1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Türkiyelilik / Türkiye Milleti Tartışması ve Yeni Ulusçuluk

Türkiyelilik / Türkiye Milleti Tartışması ve Yeni Ulusçuluk

Şubat 2005A+A-

AB'nin Türkiye hakkında yayınladığı "İlerleme Raporu"ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti halkı ile ilgili yaklaşımlar, ulus toplumun yeniden tanımlanması konusunda yeni kimlik tartışmaları başlattı. Bu tartışmalar "ulus/millet" ve "vatandaşlık" tanımlarını yeniden ele almayı gerektiriyor. Aslında tartışma ulusal yapının biçimiyle ilgili. Ulusal yapı, Türk unsuru baz alınarak devlet referanslı bir kabulle mi; yoksa muhtemel çatışmaları önlemek için alt kimliklere eşit mesafeli duran eşdüzeyli bir kabulle mi ele alınmalıydı? Sorunun ikinci şıkkı, yeni bir ulusalcılık tanımını gerekli kılıyordu ki, bu yaklaşım, bugüne kadar her şeyi yukarıdan aşağıya belirlemiş olan birçok asker ve sivil bürokratı oldukça öfkelendirdi.

Kendini İslami bilinç konusunda yenileyemeyen Osmanlı, Tanzimat Fermanı'ndan sonra ilerlemeci tarih anlayışının etkisiyle sosyal yapısını ulusçuluğa açtı. Avrupalı ulus modelini taklit etmeye çalışan bu süreç, Osmanlı toplumsal gücünü de dağıttı. Müslim-gayrimüslim ayrımından beslenen yeni ulus oluşumlarından sonra, kavim kökenli bir tanımlamayla Müslümanların tayin edilmiş Misak-ı Milli sınırları içinde Türkleştirilmesine çalışıldı. Adına Türkiye denilen sınırlar içinde yaşayan Müslüman Kürt kavminin dili, 1927 Şark Islah Kanunu ile yasaklandı. Bu kanun bir nevi genelleşerek farklı Müslüman kavimlerin kullandığı dillerle ilgili yasaklamalara dönüştü. Lozan Anlaşması'nın 39. maddesinin (a) bendi ile resmi daireler dışında Rumlar, Ermeniler, Yahudiler dahil olmak üzere "bütün TC yurttaşları"na tanınan ana dillerini kullanma serbestisi ile bağdaşmayan uygulamalar gerçekleştirildi. Devlet eliyle gerçekleştirilen Türkleştirme süreci, Müslümanları kavmi kimliklerini inkara zorlayacak ve sekülerleştirecek, gayrimüslimleri ise ülke dışına göç etmeye itecek bir macerayı getirdi.

Türklükle oluşturulan "üst kimlik", sürekli olarak sıkıntılar getirdi. Sorun, özgürlükleri sınırlanan gayrimüslimler için de, dili yasaklanan Kürt kavmi ve diğer etnik unsurlar için de yakıcıydı. Bu arada 1970'li yıllardan itibaren İslami kesimden önemli bir topluluk da, kimliğini resmi ideolojinin Türklük tanımından uzaklaştırmaya başladı. Türk resmi ideolojisine muhalif kesimlerin yaptığı üst kimlik - alt kimlik tartışmaları, AB uyum sürecinde, toplumu "Türk olarak mı" "Türkiyeli olarak mı" tanımlayalım çekişmesine dönüşerek karşımıza çıktı.

AB İlerleme Raporu'ndan sonra Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun Prof. Baskın Oran başkanlığında oluşturduğu "Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu", geçtiğimiz Ekim ve Kasım ayları içinde toplumsal kimlik tartışmalarını gündeme getiren bir rapor hazırladı. Kısaca "Azınlık Hakları Raporu" da denilen bu çalışmaya öncelikle komisyondaki bazı devlet güdümlü STK temsilcileri; sonra da Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve ana muhalefet partisi lideri doğrudan veya dolaylı olarak muhalefet ettiler. Kamuoyuna yansıyan tepkilerden sonra Başbakan, kendisine bağlı olan bir kurulun hazırladığı tavsiye niteliğindeki bu resmi raporu kamuoyu önünde değerlendirmedi. Ancak konu özellikle liberal ve AB yanlısı sol çevrelerde gündeme getirildi, işlendi ve savunuldu. Konuyu klasik ulus tarifi içinde kalarak, bu tarife uymayan gelişme ve tehditlerle bir yere varılamayacağını anlayan derin devletin bir kanadı ve bazı stratejik araştırma lobileri de tartışmaya başladılar. Raporun kendilerini bağlamayacağını iddia eden Başbakan ve Dışişleri Bakanı, bu çevreler tarafından "dışarıda konuşmak ve içeride susmak ya da zamana bırakmak" ile sorunların halledilemeyeceği suçlamasıyla eleştirildi.

Raporda özellikle "azınlık" tanımı ve hakları azınlık statüsü ile değil de eşit muamele açısından ele alınıyor, kültürel hakların mevzuat ve uygulama açısından ilerletilmesi üzerinde duruluyor, dil, ulus ve Türkiyelilik konuları tartışmaya açılıyordu.1

Türkiye, Lozan Anlaşması'na göre sadece Ermenileri, Rumları ve Yahudileri azınlık olarak değerlendiriyordu. Oysa AB ve dünya eğilimlerine bu yaklaşım ters düşüyordu. Bu nedenle de azınlık kavramı, "bireyin kendini toplumun diğer kesimlerinden farklı olarak görmesi ve bunu kimliğinin vazgeçilmez unsuru sayması" anlamında ele alınmalıydı. Bu anlamda azınlık hakkı denildiği zaman, özel bir statü hakkı değil, toplum içinde eşitlik hakkı ön plana çıkmalıydı.

Raporda Türkçe ve Türk kavramı da tartışmaya açılıyordu. Mevcut Anayasa'nın 3. maddesindeki "Türk Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir." ifadesi bir dayatmayı, dayatma ise bölünme riskini getirmekteydi. Çünkü bu kullanıma göre Türkçe, anayasal olarak, herkesin zorunlu dili haline geliyordu. Bu nedenle 1982 Anayasası'nın bu değiştirilemez maddesi 1961 Anayasası'ndaki "Resmi Dil Türkçe'dir" hükmüne geri dönülerek değiştirilmeliydi. Böylece Türkçe kullanmanın zorunluluğu resmi işleyişle sınırlandırılmış olacaktı. Ayrıca TC'nin kurucu unsuruna Türk denildiğinde, diğer alt kimlikler dışlanmış olmaktaydı. Abdullah Öcalan'ın İmralı savunmasında yaptığı veya serbest bırakıldıktan sonra Leyla Zana'nın Avrupa'daki konuşmalarında kullandığı gibi, "Kürtlerin de Türkiye Cumhuriyeti'nde asli kurucu unsur olduğu"nu savunmak, bu sefer de diğer alt kimlikleri dikkate almamak demek olacaktı. Zaten üniter devletin sıkıntıları da, asli olarak görülen kimliğin dışındakileri hesaba katmamaktan kaynaklanıyordu. Oysa üniter devlet, tek ve aynı hukuk sisteminin uygulanmasını ifade etmeli, kurucu unsur açısından bünyesini zedeleyen Türk ulusu yerine, bütünleştirici bir tanımlama olarak vatanı merkeze alan "Türkiyelilik" kavramını kullanmalıydı.

Bu rapor, bazılarını çok kızdırdı. Çünkü bu konular Türkiye'nin tabularıydı. Vatan hainliği veya bölücülükle suçlanma ve yargılanma riskini göze almadan tartışılamayacak konulardı. Ama bu, devletin resmi danışma raporuydu ve bu konular Dışişleri Bakanlığı'nda verilen seminerlerde de işleniyordu.

"Azınlık Hakları Raporu" ile başlatılan tartışmalar, artık TC devletinin açıkça Türk ulus teorisiyle yönetilirken büyük sıkıntılar çektiğini, resmi ideoloji tezlerinin yıprandığını ve bir çok alanda da delindiğini gösteriyordu. Toplumu birleştirici yeni tanımlara ve açılımlara ihtiyaç vardı.

AB İlerleme Raporu'ndan önce AB kurullarında Alevilerin ve Kürtlerin azınlık olarak değerlendirildiği bilgisi gelince, ulusçuların ve üniter yapının tepkisi karşısında Başbakan celallenmiş ve "Biz Türk'üz, bize kimse bir şey dikte edemez." demişti. Sonra Avrupa başkentlerine seyahatler başladı ve bu seyahatler gönüllü ikna turlarına dönüştü. Konu Dışişleri'nde iç görüşmelerde ele alındı ve peşinden İnsan Hakları Danışma Kurulu tarafından söz konusu rapor yazıldı. Rapor metninin önemli bölümleri ilk olarak 7-8 Ekim tarihlerinde Birgün Gazetesi'nde yayınlandı. Kamuoyundaki tartışmalardan sonra raporun son bölümünde yer alan "Türkiyelilik" ile ilgili mükerrer kullanımlar metinden çıkartılarak 1 Kasım'da Başbakanlığa verileceği söylendi. Ama yine basından raporun 1 Kasım'dan önce hükümetin masasına konulduğu öğrenildi.

Raporda Türklük üst kimliğinin, Türkiye'yi birleştirmek bir yana, böldüğü ileri sürülüyordu. Ermeniler de, Kürtler de, Araplar da vd. Türklük üst kimliğini bir dayatma olarak algılıyorlardı. Oysa Türkiye'de Türkiyelilik kavramı ile farklı etnik unsurlarla veya azınlıklarla eşitlik temelinde bir paylaşımı gerçekleştirmek mümkündü. Ancak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı mesajlarında devletin tepesindeki yetkililer bu konuya göndermeler yapmakta gecikmediler.

Cumhurbaşkanı Sezer'e göre "Türk ulus kavramı bir üst kimlik olarak kullanılmıştır. … Farklı alt kimlikler toplumun zenginliğidir. TC'ye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes için, etnik köken, dil, din ve mezhep gibi ayrımcılığı reddeden, birleştirici ve bütünleştirici bir anlayışı içerir. Anayasamız'da benimsenen ulusçuluk da etnik köken, dil, din, mezhep gibi benzerliklere değil; yazgı, kıvanç, tasa ve ülkü ortaklığına ve birlikte yaşama isteğine dayanan ulusçuluk anlayışıdır." Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'e göre ise "Atatürk 'Ne mutlu Türk'üm diyene' söylemiyle TC'yi; dini ve etnik farklılıkları bütünleştiren bir üst kimlik üzerine oturtmuştur." CHP lideri Baykal ise "Türkiye'de bir kimlik meselesi gibi mesele olmadığı"nı söyleyerek mevcut konumdan rahatsız olmadığını vurgulamıştır.

Ama bütün bu şerhli veya doğrudan itirazlara rağmen Türkçe ve Türklük gibi Türkiye'de tabu olarak görülen konulara dokunulmaya başlanmış, birilerini çok da kızdırsa bu konular resmi düzlemde tartışılmaya açılmıştır.

Türkiye'nin "Üst Kimliği" Değişebilir mi?

Türkiye, AB süreci içinde birçok hukuki düzenlemeye giderken, kimlik politikasını yenilemek durumuyla da karşı karşıya kalmıştır. Azınlıklara eşit haklar vererek toplumsal bütünleşmenin sağlanacağı tartışmaları ardından, ayrılıkçı tartışmaların azalacağı savı ile devlet televizyonundan haftada yarım saat Kurmanc, Zaza, Arap, Boşnak ve Çerkez dilleriyle yayın yapılmaya başlanmıştır. Azınlıklara özel statü verilmiyordu; ama eşit haklar temelinde Türkiyelilik ortak paydasında yeni bir ulus / "millet" tanımına gidiliyordu. Aslında bu ihtiyaç daha 1989'da SHP'nin hazırladığı Kürt Raporu'nda gündeme getirilmişti. O yıllarda her ne kadar Kürt gerilla hareketine karşı büyük bir gerginlik içinde bulunulsa da, toplumun bütünlüğü açısından yeni bir ulus teorisine ve Kemalizm'in restorasyonuna gerek duyuluyordu.

AB açısından yeni ve kuşatıcı bir ulus tanımı Türkiye'yi koşu yolundaki tabularından kurtaracaktı. Örneğin gittikçe "Kürt asıllı Türk" ifadesini içine sindiremeyen Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti ortak paydasından uzaklaşmalarını engelleyecek tanımlama, Türkiyelilik ifadesi ile sağlanabilirdi. Azınlıklara eşit haklar vermek konusunda AB'nin bilinç altında ne gibi hesapları olduğu ayrı bir konuydu; ama içinde Türk unsurunun çoğunlukta olduğu bu yaklaşım, çatışma riskini engelleyici, kuşatıcı bir projeydi. Lakin Mustafa Kemal döneminde bile ırk dayanağından kültür esasına kaydırılan Türk kavramı, Türkiyelilik kavramı ile "Amerikan" kavramı gibi daha da sentez bir yapıya dönüştürülüyordu. Ama kavim ve kültür temelli Türk kavramı ne kadar kurgusal bir düzenleme olduysa, Türkiyelilik kavramı da ulusalcılık ve batılılaşma konusunda amaçlanan kurguya uygun ve rahatlatıcı bir düzenleme sağlayabilirdi.

Her ne kadar devletin üst mevkilerinde bulunan yetkililer tutkuyla savunsalar da 80 yıllık resmi ideolojinin "üst kimlik" tanımı ve çizgisi yıpratıcı tartışmalara neden olmuş ve aidiyet dinamizmi açısından oldukça yıpranmıştır. Ve Türk ulus kimliğini Türkiyelilik ifadesi ile yeniden üretmek hem yıpranan resmi yapıyı onarabilecek hem de AB'nin dayattığı azınlık haklarıyla ilgili riskleri asgariye indirebilecekti. Türkiyelilik kavramının, Osmanlı Devleti'nin son yüzyılında gündeme getirilen Osmanlılık kavramı yerine kullanılıp kullanılamayacağı tartışması, daha önce ilgili akademisyenlere yaptırılmıştı. Bu tartışmalardaki bazı yaklaşımlar Ahmet Yaşar Ocak, Mevlüt Uyanık gibi akademisyenlerin yayınlanan kitaplarıyla2 kamuoyuna yansıtılmıştı.

Türkiyelilik kavramı aslında Türk devlet ideolojisini aşmıyor, sadece onu ulusçuluk temelinde yeniden üretiyordu. Bu anlayışa göre "Türkiyelilik ulusu"nun bir birleşeni yapılmak istenen Kürtler, kültürel haklarına kavuşabilecekler; ama ayrılıkçı yaklaşımlarını ve kendilerini ulus olarak inşa etme süreçlerini terk ederek Türkiye ulusuna önemli bir katkı sağlayacaklardı. Aslında küreselleşme ve AB süreçlerinde görüldüğü gibi kavim esaslı ulusalcılık hareketleri, artık 19. asra ait gerici bir unsur olarak algılanıyordu. Türkiye Kürdistanı kökenli Kürt hareketi, anti emperyalist tezler temelinde yükselmişti. Kendilerine devlet olma statüsü bahşedilme durumundaki Irak Kürdistanı'ndaki Kürt hareketleri ise sürekli ABD ve İsrail ile ittifak arayışları içinde olmuşlardı. 19. yüzyıla ait ulusalcılık macerasına hapsolunmayacaksa ve sosyalist bir devrim imkanı içinde de bulunulmuyorsa, Abdullah Öcalan'ın İmralı Savunması'nda dediği gibi Türkiye'deki "Demokratik Cumhuriyet"i eşitlik ilkelerine dayanarak paylaşmak Kürt halkı için çok kültürlü bir ulusu paylaşmak olacaktı. Aslında siyasi kurmaylar için can sıkıcı da olsa, bir Kuzey Irak vakıası ile karşılaşmaktansa, ortak kurucu unsur olarak Türkiyelilik tanımını Türk kavramı yerine geçirmek tercih edilebilir bir seçenek de olabilirdi.

Bu tartışmalar totaliter devlet tanımından kopmak isteyen unsurlar tarafından da ilgiyle karşılanmıştır. Türkiyelilik tanımıyla, devlet refleksli bir ulus / "millet" tanımından uzaklaşılacak, gönüllülük esasına ve eşitlik temeline dayanan bir tanıma yönelinmiş olunacaktı. Ama önce Türklük ekseni üzerinden yapılan vatan, bayrak, "millet" edebiyatından sonra, böyle bir değişimin de zorluğu ortadaydı. Bu tartışmalar sürecinde bazıları, mukaddesatçı bir söylemle üst kimliğin devletin "ulu'l-emr" özelliğinde olduğunu; Müslümanlardan gayrimüslimine, Sünnilerden Alevisine, Kürtlerden Türk'üne, Ermenilerden Boşnak'ına kadar ona bağlılığın temel olduğunu iddia edebilmekte, devleti sahiplenmenin sadece asker ve sivil bürokrasinin işi olmadığını hatırlatmaktaydı.

Azınlık raporu ile ilgili tezlere Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ tarafından, 2 Kasım günü "devlet benim" der gibi bir cevap verildi. Başbuğ, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir." Diyordu. Atatürk'ten alınmış bir cümle olarak öne sürülen bu tespitte dikkat çeken husus, "Türk Milleti"nin kurucu unsuruna "Türk halkı" değil "Türkiye halkı" denilmesiydi. Bu ifade, Öcalan'ın Türkiye'nin oluşumunda Kürtlerin de "asli unsur" olduğu iddiasıyla ve hatta Türkiyelilik tanımıyla çok da çelişmemektedir. Başbuğ'a göre AB çağdaş uygarlık düzeyine varmak için doğru bir hedefti, sağlayacağı yararlar vardı; ama Türkiye'nin üyeliğinin Avrupa Birliği'ni de küresel bir güç olmaya taşıyacağı unutulmamalıydı. Ve azınlık tartışması asla üniter devlet yapısını bozacak bir yola kapı aralamamalıydı. Başbuğ'un açıklamasında kurucu unsur olarak "Türkiye halkı" ifadesinin seçilmesi, kimlik tartışmasını Genelkurmay'ın da ne kadar dikkate aldığını göstermekteydi. Bu konuda Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'in kuruluşundan önce kullandığı "Türkiye Milleti, Türkiye Halkı, Türkiye Devleti, Türkiye Hükümeti"3 gibi terimlere tekrar başvurulabilirdi.

Türkiyelilik tezini öne sürenler, ülkenin bölünmesi ve ulusun parçalanması ihtimali karşısında yeni bir ulus tanımı ile yeni bir toplumsal mutabakat oluşturmayı hedeflemektedirler. Türk tanımının belirleyiciliğinden vazgeçmekte sıkıntı çeken devlet ricali karşısında "Türkiyelilik" kavramı yerine şimdi de "Türkiye Milleti" tabiri kullanılmaya başlandı.

"Türkiyelilik" vurgusunun ortak ulustan çok etnik kökenleri ortaya çıkaracağı endişesiyle "Türkiye Milleti" terimini önceleyenler söz konusu olsa da, bu iki kullanımda da yeni ulus kimliğin dayanağı itibariyle değişen fazla bir şey olmamaktadır. Zira iki kullanımda da asıl unsur olarak topraksal / vatansal / ülkesel (teritoryal) bir ilkede buluşulmaktadır.  Bu açıdan Sevr'de işaret edilip Lozan'da kabul edilen teritoryal yapısıyla bir batılılaşma projesi olan Türkiye'nin, AB içinde mi, dışında mı var olacağı tartışması anlamsız kalmaktadır.

Artık Türkiye'de, gittikçe devlet kademelerinde eski alışkanlıklarla statülerin değer yitimi ve kimlik tartışmaları rahatsızlık uyandırmaktadır. Ama AB süreci ile dikkate alınan uluslararası hukukun, Türkiye toplumsal ve hukuksal yapısı üzerindeki yaptırımlarıyla oluşacak sıkıntıların, eski üst kimliğin belirleyiciliğinde aşılamayacağı da tartışılmaya açılmıştır.

Türkiye'de gerek iç muhalefet dinamiklerinden gerek dış etki ve yaptırımlardan güç alan ve gittikçe belirginleşen çok kültürlü yapıyı ve etnik zenginliği bir arada tutmanın yolu, Türk üst kimliği ile sağlanamayacağı açığa çıkmaktadır. Bu anlamda vatan/toprak temelli Türkiyelilik veya Türkiye Milleti üst kimliği ile, çok kültürlü eğilimleri birleştirme ihtimali, eski bürokratik statüyü rahatsız etse de, imkanlı görülmektedir. Artık derin devlet ve gedikli bürokrasi, zeminin ayaklarının altından kaydığını gittikçe daha net olarak görebiliyor ve yeni kimlik arayışlarına itirazlarını da daha adaplı bir şekilde dile getiriyorlar.

Ancak Türk ulus kimliğini, Türkiyelilik ifadesi ile yeniden üretmek, Türkiye insanına ve Müslümanlara adil ve fıtrata uygun bir açılım getirmiyor. Türkiyelilik veya Türkiye Milleti kavramı aslında resmi ideolojiyi aşmıyor, sadece AB topluluğuna uyum sağlamak ya da dayatan AB şartlarını aşmak amacıyla yeni bir ulusçuluk türü üretimini ifade ediyor. Son sayısı "Vatan Kimliğimizdir" kapağı ile çıkan Yarın Dergisi, Türk Kimliği'ni Türkiyeli ya da Türkiye Milleti tanımı ile değiştirenlerden. Millet ile ümmet kavramları arasında bir çelişki görmediğini ifade eden derginin bir yayın kurulu üyesi konuyu şöyle özetlemiş:

"Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkese resmen 'Türkiyeli' denir. Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut, Arap, Sünni, Alevi, Rum, Ermeni, Musevi, Süryani, Keldani vb. bütün unsurlarıyla birlikte 'Türkiyeliler' diğer insanlardan ayrı bir millet oluştururlar. Buna da Türkiye Milleti denir."4

Yeni ulusçuluk arayışına tepki gösterenler, Cumhuriyet'in ilk yıllarında tanımlanan önce Turancı/ırkçı sonra da Anadolucu/ulusçu Türk tezlerinin değer yitimi karşısında bir şaşkınlığın göstergesi oluyorlar. Bu topraklarda resmi ideolojinin uluslaşma tezi nedeniyle, İslam'ı üst kimlik olarak savunan birçok Müslüman zulüm görmüş veya şehit edilmiş; kavmi özelliklerinden vazgeçmek istemeyen on binlerce insan da sürülmüş ya da katledilmiştir. Resmi tarih tezinden vazgeçilmesi Türkiye'de yaşanan bu zulüm ve baskı tarihinin de deşifre edilmesini sağlayacak ve derin bürokrasi açıkça sorgulanmaya başlanacaktır. Derin devletin ve gedikli bürokrasinin uluslaşma çabalarına gösterdikleri tepkinin ifade edilmeyen önemli bir boyutu da budur.

"Türkiyeli Müslümanlar" Neyi İfade Ediyor?

Osmanlı bakiyesi Müslümanların önemli bir kısmı, sınırları Türkiye olarak belirlenen ve Lozan Anlaşması ile tanınan bir ülke içinde kendilerini buldular. Vatan denilen bu topraklara Türkiye adı Sevr Anlaşma metninde Avrupalı müstevliler tarafından verilmişti. Sevr Anlaşması'nda iki kere Osmanlı İmparatorluğu ifadesi geçiyorsa, yirmi defa Türkiye adı geçiyordu. Türkiye denmeye başlayan topraklarda bulunan Müslümanlar, önceki tarihi süreçleri içindeki İslami diriliklerini yitirmişlerdi. Yeni Türk ulus devletine, bazı itirazlardan sonra, Osmanlı Devleti'nin devamı olduğu sanısı ve "ulu'l-emr"e itaat anlayışı içinde boyun eğildi. Müslümanlar bu süreçte, yeni vatandaşlık kimlikleriyle, inanç bağından kaynaklanan kimliklerini birbirine karıştırdılar. Ancak 1970'li yıllardan itibaren İslami kesimin tahkik ve tefekkür erbabı bir kesimi, Müslümanlıklarını üst kimlik olarak savunmaya başladılar. İşte "Türkiyeli Müslüman" terkibi, o zamanlarda kullanılmaya başlandı. Çünkü Türkiye kutsal bir kimlik değil, sadece bir grup Müslümanın yaşadığı ülkenin adı olarak algılanmaya başlanmıştı. Bu kullanımın ilk izlerine, o zamanlarda yayınlanan Düşünce ve Yeni Ölçü dergilerinde rastlıyoruz.

Müslümanların, devletten ve sistemi temsil ettiği düşünülen ülkeden/Türkiye'den asli kimliklerini ayrıştırma tartışmaları o yıllarda başladı. Türkiye, "halkı Müslüman olan ülke" mi idi; yoksa "halkında Müslüman olan ülke" mi idi? Bu ülkede Müslümanlar çoğunluğu mu ifade ediyordu, azınlığı mı? 1970'li yıllarda tevhidi bilince sahip olmaya başlayan bazı İslami çevrelerde/öbeklerde "Türkiye Müslüman azınlığı" ifadesini kullanma eğiliminde olanlar da vardı. Tüm bu tartışma ve yaklaşımlar, Müslümanlığı gittikçe üst bir kimlik olarak Türklük/ulus ve vatandaşlık kavramlarının üstünde tutma hassasiyetinden besleniyordu. Ancak bu hassasiyetler, sürekliliği olan sosyal bir harekete dönüşemedi.

Bu arada sistem içinde İslami kesimin oylarına dayanarak iktidar olmaya çalışan Milli Selamet Partisi ve 1980'li yıllardan itibaren de Refah Partisi, ulusal/ "milli" değerler açısından kimlik bulanıklığından kurtulamadı. İslami kesimin ağırlıklı bir bölümü ise 1970 öncesi üstlenilen ulusçu/ "millici", devletçi, sağcı anlayışlarla bağını kesemedi. Aşılamayan bu zafiyet, Kürt Müslümanlarla "Türk" Müslümanlar arasındaki irtibatı da gittikçe zayıflattı.

Yine de 1990'lı yıllarda tevhidi bilinçlenmeyi önceleyen Müslümanlar, sitemin zulmüne ve emperyalist saldırılara karşı çıkarken, bildirilerinde bağımsız kimliklerine vurgu açısından "Türkiyeli Müslümanlar" imzasını kullandılar. Ancak bu kullanımda Türkiye kavramı bazıları için "Müslümanların tutsak olduğu sınırları", bazıları için de "sahip çıkılması gereken ülkeyi" ifade ediyordu. Türkiye kavramı ister tutsak olunan ülkeyi, ister varis olunan ülkeyi tanımlasın, bundan çok daha öncelikli sorun, bu topraklar üzerinde vahyin tanıklığını yapan bir ümmete sahip olunup olunmadığı konusuydu. Ülke toprakları bir miras anlayışı içinde savunulsa da, veya bu topraklar üzerinde tutsak konumunda olunsa da, var olabilmek için önce vahyi bilinci sosyalleştirecek, yani yitirdiğimiz tevhidi bilinci yeniden ihya edebilecek bir nesle, bir sosyal varoluşa dayanılmalıydı. Çünkü Türkiye veya vatan ya da ülke toprağı bir kimlik değil, yaşamsal bir araçtır.

"Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize" hükmü doğrultusunda, Kur'an'ın herkese kendi kimliği ile tanımlanma hakkını verdiğini söyleyebiliriz. Böyle olunca Müslümanlar da kendi kimlikleriyle kendilerini ifade edebilme haklarını isterler. AB süreci ve iç sıkıntılar nedeni ile Türkiye'de gündeme getirilen yeni ulusçuluk tartışmaları ise çok kültürlülüğe dönük bir açılım sağlama iddiasındadır. Çok kültürlülük, farklı kimliklere müsamahakar ve eşitlik ilkesiyle davranmak olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda, Türkiyelilik kavramı içerisinde Müslümanlara eşit muamele ve özgürlük konusunda nasıl muamele edileceğinin cevabı, AB sınırları içinde yaşayan Müslümanların ahvalinde görülmektedir.

Sonuç

Tekrar vurgulamalıyız ki, Türkiyelilik veya Türkiye Milleti tanımlaması, sistemin kendini yenileme ve devamlılığını sağlama refleksine tekabül etmektedir. Bu tanımlamayla sistem restore edilmeye çalışılacak, daha demokratik ve yeni bir uluslaşma hedefine yönelecektir. Yeni uluslaşma hedefi, ayrılıkçı yaklaşımların önüne set çekmeyi, çok kültürlülük anlayışı içinde ülke ve toplum bütünlüğünü sürdürmeyi amaçlamaktadır. Yeni uluslaşma tanımı, sekülerleşmeyi yukarıdan aşağıya bir dayatma olmaktan çıkartıp, tabandan yukarıya uzlaşma temelinde yaymaya çalışacaktır. Bu boyutuyla kimliği eşit haklar temelinde kabul edilen veya edilmeyen Müslümanlık algısı, artık kendini düne göre bağımsız Müslüman kimliği çağrıştıran "Türkiyeli Müslümanlar" olarak ifade etmek imkanı bulamayacaktır. Çünkü dün Müslümanlığın üst kimlik olduğunu vurgulamak için kullanılan bu terkip, bugün Türkiyelilik kavramı, yeni ulus olgusu yerine kullanıldığında, vatan temelinde yeni bir kimlik kirliliğini ifade edecektir. Zira vatan/Türkiye üzerinde yaşayan Alevi, Sünni, Ortodoks, Yahudi, Süryani vd. tüm dini değerler ya da çeşitli etnik yapılar, Türkiyelilik veya Türkiye Milleti tanımı altında tek kimlik halinde sentezlenmeye çalışılmaktadır.

q

Artık ulusal devletler ya da uluslararası bloklar içindeki şartları ve konumumuzu hesaba katarak tartışmakla beraber, Müslümanlığımızın inşa sürecini ya da İslamlaşmamızın alanını alternatif bir küresellik düzleminde de düşünmemiz gerekmektedir.

Dipnotlar:

1- Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu, 'Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu Raporu', Birikim Dergisi, s. 188, Aralık-2004.

2- Ahmet Yaşar Ocak, Türkler Türkiye ve İslam, İletişim Yay., İstanbul-1999; Mevlüt Uyanık, Üç Tarzı Siyaset – Türkiyelilik, Metropol Yay., İstanbul-2003.

3- Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği – Resmi İdeoloji Dışında Bir İnceleme, s. 209-210, Bilgi Yay, Ankara-1999.

4- İhsan Eliaçık, "Tarihte Yürüyen Millet", Yarın Dergisi, S: 32, Aralık-2004.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR