası bir CHP-MHP koalisyonuna bağlayanlar bir kere daha hayal kırıklığına uğradılar.

Aslında çok partili seçimlere geçiş ile birlikte söz konusu kesimin seçimlerle arasının pek hoş olmadığı, seçim sonuçlarının genellikle hoşnutsuzluk, rahatsızlık ürettiği bilinen bir gerçektir. Bu yüzden de 12 Haziran’ın Kemalist statüko güçleri açısından zaten pek yabancı olmadıkları bir ruh halinin bir kez daha tazelendiği, beklenen, alışılagelen bir sonuç olduğu düşünülebilir. Ne var ki, son dönemlerde Türkiye siyasetinde yaşanılan gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde 12 Haziran seçim sonuçlarının bu kesimde ilave bir düş kırıklığı, düpedüz çaresizlik ve çöküş atmosferine yol açtığı çok açık.

Neden böyle? 12 Haziran’ın önceki seçimlerden farkı ne? Bunu anlamak için 27 Nisan 2007 bildirisinin ardından yaşanan gelişmeleri, statükonun geri çekiliş sürecini kısaca hatırlamakta yarar var.

Ardı Ardına Yitirilen Mevziler

Genelkurmay’ın 27 Nisan bildirisi cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik statükonun açık bir müdahalesi olarak ortaya çıkmış ve başarısız olmuştu. Askerin “sözde değil özde laik” cumhurbaşkanı vurgusuyla yürüttüğü “Çankaya kalesi”ni koruma kollama girişimi ters tepmişti. Bu dönemde Meclis’te bulunan sağ partilerin olası bir darbe tehdidiyle korkutulmasına paralel olarak bir yandan da Cumhuriyet mitingleri adı altında darbeci ideoloji kitleselleştirilmesine yönelik kampanyalar yürütülmüş fakat tüm bu atraksiyonlar seçimlerin erkene alınmasıyla boşa çıkartılmıştı.

Netice itibariyle 22 Temmuz 2007 seçimlerinde ağır bir darbe alan Kemalist vesayet rejimi Çankaya’yı acı bir biçimde yitirdi. Karşı hamle olarak AK Parti aleyhine kapatma davası devreye girdi ama bu da başarısız kaldı. AK Parti hükümeti buna bir anlamda zincirleme gelişen Ergenekon ve Balyoz operasyonları ve davalarıyla cevap verdi. Bu gelişmelerle bir yandan darbe-cunta faaliyetlerinin fiili zemini ortadan kaldırılırken, aynı zamanda TSK’nın siyasal-toplumsal hayat üzerindeki etkinliği de kırılıyordu. Nihayet 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma sunulan anayasa değişiklik paketi ile birlikte yargı bürokrasisinin egemenliği de büyük ölçüde tasfiye edildi ve seçilmişler üzerindeki atanmış ağırlığı tam manasıyla bir erime sürecine girdi.

Tablo netti! Askerin siyasal ağırlığının azaldığı, TSK’nın medya ve sivil toplum örgütlenmeleri üzerinden kamuoyunu yönlendirme imkânlarını büyük ölçüde yitirdiği, yargı bürokrasisinin seçilmiş hükümetler üzerindeki kontrol mekanizmasının zayıfladığı ve darbe sopasının kırılıp bir kenara atıldığı bir vasatta umutlar ister istemez seçim sandığından çıkacak sonuca yönelmişti. Dolaylı siyasi aygıtların ve hukuk dışı baskı yöntemlerinin yetersizliği ve tıkanıklık statüko cephesinde de paylaşılan bir algıydı. Tıkanıklıktan, tükenişten kurtuluş sadedinde bilhassa CHP’ye önemli bir misyon yüklendiği barizdi. Öyle ki, Baykal’ın partinin başından gönderilişinin ve estirilen Kılıçdaroğlu rüzgârının ardında da bu arayışın etkili olduğunu düşündürtecek gelişmeler yaşanıyordu.

Statükoyu Sandıktan Çıkarma Hesabı  

Doğrusu iyi bir kampanya yürütüldü. CHP ve Kılıçdaroğlu imajları alabildiğine parlatıldı, mümkün olduğunca geniş koalisyonlar üretildi. AKP eliyle ülkenin bir felakete doğru sürüklendiği; açlık, yoksulluk, işsizlik vb. sorunların başını alıp gittiği; fikir özgürlüğünün esamisinin dahi okunmadığı, hükümet karşıtı gazetecilerin tutuklandığı; şifre tartışmalarında görüldüğü üzere iltimas ve kayırmacılığın sistematik hale geldiği; Türkiye’nin hem içeride hem dışarıda büyük bir güvenlik riskiyle karşı karşıya geldiği vb. iddialar güçlü ve yaygın bir biçimde tekrarlanarak zihinlere kazınmaya çalışıldı.

Yeni bir “Kurtuluş Savaşı” vermek gerekiyordu ve bunun için gerekli kadrolar belliydi. Böylece son dönemlerde ardı ardına yaşanılan gerilemelerle had safhada moral bozukluğu içerisine girmiş Kemalist kadrolar nezdinde iyimser bir atmosfer yaratıldı ve umutlar sandıktan çıkması arzu edilen CHP’li bir koalisyon hükümetine bağlandı. Ama tüm bu hummalı çabalar, beklentiler, umutlar kısa sürdü ve 12 Haziran akşamında Kemalist rejim muhafızları makûs talihleriyle bir kez daha baş başa kaldılar.

12 Haziran seçimleri pek çok açıdan yorumlanabilir, tartışılabilir elbette ama CHP’ye biçilen misyon ve takviye edilen beklentilerle birlikte statüko muhafızlarının son tutamaklarının da ellerinde kaldığı gerçeğinin seçimlerin en önemli ve belirleyici sonuçlarından biri olduğuna kuşku yok! Seçimler son yıllarda sürekli mevzi kaybeden statükocular açısından bir umuttu. Medya tekeli, üniversiteler, asker-sivil bürokratik ayrıcalıklar, Çankaya, yüksek yargı derken adeta her yerinden göçen statüko kalesini yeniden güçlendirme hülyası seçim sonuçlarıyla birlikte kaybolup gitti. Şimdi 3,5 milyon yeni oydaş ve 2007’ye nazaran 5 puanlık yükselişle teselli bulma zamanı! 

AK Parti’nin elde ettiği seçim zaferinin bizim açımızdan anlamı öncelikle burada yatıyor. Kazananından ziyade kaybedeni yönüyle seçimler çok önemli bir eşiğin daha geçilmesi şeklinde yorumlanmalı. Ve hiç şüphesiz halkın inancı, kimliği ve talepleri çiğnenerek, ezilerek inşa edilmiş statüko kalesindeki her göçük kazanımımızdır.

Sürecin kıymetini ancak tersten okumak suretiyle değerlendirmek mümkün. Tersi olsaydı ve Ergenekon-Balyoz davalarıyla açığa çıkan cuntacı-imhacı zihniyetin savunucusu konumundaki partiler halktan hükümet olmalarına yetecek oranda destek alsaydılar ne olurdu? Hiç kuşkusuz daha zor ve sıkıntılı bir süreçle yüz yüze gelirdik. 28 Şubat döneminde ülke genelinde hâkim kılınan boğucu atmosferi bir daha solumak ihtimali yüzünden geniş kesimlerde endişeli ruh hali belirginleşir, güvensizlik duyguları yaygınlaşırdı. Bu tür bir durumun gerek iç gerekse de dış politik arenada ortaya çıkarabileceği irili ufaklı bir dizi olumsuzluk da cabası.

Evet, Kazanım Ama Sadece Değerlendirebilenler İçin!

Statüko güçlerinin gerileyişinin meydana getirdiği olumluluğa dikkat çekmemiz ve bu gelişmeyi bir ilerleme olarak değerlendirmemiz elbette mevcut sürecin her yönüyle kazanım olduğu anlamına gelmiyor. Her toplumsal yapının sunduğu biçimde bu süreç de ancak kimlikleri doğrultusunda çaba sarf eden ve talepleri için mücadele edenler açısından kazanım doğuruyor. Bunu yapmayıp konjonktürel rüzgârların yelkenlerini şişirmesini bekleyenlerin nasibine ise olsa olsa denizin ortasında sağa sola savrulmak düşüyor. Çünkü rüzgârlar ancak rotasını belirlemiş, ne yapacağını netleştirip hedefe yönelmiş yelkenlilere bir fayda sağlar.

Dolayısıyla süreci lehimize işletmek, gelişmeleri somut ve daha ileri adımların önünü açıcı kazanımlara çevirebilmemiz için önümüze somut hedefler koymak ve bu hedefler doğrultusunda taleplerimizi yükseltmek zorundayız. Yüz yüze olduğumuz dayatmaların, kimlik ve kişilik eritici baskıların, zulümlerin sonlandırılması, inancımız ve kimliğimizle çelişen işleyiş ve mekanizmaların ortadan kaldırılması için sesimizi yükseltmeli, taleplerimizi her alanda çoğaltmalı ve güçlendirmeliyiz.

Oysa İslami camianın müthiş bir edilgenlik, atalet ve suskunluk içinde olduğu inkâr edilemez bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Bürokratik vesayet rejiminin bittiğinin iddia edilmesine karşın hayatın pek çok alanında inancımızın ve taleplerimizin yok sayıldığı, kimliğimize yönelik düşmanlık politikalarının kesintisizce devam ettirildiği bir ortamı yaşıyoruz. Şüphesiz Kemalist resmi ideolojinin sistemin tamamına ve türlü biçimlerde sinmiş yapısı bu inkâr ve dayatma politikalarının zeminini oluşturuyor. Sürekli karşılaştığımız, yıllardır muhatap olduğumuz için neredeyse kanıksar hale geldiğimiz ve itiraz ya da tepki geliştirmeyi pek akledemediğimiz bir dizi zorbaca uygulama ile sistem kendisini kesintisizce dayatıyor. Bu durum bir anlamda Kemalist zorbalık sisteminin sıradanlaşması olgusudur.

Peki, Müslümanlar olarak kimliğimizi ön planda tutma, taleplerimizi gündemleştirme, maruz kaldığımız keyfilik ve haksızlıklara karşı çıkma noktasında yeterli bir hassasiyet ve çaba içinde olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Oldukça zor! Mazeret sunmak, gerekçe üretmek ve sıralamak ise çok zor bir iş değil! Her zaman yapılabilir. Asıl yapılması gereken ise mazeretlerin ardına sığınmadan hakkı ve adaleti haykırmak, bunun için gereken çabayı sarf etmek, fedakârlığı üstlenmek.

Birbiri peşi sıra yaşanan gelişmeler ve bir bütün olarak içinden geçilen süreç önümüze iyi değerlendirmemiz gereken bir dizi imkan ve avantajlı bir konjonktür çıkartmıştır. Asker-sivil bürokratik vesayet rejiminin kalın ve yüksek duvarları epeyce aşınmış ve dolayısıyla geniş kitleler nezdinde de aşılabilirliğine dair inanç artmıştır. Ve tam da bu noktada siyasal-toplumsal hayatın farklı alanlarında yüz yüze geldiğimiz dayatmalara karşı daha geniş katılımlı ve sonuç alıcı tepkiler geliştirme sorumluluğumuz da artmıştır.

Yeni anayasa tartışmalarının, beklentilerinin yaygınlaştığı ve her kesimin kendisi için özgürlük alanını genişletme çabalarını yoğunlaştırdığı bir vasatta bizler de Müslümanlar olarak maruz kaldığımız zorbalıkları, dayatmaları net biçimde gündemleştirmeliyiz. Bu bağlamda hükümet bugüne dek sürekli biçimde gerçek manada iktidar yetkisine sahip olmamaktan yakındı; atılmayan adımların, kaldırılmayan engellerin gerekçesi olarak hep asker-sivil bürokratik işleyişin önüne aşılması zor engeller çıkartmasını ileri sürdü. Bu söylem dün bizim açımızdan inandırıcılıktan uzaktı, bugün ise tümden anlamsız! Gelinen aşamada artık hiçbir biçimde mazeret beyanı kabul etmemeli ve acziyet söylemine prim vermemeliyiz!  

Onur Mücadele İle Mümkündür!

Mademki, bizi ezen, haklarımızı gasp eden, inancımızı ve kimliğimizi yok sayan düzenlemelerin tümünün ortadan kaldırılmasını talep ediyoruz, öyleyse bu taleplerimiz için mücadele etmek durumundayız. Okula giden çocuklarımızın her sabah muhatap oldukları yemin ayininden farklı eğitim alanlarında ve çalışma hayatında uygulanagelen kılık kıyafet dayatmasına; inancımızı, kimliğimizi tehdit olarak algılayıp cezalandırma gerekçesi kılan yasal mevzuattan İsrail ile ilişkilere kadar haksız, adaletsiz tüm dayatmalara karşı açık kimliğimizle bir mücadele hattı geliştirmek zorundayız. İslami kimliğimizin üzerimize yüklediği bu sorumluluğun, bu tutumun aynı zamanda eylemlerimizi anlamlı ve bizi onurlu kıldığına inanıyor, Rabbimizin yardımına güveniyoruz!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR