1. YAZARLAR

  2. Güney Uzun

  3. Türkiye’nin Ortadoğu İntifadasına İlişkin Konumu ve Politikaları

Türkiye’nin Ortadoğu İntifadasına İlişkin Konumu ve Politikaları

Mayıs 2013A+A-

Ortadoğu’da yeşeren direniş, zulmün kalelerini bir bir yıkarak Müslüman halkların köklerine yani Kur’an’ın rehberliğine, Peygamber (s)’in önderliğine dolayısıyla İslam’a dönmesine vesile olacak bir tarihî eşiğe şahitlik ediyor. Bu tarihî süreçte üzerinde yaşadığımız coğrafyayı idare edenlerin genelde devletin özelde ise iktidarın yani AK Parti kadrolarının ne tür bir politika izledikleri, sürece nasıl yön ve renk vermeye çalıştıklarını üç başlık altında irdelemeye çalışacağız.

Ortadoğu’da Aktif Bir Rol Üstlenmeye Sevk Eden Amiller

Öncelikle birkaç madde halinde Türkiye özelinde ne tür gelişmelerin yaşandığı üzerinde kısaca durmak konuyu ele almada faydalı olacaktır. Sonrasında ise AK Parti’nin dış politikasının teorik arka planına göz atmak suretiyle sahip olduğu prensiplerin ve kullandığı kavramların Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ile ne kadar örtüştüğünü irdelemek gerekiyor. Türkiye’nin dış politikasının önündeki engeller ya da handikapları ortaya koymak ise bizi daha objektif değerlendirmeye sevk edecektir.

Türkiye’nin dış politikada Ortadoğu’ya daha fazla ağarlık vermesindeki olaylar ve amillere kısaca göz atacak olursak;

- 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında gelişen İslamofobi, başta Ortadoğu olmak üzere tüm İslam coğrafyasında hissedilmeye başlanmıştı. Batı’nın Müslümanları ötekileştiren politikaları tersten Müslümanları ortak bir potada birleşmeye yönelik düşüncelerin kuvvetlenmesine yol açtı. Irak ve Afganistan saldırıları Müslüman coğrafyada emperyalist çıkarlara ve bunları savunan yerli işbirlikçilere karşı öfkeyi artırdı. Bu bağlamda BOP gibi projeler uygulanmadan rafa kaldırıldı. Yerine bölgeyi anlamaya yönelik yeni politikaların oluşturulması ihtiyacı ortaya çıktı. Tam da bu süreçte Türkiye’de “muhafazakâr”, “İslamcı” bir parti olarak AK Parti iktidara geldi. Irak savaşı, BOP, ılımlı İslam, Batı ile İslam arasında diyalog vs. gibi sıcak bir gündemde Türkiye’nin bölgeye yönelik söylem geliştirmesi zorunlu oldu. Başka deyişle AK Parti, iktidarının ilk yıllarında kendini Ortadoğu’nun sıcak gündeminin içinde buldu. Dolayısıyla “Yüzünü Ortadoğu’ya çevirdi ya da döndü.” gibi çıkarımlar yerine “Dönmek zorunda kaldı ya da döndürüldü.” dememiz yerinde olacaktır.

- Irak işgali öncesinde ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmesi için 1 Mart 2003 tarihinde hazırlanan tezkere meclise sunuldu. AK Parti’nin çıkarmak istediği tezkere başta Müslümanlar olmak üzere muhalif kesimlerin baskı ve eylemleri ile reddedildi. Tezkereden sonra Irak’a asker göndermek için meclisten alınan yetki kamuoyu ve Arap dünyasında oluşacak tepkiler göz önünde bulundurularak hiç kullanılmadı. AK Parti, reddedilen tezkerenin rantını yeme gibi hiç beklemediği bir kazanım elde etmiş oldu. Çünkü tezkerenin reddedilmesi başta Ortadoğu olmak üzere Müslüman halk kitlelerinde sevinçle karşılanmıştı. Böylelikle Arapların gözünde her halükarda ABD çıkarlarını savunan Batılı bir Türkiye ve toplum yerine, yeri geldiğinde bu çıkarlara hayır diyebilen bir Türkiye izlenimi oluşmuştu. Bu karar müzakere tarihi bekleyen Türkiye için, ABD’nin AB içindeki Truva atı şeklindeki benzetmelere de son verecekti. Buradan hareketle yeni dış politikada Arap kamuoyunun dikkatle izlendiği, ne tür tepki aldığına önem verildiğini söyleyebiliriz. Tezkerenin reddedilmesi sonrası Arap halkları kendilerini yönetenlerin ABD’ye olan tam itaatini daha fazla sorgular oldu. Buradan yola çıkarak hem muhalif örgütlenmenin iktidarları karar almada nasıl etkilediği hem de kendi halkının çıkarlarını önceleyen bir yönetimin nasıl bir sonuç doğurabileceği gösterilmiş oldu.

- Türkiye’de askeri vesayetin geriletilmesiyle birlikte dış politikada söz sahibi, karar alıcı, kendi politikalarını uygulama fırsatı bulan bir ortamın oluştuğunu söyleyebiliriz. Erbakan’ın Libya, Malezya ve İran gezileri ve bu gezilerin ülke gündemine nasıl yansıtıldığını hatırlamamız yeni bir politika üretmenin zorluğunu görmemiz için yeterli olacaktır. Türkiye’de askeri vesayetin geriletilmesi ile birlikte asker tarafından kırmızı kitaplarda sınırları çizilen, MGK’da şekillendirilen dış politika yerine siyasi iktidarın ufku ve kapasitesi ile belirlenen bir dış politika alanı ortaya çıkmış oldu. Buna ilave olarak 2000’li yılların başından günümüze kadar açılan düşünce kuruluşları ve etkilerine bakmak gerekir. Türkiye’de 2002 yılına kadar açılan stratejik düşünce kuruluşlarının sayısından fazlası son dönemde açıldı. Böylelikle siyasi iktidarın dışında ya da beraber iç ve dış olaylar, sorunlar karşısında politikalar üretilmeye başlandı.

- Türkiye’nin ekonomik olarak gelişen bir vizyon çizmesi, yeni pazarlar elde etme arzusu bölge ile ilişkileri geliştirmede önemli etkenlerden biri olmuştur. Bunda, karşılıklı ekonomik bağlılıkların oluşturularak bölgenin bir barış ortamına dönüştürülmesi politikasının da payı vardır. Yine 2008 yılında kendisini hissettiren ve halen daha süren global finans krizinde Arap sermayesinin ülkeye getirilme çabalarına şahit olduk. Krizdeki AB ve Batı pazarına karşın başta Ortadoğu, Kuzey Afrika olmak üzere yeni pazar arayışlarına girilmesi bu bölgelerle ilişkilerin daha sıkı tutulmasına neden olmuştu. İstatistiklere göre, son beş yıl içinde AB’nin Türkiye’nin toplam ihracatındaki payı yüzde 57′den yüzde 38′e düştü. Ortadoğu ve Kafkasların payı ise ikiye katlanarak yüzde 28′e çıktı. Bu yıl Irak’ın Almanya’yı geçerek Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı olacağı düşünülmekte.1 Türkiye’nin 2002-2010 döneminde Ortadoğu ile olan ihracatının toplam ihracat içindeki payı yüzde 6’dan yüzde 16’ya yükselmiş, Ortadoğu ile toplam ticaret hacmi ise 3,9 milyar dolardan 23,6 milyar dolara çıkmış. Dolayısıyla ticaret hacmi büyüyen ülkelere ve coğrafyalara önem ve öncelik verilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu politikanın iktidarının ilk yıllarında geliştirilmemesinin nedenlerinden biri de AK Parti’nin devraldığı ekonomik tabloydu. Türkiye’nin 2002 yılında 150 milyar dolarlık dış borç ve IMF kredileri ile aktif dış politika üretmesi gerçekçi gözükmüyordu.

- 2000’li yıllarda hızla ilerleyen AB sürecinin AK Parti iktidarına denk gelen süreçte özellikle Fransa ve Almanya’daki iktidar değişiklikleri ile birlikte hızı düştü. Bu ülkelerin kendisini dışlayan yaklaşımları Türkiye’yi farklı işbirliği arayışlarına itti. Bu bağlamda bir koz, kendi değerini yeniden hatırlatma olarak da algılanabilecek şekilde yüzünü doğuya dönme olarak bir strateji geliştirdiğini söyleyebiliriz. Başta Ortadoğu ve İslam ülkeleri olmak üzere tarihî ve coğrafi olarak yakın olduğu, fazlaca aidiyet sorunu çekmeyeceği yerlerin varlığı yeniden hatırlandı. AB’nin Irak Savaşı sırasında bölgeye Türkiye üzerinden müdahil olma çabaları Türkiye’nin bu politikasının doğru olduğunu gösterdi.

- AK Parti’nin, 2002’de iktidara geldiğinde, hatırlanacağı gibi ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış idi. Yakış ve Ali Babacan dönemlerinde performans olarak düşük bir seyir izleyen dış politika, Abdullah Gül ve özellikle Ahmet Davutoğlu dönemlerinde daha aktif bir sürece girdi. AK Parti ile birlikte çokça duyduğumuz “tarihsel boyut”, ”komşularla iyi ilişkiler”, “açılım” gibi kavramları İsmail Cem’in Dışişleri Bakanlığı zamanından da hatırlamaktayız. Ancak bu kavramların yerleşmesi için entelektüel ve teorik olarak formülasyona ihtiyaç duyulduğunun, Davutoğlu ile birlikte farkına daha fazla varıldı. Buradan yola çıkarak belli bir vizyona sahip politikacıların dış politikadaki etkilerinin önemini vurgulamak gerekiyor. Dolayısıyla kadro değişikliği Türkiye’nin Ortadoğu’da aktif bir rol oynamasına yol açmıştır.

- Türkiye’nin Batılı, statükocu ve uluslararası meşrutiyetçi klasik dış politikası AK Parti iktidarının ilk yıllarında da uygulandı. Çünkü kendi güvenliği ve ulusal çıkarları için bölgenin istikrarlı olması, var olan rejimlerin, ABD’nin dıştan “demokratikleştirme” projesiyle kontrolsüz bir şekilde dönüşmesini risk olarak değerlendiriyordu. Bu politikanın sonucu olarak mevcut iktidarlarla iyi ilişkiler geliştirme gibi bir yöntem izlenmişti. Sonrasında yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı bu siyasette köklü değişikliklere gidildi.

Yeni Dış Politikanın Kavramları

Bu bağlamda AK Parti döneminde, özellikle Davutoğlu ile birlikte gündeme gelen ve bizim dış politikayı anlamamıza yardım edebileceğini düşündüğüm kavram ve prensiplere kısaca göz atmakta yarar var.

1- Medeniyetlerin Ben İdraki: Günümüz AK Parti politikalarını anlamak için Davutoğlu’nun “Medeniyetlerin Ben İdraki” isimli makalesine bakılmasında fayda var. Bu kavramın yeni dış politikanın en temel kavramı olduğu ifade edilmektedir. Bir medeniyetin kurulmasında, yükselmesinde ve diğer medeniyetlerin saldırıları karşısında direnmesinde temel etmen “ben idraki”dir. Davutoğlu’na göre “ben idraki”nin oluşmasına neden olan nihai etken bir bireyin varlık sorunsalını anlamlı bir çerçeveye oturtan dünya görüşüdür. “Ben idraki”, karşı tarafa ya da sosyal bir tanınmaya gerek duymadan bireysel bir şuurdur; bir kimlik meselesi değildir. Kimlik, sosyal tanımlama temelinde iki tarafı gerekli kılarken “ben idraki”, bir karşı tarafa gerek duymadan bireysel bir şuur halidir. Kimlik, dış bir otorite tarafından tanımlanan, verilen bir şeyken, “ben idraki” dış bir güç tarafından tanımlanamayan özneyi esas olan bir durumdur. İnsanın “ben idraki”ni dokuyan temel unsurlar ise kişinin veya devletin kendisi, eşya ve Allah arasındaki varoluş idrakidir.2 Bu teorik arka plandan yola çıkarak kendisinin idrakinde olan bir medeniyetin temsilcisi olduğu varsayılan Türkiye, politik düzlemde yeni stratejiler belirlemek, olaylar karşısında tavır almak, ilişki geliştirmek gibi birçok pratik sonuca varmaya başlamıştır.

2- Stratejik Derinlik: Bundan kasıt Türkiye’nin sahip olduğu jeopolitik, kültürel ve ekonomik konum ve mekânın uluslararası sistemin dönüşümü açısından önemli olmasıdır. Bu unsurları göz önüne alan Davutoğlu’na göre Türkiye hem bölgesel hem de küresel olarak merkezdedir. Çünkü hem coğrafi olarak dünya ana kıtasının merkezi hem de tarihi olarak insanlık tarihinin ana damarlarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Bu yüzden Türkiye uluslararası ilişkilerde statik, tek boyutlu, tek parametreli bir dış politika yürütmemelidir.

3- Merkez ülke kavramı ile klasik Türk dış politikasının “köprü ülke” söylemi yerine, bulunduğu konum itibariyle manevra kabiliyeti sayesinde kurucu, yapıcı ve düzen kurucu bir ülke olmasına gönderme yapar. Uluslararası sistemin dönüşümüne ve bölgesel-küresel düzeyde yeni bir düzenin kurulmasına yönelik tarih, kültür ve dini de içeren jeopolitik bir perspektif sunar. Eski dış politikadaki köprü söyleminin batıdan doğuya, doğudan da batıya olumsuz, edilgen bir aktarım görevi üslenmesi bu kavramın terk edilmesine neden olmuştur.

4- Vizyon odaklılık ile uluslararası krizlerde Türkiye’nin yıllarca uyguladığı “bekle-gör” siyasetinin tersine bölgesel ve küresel sorunlarda aktif bir rol alarak, süreci takip eden, çözüm konusunda etkin faaliyet yürüten bir misyon öngörülmüştür. Bunun iki temel nedeni vardır: Birincisi, Türkiye’nin kendi bölgesinde ortaya çıkan sorunların çözümünden sonra ortaya çıkan tabloya göre politika geliştirmesinin yanlışlığıdır. Bunun yerine krize doğrudan ve en başından müdahale etmek gerekmektedir. İkincisi ise, “sorun yoksa yeni politika ve söyleme de ihtiyaç yok” şeklinde özetlenen eski anlayışın aksine, kriz olmasa bile uluslararası ve tarihsel konumu itibariyle o bölgelerde olunması gerekliliğidir. 2005 yılında Kuzey Afrika, 2006 yılında Latin Amerika, 2010 yılında Doğu Asya politikalarında yaşanan yeni açılımlar, büyükelçiliklerin açılması, diplomatik ziyaretler bu bağlamda değerlendirilmektedir.

5- Yumuşak Güç: Dış politikanın diplomasi, kültür, işbirliği, karşılıklı ekonomik bağımlılık ve tarihsel birikim gibi unsurlar üzerine dayandığını ifade eden kavramdır. Türkiye’nin dış politika perspektifinde adil, akıllı ve inandırıcı politikaları takip ederek diğer ülkeleri “ikna” etmek şeklinde yeni bir yol çizilmiştir. Klasik dış politikadaki, askerî güç ile sorun çözme yerine bu kavram ikame edilmeye çalışılmıştır. Burada esas olan kendi askeri gücünün varlığı ile sorun çözmek değil, onun bilincinde olarak, onu arkasına alarak politika üretmektir.

6- Güvenlik-Özgürlük Dengesi: Türkiye’nin güvenliğinin özgürlüklerin hem içerde hem de dışarıda genişletilmesi ile mümkün olabileceğini ileri süren bir dış politika prensibidir. Ortadoğu’ya yönelik Türk dış politikasının temel ilkesi olarak kurgulanan bu anlayış bölge ülkelerine demokratikleşmenin teşvik edilmesi ve desteklenmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Benzer şekilde Balkanlarda istikrar ve güvenliğin sağlanmasında demokratikleşmenin öneminin ön plana çıkarılması da bu prensibe örnek olarak verilebilir. Buradan yola çıkarak komşu ülkelerdeki özgürlük alanlarının genişletilmesinin Türkiye’nin kendi çıkarına olduğu düşünülmüştür.

7- Proaktif Diplomasi: Türkiye’nin yakın çevresinde yaşanan her türlü krizin çözümünde ve diğer ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesinde önde ve aktif olmasını amaçlayan diplomasi biçimidir. Bu diplomasinin Türkiye dış politikasında örneklerine bakacak olursak; Arap-İsrail, Suriye-İsrail, İran-Batı ve Boşnak-Sırp uyuşmazlıklarında arabulucu rolü oynamak istemesini görebiliriz. Bu dış politika prensibine göre dış politika, sadece ulus-devletlerden oluşan aktörler arasında değil aynı zamanda aynı devlet içinde yer alan farklı taraflar ve aktörler arasında da krizlerin önlenmesi ya da var olanların çözülmesine dönük aktif bir siyasi tutumdur. Irak’ta Sünni ve Şii gruplarla diyaloglar, HAMAS ve FKÖ yakınlaşması, Lübnan’da siyasi krizde rol oynama girişimleri bu bağlamda değerlendirilebilir.

8- Düzen Kurucu Aktör kavramı, Türkiye’nin devletlerarası ilişkiler ve uluslararası örgütlerde aktif bir şekilde rol almasını öngören bir rol-kimlik tanımlamasıdır. Türkiye’nin, kurulmaya çalışılan “yeni uluslararası düzen”in şekillenmesinde güçlü bir aktör olarak yer alması gerektiğini ileri sürmektedir. Buna göre, gerek bölgesel düzenlerin gerekse uluslararası düzenin kurulmasında bu “düzen”e Türkiye, sonradan intibak eden bir ülke olarak değil, bizzat düzenin kurulması fikrine öncülük eden bir ülke olarak tanımlanmaktadır. İki temel ekseni vardır. Bunlardan birincisi, yeni diplomatik üslup ve önleyici barış diplomasisi ekseninde çevre bölgelerde ve küresel alanda çıkabilecek muhtemel krizleri önlemeye çalışmak ve Türkiye’nin istikrar ve barışın sağlanması için yapıcı bir diplomasi takip etmesini sağlamaktır. İkincisi ise, bölgesel ve küresel düzlemde etkin olan uluslararası örgütlerde yer alarak hem bu örgütlerin yapısal değişikliğe uğratılmasında hem de bu değişiklikler ekseninde “düzen” fikrinin öncülüğünü yaparak buna uygulama alanı açmaktır.3 Türkiye’nin hem BM Güvenlik Konseyi’ne geçici üye olması ve burada aktif rol alması (İran’a ambargo kararında hayır oyu kullanması gibi) hem de Güvenlik Konseyi’nin yapısını tartışmaya açması örnek olarak verilebilir.

Bununla beraber bu dış politika vizyonunun handikapları da mevcuttur.

- Türkiye’nin dış politikasını sürdürmek için personel eksikliği gün yüzüne çıkmış bulunmakta. 2011 verilerine göre Dışişleri’nde 5533 personel çalışmakta. Bu personel 114 Büyükelçilik, 11 daimi temsilcilik, 71 başkonsolosluğa dağılmış. Personel sayıları bakımından Fransa 15.008, Almanya 12.437 ve İngiltere 17.100 gibi personel sayılarına sahip. Bütçe olarak ise, ABD, Rusya, İngiltere, Brezilya, Fransa, Almanya, Hindistan, İtalya, Japonya, İspanya arasında takribi 436 Milyon Euro ile en küçük bütçeye sahip ülke konumunda. Türkiye’nin, Arapça konuşulan ülkelerdeki temsilcilik sayısı ise 25. Bu temsilciliklerdeki toplam kariyer memuru sayısı 135 iken bunların içerisinde sadece 6 kişi Arapça konuşabilmekte. Bakanlık genelinde 1990 yılında 10 olan Arapça bilen çalışan sayısı 2011 yılında toplamda 26 rakamına ulaşmış. 2011’de Türkiye’de toplam 9.374 öğrenci öğrenim amacıyla bulunurken, bunlar içerisinde yalnızca 1.123 Arap kökenli öğrencidir (% 12). TRT Arapça, bir iki haber sitesi ve sınırlı sayıda kişisel blok dışında Türkiye’nin Araplara kendi dilleri üzerinden ulaşabileceği kanalı bulunmamaktadır.4

Başbakan Erdoğan’ın Ocak 2012 yılının ilk günlerinde yaptığı Afrika gezisinde renkli görüntülere şahit olundu. AK Parti bir Afrika açılımı yapmak istiyor. Bunun teorik arka planını oluşturabilecek, Afrika üzerine çalışma yapan kuruluş sayısı 1-2 tane.5 Dünyada 5000 stratejik düşünce kuruşu olduğu tahmin ediliyor. Bunun 1777 tanesi yani üçte biri ABD’de faaliyet gösteriyor. Türkiye de bu sayı ise yalnızca 50 civarında.6

Eksen Kayması

AK Parti iktidarında dış politikanın Amerikancı bir çizgide ilerlediğini söyleyen bir grubun varlığına karşılık diğer bir grup da dış politikada eksen kaymasından bahsetmektedir. Eksen kayması, Türk dış politikasının Ortadoğu’ya yönelik artan angajmanından ve aktivizmden hareketle Türkiye’nin geleneksel olarak sürdürdüğü Batı odaklı dış politikadan bir kopuşu ifade eder. Daha genel olarak, Türkiye’nin dış politikada Batı’dan Doğu’ya, laiklikten İslamcılığa, Avrupa Birliği’nden Ortadoğu eksenine yöneldiğini ileri süren bir eleştiridir. Eksen kayması, Türkiye’nin Ortadoğulaşması, İslamlaşması eleştirileri için de kullanılır. Dıştan bir tanımlamadır. Bununla beraber “Yeni Osmanlıcılık” da AK Parti hükümetiyle birlikte özellikle Türkiye’nin yakın çevresinde artan nüfuz ve ilgisini tarihsel geçmişe yoran bir tanımlamadır. Yeni Osmanlıcılık Türkiye’nin dış politikasını kendisine tehdit olarak algılayan rakip güçler tarafından sıkça dillendirilmiştir. Bunun farkında olan AK Parti kadroları tarafından ise fazla kullanılmamıştır.

Türkiye’nin Ortadoğu’da Taşeronluk Üstlendiğine Yönelik İddialar

Türkiye’nin kuruluşundan beri batılı siyasi tezlere teşne bir dış politika sergilediğini söyleyebiliriz. Ancak AK Parti iktidarı ile birlikte, yukarı da saydığımız teorik arka plan çerçevesinde farklı bir dış politika stratejisi uygulandığını görüyoruz. Özellikle dış politikadaki taşeronluk iddiaları bugün Suriye bağlamında dile getirilmekte. Bu eleştiriyi yapanlardan bazılarının hangi niyetlere sahip olduklarını, dış politik sorunlarda nerede durduklarını biliyoruz. Dolayısıyla, AK Parti üzerinden Müslümanlara karşı bir karalama kampanyasının hem sol-sosyalist hem de tuhaf bir şekilde kendine İslamcı diyen bazı kesimler tarafından yapıldığına şahit oluyoruz. Her şeyde olduğu gibi olaylara ve gelişmelere adaletle yaklaşmak ve lakin bununla birlikte devletin ya da siyasi iktidarın savunuculuğu konumuna da düşülmemesi gerektiğine inanıyoruz.

Türkiye, kuruluşundan itibaren ve Soğuk Savaş döneminde kısa ara dönemler haricinde, kendisini Ortadoğu ve Arap dünyasına yabancı hissetmiş, uzak durmayı tercih etmiş, Batılı politikalara ve tezlere taraf olmuştur. Batı’da oluşturulan tüm kurumlara üye olmayı kendisine hedef olarak belirlemişti. Güvenlik politikaları da bu mahalde şekillenirken üyesi olduğu sistemin Ortadoğu’daki ileri karakolu misyonu kendiliğinden ortaya çıkmıştı.

Peki, Türkiye dış politikası her zaman Amerikan çıkarları doğrultusunda mı şekillenmiştir? “ABD merkezli politikalar, Amerikan çıkarlarının kendi ülke çıkarlarını tehdit ettiği dönemlerde Türkiye’yi yönetenlerde nasıl tepkilere yol açtı?” diye sorabiliriz. Çünkü Türkiye-ABD ilişkilerinin hep aynı çizgide ilerlediği, krizler ve kesintiler yaşamadığı düşünülmekte. Bu kanının doğru olmadığını üç örnekle yeniden hatırlatmakta fayda var.

Birincisi, 1962 yılında Küba füze krizinde Türkiye’de konuşlandırılan Jubiter füzelerin ABD tarafından tek taraflı ve Türkiye’ye bildirilmeden sökülmesi kararının alınması, bunun kabul ettirilmesi müttefik olarak ABD’ye olan güven konusunda soru işaretleri oluşturmuş, Türkiye’nin ABD politikaları karşısında nasıl edilgen bir konuma sokulabileceğini, tabir yerinde ise satılabileceğini göstermişti.

İkincisi, 1964 yılında Türkiye Kıbrıs’a askeri müdahaleye hazırlanırken dönemin ABD Başkanı Johnson tarafından kaleme alınan mektuptur. Kıbrıs’a müdahaleye karşı çıkan, sert ve kaba ifadelerle dolu bu mektup, dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderilmişti. Johnson Mektubu, tek taraflı ve ABD’ye endeksli bir dış politikanın ne kadar zararlı olabileceğini gösteren önemli bir dönüm noktası olmuştur. Tabii 1974 Kıbrıs Hareketi ve sonrasında Türkiye’ye uygulanan ambargolar uzun süre Türkiye-ABD ilişkilerinde ana gündem maddesini oluşturacaktı.

Üçüncü örnek olarak, Türk-ABD çıkarlarının çeliştiği afyon-haşhaş krizidir. 1969 yılında ABD Başkanı Nixon, uyuşturucuya karşı savaş açtı. Ülkesine gelen uyuşturucunun büyük kısmının Türkiye üzerinden geldiğini yaygın olarak işlemeye başladı. Akabinde de, ABD resmi olarak afyon ekiminin yasaklanmasını istedi. Ancak dönemin iktidarları afyon ekiminin yasaklanmasının ekonomik olarak çiftçiyi zarara sokacağını belirterek karşı çıktılar. Artan ABD baskıları karşısında ekilen illerin ve miktarın sınırlandırılması şeklinde ara çözümler bulundu. Ancak ABD bu çözümleri de yeterli bulmayıp ambargo tehdidi ile tümden yasaklanmasında diretiyordu. Ta ki 1972 askeri muhtırası ile seçilmiş iktidar gidip yerine Nihat Erim başbakanlığında teknokrat bir hükümet gelinceye kadar. Bu yüzden muhtıranın arkasında afyon ekiminin yasaklanmasını istemesinden dolayı ABD’nin olduğu kanısı oluşmuştu. Sonraki süreçte partilerin programlarında ve vaatlerinde, oy kazanmak için afyon ekiminin yeniden serbest bırakılması yer alacaktı.

Ek olarak şunu da vurgulamak gerekir: Özellikle 1950-60 yılları arasında bağımsızlıklarını kazanan yeni devletler ile bağlantısızlar hareketi şeklinde iki kutuplu dünyada üçüncü bir arayış ortaya çıkmıştı. 1960’lı yıllarda karşıt kutuptaki ülkeler arasında birbirini tanıma, yumuşama süreci gelişmeye başlamış, bu bağlamda Türkiye ile Sovyetler arasında 1965 yılında ekonomik ilişkiler geliştirilmeye başlanmış, 1967 yılında dönemin Başbakanı Demirel, Sovyetleri ziyaret etmişti. Yine 1967 yılında Arap-İsrail Savaşı’nda Türkiye Arapları desteklemiş, 1970 yılında FKÖ’nün Ankara’da bir büro açmasına izin vermiştir. Bu örnekler, ABD ile yaşanan krizlerden dersler çıkartan Türkiye’nin uygulamaya koyduğu çok yönlü dış politikanın ilk adımları olarak görülebilir.

Buradan yola çıkarak sırf AK Parti’nin değil Türkiye’de iktidara gelen diğer bazı isimlerin değişik kaygılarla ABD çıkarları ile milli çıkarlar arasında tercih yaparken reel politika ve ülke kapasitesinin sınırlarını zorlayarak politikalar ürettiklerinin hakkını vermek gerekir. Bununla beraber Türk dış politikasının genel ekseninin Batı bloğu olduğu gerçeği hiç değişmemiştir. Ülkede var olan askeri vesayet sistemi ABD ve NATO dışında sol ya da İslamcı eksenlere kendini kapamış ve Batılı emperyalistlerin güvendiği en önemli aktörlerden biri olmuştur.

Burada darbe ve dış politika ilişkisine de değinmekte fayda var. Türkiye’deki her askeri müdahale emperyalistlerin, başka ülkelerin çıkarlarına uygun sonuçlar doğurmuştur. 27 Mayıs 1960 darbecilerinin ilk beyanı, NATO ve CENTO’ya bağlı oldukları şeklindeydi. 1960 yıllında NATO kapsamında ABD füzeleri Türkiye’ye yerleştirildi. 1972’de afyon ekimi yasaklanmıştı, 1980’de Yunanistan’ın yeniden NATO’nun askeri kanadına alınmasına karşı Türk vetosu kaldırılmış, 28 Şubat 1997’de İsrail ile stratejik ilişkiler geliştirilmişti.

Ortadoğu’da İsyan Dalgasının Yaşandığı Ülke Rejimlerine Ve Halk Muhalefetine Yönelik Türkiye’nin Yaklaşım Ve Politikaları

TESEV Raporu

Türkiye’nin Arap dünyasını etkilemesi bağlamında TESEV bir rapor hazırladı. Bu raporda bölge halklarının Türkiye’ye bakışını ve bu bakışın seyrini değiştiren olaylar, vakalara yer verilmiş. Bölge insanının Türkiye’nin dış politikasını nasıl değerlendirdiğini anlamamız açısından veri olması nedeniyle kısaca özetlemekte yarar olduğunu düşünmekteyiz.

- Türkiye dış politikasının Ortadoğu halkları üzerindeki olumlu etkisinin temelleri, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali karşısında ülke topraklarını ABD’nin kullanımına açacak olan tezkerenin TBMM’de kabul edilmemesi gösterilmekte. Böylelikle ‘Türkiye’nin ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının tersine, bağlı bulunduğu sisteme rağmen hareket edebileceği ortaya konuldu.’ izlenimi edinilmekte.

- Türkiye’nin Gazze savaşı sırasında ve Davos’ta İsrail’e yönelttiği sert eleştiriler yine Ortadoğu’da sempati ve takdirle karşılanmıştı. Çünkü Türk-İsrail işbirliği Arap dünyasında önemli bir eleştiri konusuydu.

- Türkiye’nin İsrail-Filistin, İsrail-Suriye arasında arabuluculuk çalışmaları yine bu halklar arasında olumlu ve ümitvar bir girişim olarak değerlendirildi.

- Dış politikadaki bu hamlelerin yanında Türkiye’nin sosyo-ekonomik alanlarda başarı grafiğini yükseltmesi, onu bir örnek/model olarak daha fazla öne çıkardı. Türkiye’nin G-20 arasında S.Arabistan ile birlikte yer alması yine olumlu bir veriydi.

- Türkiye’deki siyasi dönüşüm, hükümetlerin hesap verebilirliği, temsile dayalı yönetim biçimi, İslamcı geçmişe sahip kişi ve grupların iktidara gelişi ve süreci özellikle Arap muhalif kesimleri tarafından dikkatle izlemiş ve anlaşılmaya çalışılmıştı.

- Türkiye’nin “demokratikleşme” sürecinin Ortadoğu’yu da etkileyebileceği varsayılmakta. Bu bağlamda TC’deki sivilleşme ve askeri vesayete karşı verilen mücadele dikkatle izlenmekte.7

Türkiye’nin Ortadoğu İntifadasına kadarki süreçte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da geliştirdiği politikalar ve yatırımlar bir anlamda bölgedeki statükoya yatırım ve var olan rejimlerle işbirliği yapma anlamına gelmekte idi. Türkiye özellikle ekonomik ilişki temelli bir strateji ile bölgede istikrarsızlığın oluşmasını kendi çıkarları için risk olarak değerlendiriyordu. Hem kendi dış politikasının dinamikleri hem de ulusal çıkarları yüzünden kendisinin tetikleyicisi sayabileceğimiz intifadaya bazen geç bazen tedirgin ve karmaşık tepkiler vermiştir. Libya bunun en güzel örneğidir. Kaddafi ile ilişkileri, oradaki milyarca dolarlık yatırımları, 30 bin vatandaşından dolayı Libya’da olaylar başladığında tepkisi kontrollü olmuş ve önce kendi vatandaşlarının tahliyesine yoğunlaşmıştır.

Suriye konusunda Türkiye ve ABD arasındaki politika farklılıkları:

1- Türkiye, BM ve NATO nezdinde sürdürdüğü faaliyetler ile dünya kamuoyunun daha aktif rol almasını istiyor. Özellikle Güvenlik Konseyi’nde yaptırım yönlü karar alınması için çabaladığını biliyoruz. ABD ise özellikle başkanlık seçimlerine kadar konunun daha alt sıralarda yer almasını ve mümkünse Obama’nın puan kaybetmesine neden olabilecek bir durumun ortaya çıkmamasını istiyordu.

2- ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Suriyeli muhalifleri silahlandırmanın İslamcıları silahlandırmak manasına geleceğini söyleyerek silah verilmesine karşı çıkıyor. Suriye’de savaşan en büyük gruplardan olan Nusret Cephesi’ni “terörist gruplar” listesine alarak İslamcıların Suriye’nin geleceğindeki söz hakkının önüne geçmeyi hedefliyor. Türkiye ise resmi olarak söylenmese de silah sevkiyatına göz yumuyor ve silahlı direnişin bir an önce zaferle sonlanmasını Suriye halkı için kurtuluş olarak değerlendiriyor. Tabii ki Türkiye hem sığınmacı hem de muhalif gruplara üs olma noktasında önemli bir katkı sunuyor. Batı merkezli çözüm önerilerinde 1-2 sene Esed ile devam ve sonrasında seçim önerileri hem Türkiye hem de muhalif kesimler tarafından sıcak bakılmayan öneriler olarak karşımıza çıkmakta.

3- Türkiye, sorunun hemen çözümünü istiyor. Hatta bunu kendi güvenliği için hayati olarak görüyor. Tabii ticari olarak da mültecilerin maliyetinin artması, ihracattaki kayıplar bağlamında sorunun çözümünü arzuluyor. ABD’nin ise Esed’in gitmesi noktasında kararı var ama bekleme opsiyonu yüksek. Kendisine ek maliyet getirmesini istemiyor. Şu ana kadar Suriye’den dolayı hiçbir kaybı yok çünkü.

4- Amerika’nın soruna müdahale etmeyerek Türkiye’nin kendi başına Ortadoğu’da düzen kurup sorunların üstesinden tek başına gelemeyeceğini göstermek gibi bir arka planın olabileceğini de düşünebiliriz. Yine özellikle kriz öncesinde Suriye ile yakınlaşma politikası ve Türkiye üzerinden Suriye’nin Batı’ya sunulmasının batılı bazı odaklar tarafından çok da sıcak karşılanmadığını söyleyebiliriz.

5- Türkiye’nin bölgedeki ülkelerle arasındaki vizeyi kaldırması, ekonomik faaliyetleri çoğaltmaya yönelik adımları, bölgesel, uluslararası kurumları daha aktif bir çizgiye getirme çabaları, ABD’de başta Neoconlar olmak üzere İsrail lobilerini rahatsız eden adımlar arasında sayılabilir.

Suriye konusunda Türkiye’yi ABD’nin taşeronu olarak görenler “sıfır sorundan” gelinen savaş ortamına dikkat çekiyorlar. ABD’nin Türkiye’yi Suriye’de askeri bir müdahale içine atarak, kendi çıkarları için savaştırmak istediğinden dem vuruyorlar. Ama ABD Dışişleri Bakanı Clinton, kendilerinin Libya gibi bir askeri müdahalede bulunma niyetlerinin olmadığını her defasında ifade ediyor. Her şeyin ABD merkezli düşünce kuruluşları ve Pentagon’da planlandığını, senaryoların oralarda yazıldığını ve rollerin dağıtıldığını düşünenler için sormak lazım: Peki, bu sıfır sorun politikası da neydi? Kim planlamıştı? Neden Türkiye ve Suriye bu kadar iyiydiler? Bu da ABD’nin politikası mıydı? Öyleyse ne oldu da değiştirdi? Bu her şeyi taşeronlaştıran anlayışın çok sığ olduğu açık! Çünkü burada bazen Türkiye’yi savaşan güç olarak gösteren analizleri görürken, bazen de yalnızca emperyal güçlere lojistik imkân sağlayan edilgen, piyon nispetinde değer biçilen bir rol veriliyor. Ama her iki rolde de kahramanımız sopa yemekten kurtulamıyor. Savaşırsa manşet şimdiden hazır: “Emperyalistler için Türkiye savaşa giriyor. Bataklığa saplanıyoruz!” Eğer savaşılmazsa yedek metin ise şu: “Türkiye emperyalistlerin sıçrama rampası. Haçlı askerleri Suriye’yi işgal edecek!” Nedense senaryoda katilden ve maktulden söz eden yok.

İran

2010 yılının Haziran ayında BM Güvenlik Konseyi İran’a ambargo kararı aldı. Konseyin geçici üyesi olan Türkiye, Brezilya ile birlikte karara karşı “hayır” oyu kullandı. Lübnan çekimser kaldı. Türkiye de çekimser kalarak ne İran’ı ne de ABD’yi karşısına almayabilirdi. Oysa hayır oyu kullandı. Dolayısıyla bu tavrı, büyük devletler adına politika üretmek yerine kendi politikasının savunucusu olma adına olumlu adım olarak görmemiz gerekir. Türkiye, İran’a nükleer programı yüzünden uygulanan ambargolara ABD’deki Yahudi lobisine göre uymamakta. Tersine bu ambargoyu kırma noktasında, kendi çıkarlarını koruma bağlamında politikalar geliştirmekte. Bu bağlamda İran’ın, yaptırımları Türkiye üzerinden aşmaya çalıştığına ilişkin birçok işaret var. Örneğin 2012 yılının ilk dokuz ayında İranlılar, Türkiye’de 651 şirket kurmuş. Uygulanan ambargolar yüzünden İran petrol satışının karşılığını para yerine altın ile almaya başladı ve bunu Türkiye üzerinden yapmakta. Türkiye’den İran’a altın satışı Birleşik Arap Emirlikleri gibi üçüncü ülkeler üzerinden yapılmaya çalışılıyor. Dikkat çekmemeye yönelik bu girişime karşı Amerikan Senatosu tarafından, durdurmaya yönelik bir karar alınarak bu girişim bloke edilmeye çalışıldı. Erdoğan, İran’dan gaz alımını kesemeyeceklerini söylüyor. Türkiye gaz ithalatının %20’ye yakınını İran’dan karşılıyor. Ayrıca Türkiye, İran’dan en çok petrol satın alan 6. ülke. Türkiye geçmişte de bu tür yaptırımlara direnmiş, sonra uymak zorunda kalmıştı. Irak ve Libya’ya uygulanan ambargo gibi. Şu an özellikle Suriye konusunda karşıt kutuplarda yer alan iki ülke olmaları hasebiyle ve İran’ın PKK kartını kullandığına dair emarelerin oluşması ambargo konusunda aynı tavın ne kadar sürdürüleceğinin sorulmasına neden olabilir.

Sonuç Olarak

Ülkeyi yönetenlerin geçmiş iktidarlardan farklı bir dış politika stratejisi uyguladıklarını ve bunun da karşılığını iç politikada oy, dış arenada ise itibar ve saygınlıkla aldığını gözlemlemekte. Ortadoğu özelinde halkların taleplerinin karşısında yer almayıp, desteklemek stratejisini iyi uygulamıştır. Geçen zaman zarfında kişilerin şahsi performans ve birikimlerinin dış politikada ne denli önemli olduğu ortaya çıktı. Benzer şekilde ülkeyi yöneten erklerin halkın talepleri ve beklentileri dışında dış odakların dümen suyuna kapıldıkları oranda kaybetme olasılıklarının daha yükseldiğini, tersini yaptıklarında desteklendiklerine şahit olmaktayız. Bu yüzden AK Parti kadrolarının Türkiye toplumundaki yükselen İslami duyarlılığı, anti-emperyalist söylemi iyi okuduklarını ya da bunu kendi partileri için iyi kullandıklarını ifade edebiliriz.

 

Dipnotlar:

1- Daniel Dombey, “Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu Arasında Sıkıştı”, Financial Times, 7 Aralık 2012.

2- Ahmet Davutoğlu, “Medeniyetlerin Ben İdraki”, Divan İlmi Araştırmalar Dergisi, 1997-1.

3- Murat Yeşiltaş, Ali Balcı, “AK Parti Dönemi Türk Dış Politikası Sözlüğü: Kavramsal Bir Harita”, Sosyal Bilimler Dergisi - www. bilgidergi.com (23), 2011 Kış: 9-34.

4- USAK Dış Politika Kapasite Raporu, www.usak.org.tr, 20.04.2012

5- TASAM Afrika Enstitüsü.

6- Emine Akçadağ, “Amerikan Politikalarının Gizli Aktörleri: Think Tankler”, Bilgesam, 2009

7- Meliha Benli Altunışık, “Yumuşak Güç Türkiye”, TESEV

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR