1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Ulusal Güvenlik: Topluma Giydirilen Deli Gömleği

Ulusal Güvenlik: Topluma Giydirilen Deli Gömleği

Eylül 2001A+A-

Türkiye'de siyasetin toplumsallaşması, toplumsal aidiyet ve taleplerin ifadesine aracılık etmesi süreklilik içeren bir olgu değil. Resmi ideolojinin çerçevesinin dışına çıkabilen bir siyasallaşmanın bugüne kadar önüne konulan dizi dizi engellerle sınırlandırılmaya çalışıldığı; buna rağmen kör topal ilerleme imkanı bulabildiği istisnai durumlarda da sık sık kesintilere uğratılarak süreklilik boyutuna ulaşmasının önüne geçildiği bir vakıa. Buna karşın devlet politikalarının belli dönemlerde farklılıklar içerse de özünde sabit bir seyir İzlediği söylenebilir. Normal prosedür izlenerek ulaşılamayan hedeflere müdahaleler yoluyla ulaşılmaya çalışılıyor. Bir darbenin yarım bıraktığını öbürü tamamlıyor. Bu noktada 28 Şubat büyük ölçüde 12 Eylül'ün depolitizasyon politikasının mirasçısı konumunda. Fark 12 Eylül'e nazaran daha rafine metotlar geliştirilmiş olması. Arada verilen bazı kapatma, yasaklama kararlarına rağmen genelde partiler, sendikalar, dernekler, vakıflar açık, siyaset sahnesi göz önünde durmakta. Fakat tümüyle işgal edilmiş bir halde.

Türkiye son birkaç yıldır, tüm darbe sonrası dönemlerin ortak özelliklerinden biri olan "toplumun dilsizleştirilmesi" olgusunu yaşıyor. Yaşanan devasa sıkıntı ve bunalımlara rağmen derin sessizlik sürüyor. Ses verebilecek, halkın sıkıntılarını, özlem ve taleplerini dillendirebilecek kuruluşlar ve şahıslar susturulmuşluk, bastırılmışlık çemberinde. Ortalık süt liman. Ses soluk kesilmiş halde. Sesi duyulan tek güç bürokrasi: Öncelikle askeri ve büyük ölçüde ona tabi konumda yargı bürokrasisi.

Bu çevrelerce tehlikeli, riskli, hatta baştan çıkarıcı sayılan kimi konu ve konu başlıkları var. Zaman zaman bunlar çeşitli vesilelerle toplumun gündemine girebiliyor. Oysa bu tür durumlara zinde güçlerin hiç tahammülü yok. Hemen harekete geçiyorlar ve ardından ya 'muhtıra gibi' açıklamalarla, ya da aynı minvalde sayılabilecek İddianame veya kararlarla karşılıyorlar yeni durumu.

Bürokrasi hemen her vesileyle devreye giriyor, tavır koyuyor. Deyim yerindeyse herkesi hizaya sokuyor; önüne gelene fırçasını atıyor. Özellikle askerlerin adeta 'bu ülkede her şey bizden sorulur!' tavrıyla eğitimden ekonomiye, dış politikadan anayasa değişikliğine kadar her konuya doğrudan mudahil olup, muhataplarına had bildirmesi alışkanlık halini almış görünmekte. Tepeden tırnağa bir milli güvenlik devleti şeklinde tanımlanmış ve koruma ve kollama görevi de askere tevdi edilmiş bir ülkede neredeyse tek bir konu dahi bu alanın dışında ele alınmıyor. Herşey, her gelişme doğrudan güvenlikle, dolayısıyla da askerle ilişkili!

Askerin Mevzi Yitirme Kaygısı

Böylesi toptancı bir zihniyetin egemen olduğu bir zeminde ANAP genel başkanı Mesut Yılmaz'ın partisinin kongresinde ortaya attığı 'ulusal güvenlik' tartışmasının doğrudan askerleri harekete geçirmemesi düşünülemezdi bile. Nitekim "ulusal güvenlik kavramının saplantı haline dönüştürüldüğünden söz ettin, demek ki bizi kast ettin!" refleksiyle Genelkurmay adına yapılan zehir zemberek açıklama ile siyaset alanının gafil politikacılara bırakılmasının söz konusu olamayacağı bir kere daha vurgulanıyordu.

Bu tutumun en açık olarak ortaya koyduğu gerçek silahlı bürokrasinin egemenlik alanı içinde gördüğü 'mevzileri savunma' konusunda alabildiğine duyarlı hale gelmiş olmasıdır. Silahlı bürokrasi toplumsal-siyasal yapının bütününde kapsamlı bir militerleşme süreci şeklinde işleyen 28 Şubat'ta doldurduğu alanlardan geri çekilmemekte direnmekte, hatta bu alanı daha da genişletme çabası içindedir. Düne kadar hep İşbirliği İçinde göründükleri politika ve medya çevrelerinden bugün konjonktürün zorlamasıyla sadır olan 'normalleşme' çağrılarının askerlerce aşırı bir tepki ile karşılanıp, bastırılmaya çalışılmasının ardında hep o malum süreçte elde edilen iktidar alanının korunması refleksi bulunmaktadır. Zaten ideolojik formasyonu itibariyle kendisini ülkenin biricik vatansever kurumu sayan bir gücün eline geçirdiği (ya da kendisine teslim edilen) yetkiyi kolayca bırakmak istemeyeceğini görmek zor olmamalıdır.

Yetki paylaşımı konusunda hasis, sorumluluk konusunda ise aynı oranda cömert tutum çarpıcıdır. Genelkurmay bildirisinin içeriğinde dikkat çeken hususlardan biri ülkenin mevcut durumunun özetle iflas şeklinde tanımlanması ve bunun sorumlusu olarak da politikacıların gösterilmesiydi. 28 Şubat'ın "tam yetki, sıfır sorumluluk" uyanıklığını da yansıtan bu yaklaşım sanki ülkenin gidişatını belirleyen kararların, politikaların ardında askeri bürokrasinin etkinliği bilinmiyormuşcasına kendisini tümüyle kirli tablonun dışına taşıma gayreti içinde. Ekonomik iflastan, ahlaki dejenerasyona kadar tüm olumsuzlukların faturasını beceriksiz, yolsuzluk sabıkalısı politikacılara çıkartan Genelkurmay bildirisi acaba devletin tepe noktasını teşkil eden MGK ve onun içinde de askerlerin konumunu nereye oturtuyordu? Demek ki devletin temel politikalarını ve bunların uygulanmasını belirleme noktasında tam yetkili MGK iş fatura ödemeye geldiğinde 'sadece bir danışma organı' sayılmakta!

Adeta bir muhalefet partisi bildirisi üslubu taşıyan bu bildiriyle asker kendisini sütten çıkmış ak kaşık konumuna oturtmaya çalışsa da, bu tutumun inandırıcı olamayacağı çok açık. Özellikle 28 Şubat süreci ile birlikte herkesçe görüldü ki, askerin müdahil olmadığı neredeyse tek bir alan dahi yok. Dolayısıyla "artılar bize yazılsın, eksilerin hesabı politikacılara sorulsun" mantığının ikna edici olması pek mümkün görünmüyor.

Hiyerarşik Örneklik ve Hukuksuzluk

Geçtiğimiz ay yaşanan protokol krizleri, Akkise ve benzeri birtakım olaylarla da askerler hep gündemde oldu. Bu olayların genelkurmay bildirisinin akabinde ardı ardına meydana gelmesi sadece bir tesadüf mü, yani ülke bir tür 'münferit' olaylar sağanağına mı yakalandı acaba? Yoksa emir komuta hiyerarşisine sahip bir kurumun yukarıdan aşağıya yansıttığı örnek tutumun tezahürleri midir söz konusu hadiseler? Sonraki gelişmeler genelkurmay başkanının başbakan yardımcısı ve hatta toptan hükümeti azarlayan tutumunun kademe kademe aşağıya yansıması sayılmaz mı? Şöyle ki, üst örnek alındığında il askeri hiyerarşisinde en üst merci olan bir tuğgeneralin bir parti il başkanını, ya da bir başkasının belediye başkanını, daha aşağıya inildiğindeyse bir astsubay başçavuşunun tüm bir belde halkını sigaya çekme kudretini kendilerinde görebilmeleri garip sayılmamalı!

Peki silahlı bürokrasinin bu cesaretinin, daha doğrusu pervasızlığının kaynağı ne, sadece silahı mı? Hayır, sadece bu olamaz. Ordular her yerde mevcut ama Türkiye'deki gibi siyaseti belirleyen değil, pek çok ülkede siyaset tarafından belirlenen konumunda. Türkiye'de askeri bürokrasinin neredeyse ülkenin asıl ve tek güç odağı konumu kazanmasının ardında siyaset geleneğinden, yasal mevzuattan ve toplumsal vurdumduymazlıktan kaynaklanan pek çok neden var. Dün RP-FP'li, HADEP'li siyasilere uygulanan çirkin muamelelere İtiraz etmeyenlerin payına bugün maalesef benzeri muamelelerle karşılaştıklarında ancak "onlar efendimizdir, biz köleleriyiz" dercesine "paşam büyüğümüzdür" sözlerini etmek düşüyor.

Uğratıldıkları inanılmaz zulmün üstüne bir de resmi raporlarla suçlu ilan edilen Akkiseliler bugün dertlerini duyurabilmek için çırpınıyorlar. Acaba dün Lice, Şırnak, Cizre ve benzeri yöreler yerle bir edildiğinde, 'terörist' yaftasıyla sayısız insan 'ölü ele geçirildi'ginde 'acaba buralarda neler olup bitiyor, duyduklarımız resmi yalanlar olmasın!' diye hiç akıllarından geçirmişler miydi? Çocuklarını davul zurnayla askere yollayan Akkiseliler ve tüm toplumun "zalimlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur" emr-i ilahisinden çıkartmaları gereken bir ders olmalı mutlaka.

Kesin olan şu ki, "herkesin başına gelen kendi eylemleri nedeniyledir". Kimisi korkaklığından, kimisi gündelik çıkarlarını tehlikeye sokmak istemediğinden dolayı bu ülkede politikacıların silahlı bürokrasiyi ait olduğu konuma çekmek gibi bir gündemi hiç olmamıştır. Dolayısıyla sözde iktidar da olsalar yetkileri ancak birtakım ihaleleri kimin alacağı, ya da eş dost tanıdıkların nerelerde istihdam edilebilecekleri gibi süfli işlerle sınırlı kalmakta, temel politikaların belirlenmesi noktasında iradesiz kuklalar olmaktan öteye gidememektedirler. Küçük bir karşılaştırma yapılacak olursa; Yunanistan'da 1974 yılında darbe yapan albaylar cuntasının üyelerinden hayatta kalanlar aradan geçen onca zamana rağmen halen hapisteler. Türkiye'de ise darbeciler halen el üstünde tutuluyorlar, yargılanmak şöyle dursun açıkça yargılama konumundalar.

Garnizon Duvarlarını Aşabilecek Bir İrade İhtiyacı

Türkiye'nin askeri vesayet altında sürdürdüğü demokrasi oyunu tıkanma, hatta tükenme noktasına doğru ilerlemekte. Oyunda hevesle rol alan aktörlerin dahi artık daha fazla sürdürülemeyeceğini ilan ettikleri bu oyuna son verme zamanı çoktan geldi de geçti bile. Ama elbette bitsin demekle oyun bitmez, sahneye alkışlarla davet edilenleri sahneden indirmek öyle kolay değil. Tutarlılık gerektiriyor, güç gerektiriyor, herşeyden çok da irade gerektiriyor. Bu vasıflan Mesut Yılmaz gibi şahsiyet zaafı timsali, tüm politik kariyerini fırsatçılığı üzerine inşa etmiş isimlerden beklemek olacak iş değil elbette. Öncelikle toplumsal bir iradeye ihtiyaç var. Bu ülkede yaşayan insanlar artık emir komuta düzeninde yaşamak, kışla esaslarına göre yönetilmek istemediklerini gür sesle haykırmalılar.

Örneğin politikacıları paylama sadedinde ülkenin ekonomik iflas içinde olduğunu dile getirenlerin, bir yandan da tank modernizasyonu adı altında İsrail isimli Siyonist çeteye milyar dolarlar akıtma pervasızlığının hesabını soracak bir irade gereklidir, "Jetlerimiz kardeş Azerbaycan halkının gönlünü fethetti" cilasıyla İran'la gerginlik oluşturulmasına ve Ortadoğu'da ABD ve İsrail hesabına girişilen taşeronluklar yetmezmiş gibi şimdi de Ortaasya'da aynı güçler lehine yeni taşeronluk faaliyetlerine girişilmesine karşı duracak bir bakış açısı derinliği gerekir. Toplumun kendisine giydirilmeye çalışılan deli gömleğini parçalayıp bir kenara fırlatabilmesi ancak böyle mümkün olabilir. Aksi halde askerler ve politikacılar arasında kimi zaman uyum içinde yürüyen iktidar ortaklığını, kimi zamansa inisiyatif kapma yarışına dönüşen güç çekişmesini boş gözlerle izlemek dışında bir şansı olamaz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR