1. YAZARLAR

  2. Zehra Ç. Türkmen

  3. Türkiye’de Müslüman Kadının Gelişen Rolü

Zehra Ç. Türkmen

Yazarın Tüm Yazıları >

Türkiye’de Müslüman Kadının Gelişen Rolü

Mayıs 2009A+A-

Osmanlı sonrasında Müslümanların çökmüş bir sosyal yapıları ve bulanmış bir kültürel kimlikleri vardı. Türkiye Cumhuriyeti ile yeni kurulan rejim inkılaplar, resmi eğitim ve şehirleşmeyle modernleşmeyi, batılı yaşam tarzını yukarıdan aşağıya dayatıyordu. Müslüman halk ise henüz kendini vahiyle yenileme bilincine ulaşamamıştı; ama zaaflı da olsa İslami kimliğini korumak adına yeni batıcı kimliğe tepki gösteriyordu.

Dayatılan batılılaşmaya tepki olarak, dindar aileler değil kız çocuklarını, erkek çocuklarını bile gavurlaşır, dinden çıkar gibi endişelerle yüksek okullara göndermekten çekinirdi. Ancak Demokrat Parti ile başlayan çevreyi merkezde temsil etme politikası, dindar kesimi 1950 ve 1960’lı yıllarda sağcılaştırdı.  Bu sağcılaşma ile beraber bazı dini motiflerle (Milli Mücadelede sarıklı kahramanlar, Mehmet Akif’in İstiklal Marşı, Türk Devleti’nin Müslüman teba bahanesiyle Hıristiyanlık, Yahudilik karşıtlığında bulunması gibi) sistem ve devlet tevil edilerek içselleştirilmeye başlandı. Böylece 1960’lı yıllarda İslami kesimin en büyük ideali mühendis, mimar, doktor, öğretmen gibi mesleklerden birini elde ederek kadro oluşturmak ve devlet yönetiminde yer almak oldu. 1960’lı yıllardan itibaren okumaya ve üniversiteye gitmeye daha sıcak bakılmaya başlandı.  Ama bu alanlar, bazı istisnalar dışında henüz bayanlar için uygun görülmüyordu. 

1960’lı yıllardaki  dindar kesimlerde bayan modeli genel olarak erkeğe hizmet eden, evine bağımlı, ihtiyaç duyulmadıkça sokağa çıkmayan, tüm ihtiyaçları eşi tarafından eve getirilen kadın tipolojisine dayanıyordu. Ancak şehirde yaşayan veya şehre yeni yeni taşınmaya başlayan dindar ailelerin kadın ve kızlarının o dönemdeki en önemli kimlik sorunu kıyafet formu olarak belirginleşiyordu.  Şehirde var olmaya çalışan bazı tarikatlar çarşaf giyerek kadınların korunacağını düşündüler. Ancak bu tarikatlerin de din anlayışları Osmanlı’daki zaaflı yapıdan hiç farklı değildi.  Bu dönemlere ışık tutan Şule Yüksel Şenler’in hayatını anlatan “Bir Çığır Öyküsü” kitabında dile getirildiği gibi, İstanbul’daki bayanlardan büyük çoğunluğuna göre takva ölçüsü, giyimde diz kapağına kadar uzanan mantoların altında görünen bacakların kalın çorapla mı, yoksa ince çorapla mı kapatılacağı ile belirleniyordu. Yaşlıların başörtüleri genellikle çene altından fiyonk şeklinde, gençlerin ise yarım örtülüydü.

1960-1970’li yıllardaki kadınlar için hidayet romanları ve filmlerinin asıl mimarı olan Şule Yüksel Şenler,  laik bir yaşam tarzından etkilenmiş ve kararsızlık içeren fiyonklu veya yarım baş başörtü modelini aşacak ‘sıkma baş’ modelini gündemleştirmişti. 1968-69 yılında başörtüsü dolayısıyla Ankara İlahiyat Fakültesinden atılan Hatice Babacan da, daha önce fakültede başı açıkken Şule Yüksel Şenler’in konferansından etkilenerek örtünmüş ve fakültede gündem olmuştu.

1960’lardaki kadın tasavvuru o dönemin  tüm  cemaatleri   (Süleymancı, Nurcu, Nakşi, Kadiri vd.) ve hoca efendilerinin ortalama görüşlerine göre geleneksel kadın tasavvurundan farklı değildi. Fitne olarak görülen kadının sesi haram kabul ediliyor, kadının aklının ve dininin eksik olduğu, kocaya itaatin Allah’a itaat kabul edildiği gibi bir çok “mevzu hadis”ler din olarak telakki ediliyordu. Ve ne yazık ki Kur’an’da geçen kadınla ilgili bir çok ayet de bu bakış açısına göre yorumlanmaktaydı. Bu anlayış ise büyük ölçüde Emevi-Abbasi Sarayı’nda şekillenen hadis tedvinatındaki Kur’an’a ve mütevatir sünnete aykırı rivayetlere, tartışmalara dayanıyordu.  

Eğitim Sürecine Katılma ve Şehirleşme

1960’lı yıllardaki Müslümanların şehirleşmesi ve şehirde olanların devleti veya merkezi tevil ederek ele geçirme veya orada temsil edilme arzusu, yeni bir sosyalleşme hamlesi üretti. Bu hamle, hem eğitim sürecine kadınların da katılmaya başlamasını, hem modern şehirdeki Müslümanların yeni konumları nedeniyle Müslüman kadını yeniden tanıma ve tanımlama ihtiyacını doğurdu. Örneğin o dönemlerde Şule Yüksel Şenler, ülkenin dört bir yanında konferanslar veriyor, birçok kitleyi arkasından sürüklüyordu. Kur’an bütünlüğünden çıkarttığı bir kadın tasavvuru olmasa da önemsediği tesettür ve başörtüsü meselesini Kur’an ayetleriyle izah ediyordu.  Bu çok güzel bir çabaydı, ama bütünlükten kopuk, tek boyutlu idi. Ancak tek boyutlu da olsa bu çabanın kaynağını Kur’an’a ve mütevatir sünnete dayandırmaya çalışıyordu. Ama kadınlar hala bir takım gelenekçi fıkıh kitaplarına ve mevzu hadis rivayetlerine göre dayak yiyiyor, insanlığı aşağılanıyordu.    

Fakat 1970’li yıllara gelindiğinde  geleneksel formun fıtri olarak yanlış olduğunu hisseden insanlar, doğruyu anlamak için Kur’an’a yönelerek, Rasulullah (s)’ın sünnetini kavramaya, tartışmaya başladılar. Hamza Türkmen’in “Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri” kitabında belirttiği gibi o dönemlerde Türkiye’de en önemli  Kur’an’a yönelen açılımlar şunlardı:

a-Ercüment Özkan ve arkadaşları.

b-Düşünce Dergisi ve Çevresi.

c-Talebe, Kriter, Aylık Dergi gibi dergi, kadro ve çevreleri.

Buralarda tevhidin ve Kur’an’ın henüz elif bası yeniden öğreniliyordu. Kadınların katıldığı sosyal-siyasal çalışmalar henüz bu oluşumlarda da yoktu.  Çünkü bu çalışmalara katılacak, sorgulayacak, birikim ve tecessüs sahibi kadın unsurunun varlığına geçmiş süreç ve gelenek imkan sağlamamıştı.

Bahsettiğimiz bu üç öbekte yani Türkiye‘deki Kur’an’a yönelişin en önemli üç öbeğinde rol alan erkekler kendi tanımlarını, kavramlarını, perspektiflerini netleştirdikçe şu bahislere belirginleştiklerini kestirmemiz mümkündür:

-Vahyi tebliğin ilk muhatabı kadındı ve Erkam’ın ve Ebu Bekir’in evindeki eğitim çalışmalarını kadınsız düşünmek olmazdı.

-Aristokrat ailelerine rağmen Müslüman olan ve Mekke’yi terk edip Hicret eden  kadınlar vardı.

-İşkence görerek şehit düşen ilk Müslüman, kadındı. Kabeye yürüyen ilk Müslümanlar 40 kişi ise, bunların hepsi erkek değildi.

-Tebliğ ve davet görevinde kadının yer aldığı, ayrıca Medine’deki mescitte kadın ve erkeğin beraber ibadet ettikleri kaynaklardan okunmaya başlanmıştı. Yine bu okumalarda erkeklere öğretmenlik yapan sahabi kadınlara rastlanıyordu.

-Uhud savaşında Rasul’ü kılıçlarıyla koruyan kadınlarla karşılaşıldı. Savaşlarda levazım ve sıhhi yardım işlerinde kadınlar rol alıyordu.

-Mü’min ve mü’mine insanların karşılıklı veliliği ile ilgili  durum; tanıklık ve şura görevinin tüm Müslümanlara farz olduğu hususu güncel karşılıklar ve sorumluluklar yüklüyordu.

Ve tevhidi uyanış sürecini yaşayan büyüklerimizden 1970’li yıllarda Kur’an’da okudukları “mü’min ve mü’mineler birbirlerinin velisidir” (Tevbe, 71) ayetini hem yeni yeni öğrendiklerini, anlamını düşünmeye, tefekkür etmeye, dolayısıyla mücadele saflarının yarısının niçin boş olduğunu tartışmaya başladıklarını öğreniyoruz. Kur’an’a yönelen bu üç öbekte yer alan gençler evlenmeye kalktıklarında ise bu boşluğu daha fazla hissettiler. Çünkü İslam’ı bütün olarak kavrayan yetişmiş bayanlar yoktu.

Ayrıca bu süreçte o dönemi yaşayan abi ve ablalarımızın aktarımlarından da çıkardığımız kadarıyla İran İslam İnkılabı’nın etkisi de büyük olmuştu. TRT ekranına haberlerde İran İslam İnkılabı’nın görüntülerinde yürüyen insanlar arasında yüz binlerce tesettürlü bayanın varlığı; ayrıca Ayetullah Telegani’nin kızı Azem Talegani’nin mitinglerde yüz binlerce insana hitap etmesi kadına bakışı yeniden şekillendiriyordu.

İşte bu sırada bu üç öbekte oluşan birikim haftalık Şura, Tevhid, Hicret, İslami Hareket dergilerinin çıkmasına vesile oldu. Bu dergiler daha sonra kadınlarla ilgili olan eksiklikleri gidermek için RAYET isimli kadınlara dönük bir dergi çıkardılar; ancak yetişmiş bayan unsuru olmadığı için dergi yazarlarının çoğu, Tevhid-Hicret dergisi yazarlarından ibaretti. Bu heyecan ve sinerji, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin İslamı üst kimlik olarak görenlere karşı şedit tavrına rağmen, şehirlerdeki mutedil Müslüman aile kızlarını da veya bu söyleme muhatap olan İHL’li kızları ve liseli kızları da 1980’lerin başından itibaren sayıları az da olsa etkilemeye veya onlarda etki uyandırmaya başladı.

Bu söylemden etkilenen bayanlar İstanbul’daki bazı Kur’an kurslarında rol almaya başladılar. Ve hatta 2005’de vefat eden Süreyya Yüksel ve bazı arkadaşlarının çabalarıyla SUFFA denilen bir eğitim evi oluşturulmuştu. Bu oluşumlar Müslüman kadınların gerek ev çalışmaları, gerek salon çalışmaları olmak üzere sosyal hayatta bir çok güzel açılımlar yapmasına vesile oldu.  

Kadın Anlayışındaki Kazanımlar

1970’li yıllarda bayanlar resmi eğitim süreçlerine katılmaya başlamışlardı ve artık şehirdeki konumlarını ve safları netleştirmeliydiler. Geleneksel form buna müsait değildi, bildiğimiz ve kadını ikinci sınıf Müslüman konumuna indirgeyen bir çok zaaflar taşıyordu. Müslüman  kadının, gerek şehirle birlikte gündemleşen modern hayata ve modernizme, gerek eğitim süreçlerinde batıcı pozitivist kültüre ve Kemalist jargona karşı cevap vermek ve kendi kendilerini sahih bilgi ve güvenle tanımlamaları gerekiyordu.

 Daha önce Kemalist devrimlere ve modernizme karşı tepkisel bir cevap olarak Said-i Nursi’nin yazdığı “Tesettür Risalesi” ve Bekir Topaloğlu’nun “İslam’da Kadın” kitabı vahyi bütünlük açısından yeterli değildi. Kadınının yaradılışı, tanıklık görevi, şahitliği konusu, miras, çok eşlilik, ilim öğrenmesi, yönetime ve istişareye ehil olup olmadığı gibi konularda Saray uleması’nın ve erkek egemen gelenekçi, taklitçi yaklaşımları rahatsızık uyandırıyor ve ihtiyacı cevaplandırmıyordu. Bu ihtiyacı Urvetu’l Vuska ve Menar ekolününün öncülerinden Muhammed Abduh, Seyyid Kutup, Takiyyüddin Nebhani, Muhammed Gazali, Ali Şeriati, Ayetullah Humeyni, Ayetullah Talegani gibi bir çok ıslah veya öze dönüş çabasının öncüleri görmüştü.

 İlkin bu kişilerin birikimleri Türkçeye  çevrilmeye ve bu çeviriler bir perspektif sunmaya başladı. Bu çalışmaların kavramsal ve usuli çerçevesi de Kur’an ekseninde tartışılmaya çalışıldı; daha sonra da kadınla ilgili Kur’an’daki kavram ve işaretlerin asıl anlamları araştırılmaya, analiz edilmeye. Bu gün bu konularda önemli kazanımlardan bahsetmemiz mümkün.

 İlk çıktığı andan itibaren Haksöz dergisindeki yaklaşımlar; İktibas dergisindeki, İslami Araştırmalar dergisinin özel kadın sayısındaki ilgili makaleler; ayrıca konuyla ilgili bazı çeviri ve telif kitaplar, yine Muhammed Esed’in ve son olarak da özellikle Mustafa İslamoğlu’nun tefsir ve meallerinde bu konuyla ilgili yapılan çıkarsama ve yorumlar oldukça önemlidir.

 Ancak Müslümanların kadın anlayışını Kur’an’la netleştirmek bir ontolojik, kelami veya fıkhi tartışma değildi. Bu çalışmalardaki amaç, kadına Allah’ın yaradılışta, kul olmada verdiği hakları sağlamak ve İslami mücadelede safların boş olan yarısını şahsiyetli Müslüman kadın unsuruyla doldurabilmekti. Oysa bu konuda yetersizlikleriyle beraber bir veya iki çevre dışında sürdürülebilir bir sosyal tanıklıktan bahsetme imkanına sahip değiliz. Ancak ‘İslam’da Kadın’ konusundaki kazanımlarımız bazı ferdi ve konjonktürel çıkışlar dışında henüz modelleşemedi. Ama bu konuda çabalar sürmektedir.  İnşallah emaneti devir alabileceğimiz ve devredebileceğimiz İslami yaşam ve mücadeleye dönük ciddi istişari zeminlerimizi, karar mekanizmalarımızı oluşturabiliriz. Ve inşallah bu tür güzellikler çoğalır.

Sosyalleşme sürecine geçmeden Türkiye’de kadın konusundaki kazanımlarımızla ilgili eksikler ve zaaflarla beraber iki aktiviteyi de atlamamak gerekir.

1-Türkiye'de Nurcu hareketin kadın çalışmaları 1960’lı yıllardan itibaren oluştu. Bu çalışmanın açık sosyal boyutu yoktu, ama ev çalışmaları şeklinde bir ağ oluşturulmuştu.

2-Türkiye'de kadınlarla ilgili dindar kesimdeki kitlesel kazanım büyük ölçüde RP hareketi ile 1980’lerin sonundan itibaren oluştu. Kadınlar propaganda çalışmalarının  her düzeyinde çok etkindiler. Kadın kolları (daha doğrusu hanım komisyonları) önemliydi. Kadınlar mitinglerde, ev sohbetlerinde bulunuyor, hatta  kapı kapı gezerek tesettürlü görünümleriyle propaganda faaliyeti gösteriyorlardı.

Sosyalleşme Sürecinde Açılımlarımız

28 Şubat 1997 darbe sürecinde başörtülü bayanlar yasaklanan haklarını savunmak için babalarından, ağabeylerinden daha fazla meydanlara bulundular. Darbe sürecinde kitleleşen başörtüsü direnişi, kadın konusundaki Kur’ani vurguların sosyalleşmesine alan açtı. Bu konudaki gelişmeler daha ziyade kadın konusunda Rasulullah’ın siret ve sünnetindeki  Kur’ani değerleri kavramış, az sayıda muvahhid erkeğin ve az sayıda muvahhide kadının şahitliği ve mücadele örnekliğiyle yol aldı. Böylece kadının sesinin haram olduğu gerekçesiyle eylemlerde yer alması, konuşma yapması, slogan atması konusundaki itiraz ve eleştiriler, 28 Şubat eylemliliğiyle kısmen aşılmış oldu. Ancak bu dönemde Beyazıt Meydanı’ndaki Cuma eylemlerinde bayanlar, eğer şehitler için gıyabi cenaze namazı kılınıyorsa, namaz bitinceye kadar alanın bir ucunda beklemek zorunda bırakılıyorlardı.

Belki Türkiye’deki 1970’lerden itibaren serpilen İslami uyanış süreci içinde kafalarda bu tablo aşılmıştı, ama birçok radikal abinin kanaati ya da Beyazıt Platformu’nun kararları aşılamıyordu. Bu tür sıkıntıları aşma konusunda güzel bir örneklik olarak Ercüment Özkan abinin cenaze namazını zikredebiliriz. Namazı mümin ve mümine insanlar saf tutup birlikte kılmışlardı.

Ve yine bu açılımlardan sonra 2003 yılı Körfez Krizi sürecinde Kur’ani bilince sahip bayanlar, sahih ölçüleri önceleyen erkeklerin katkılarıyla da ilk defa Beyazıt Meydan’ında şehitler için gıyabi cenaze namazını kadın erkek birlikte kıldılar. Belki de kelâmi ve ontolojik tartışmalarla izah edilemeyen durum, gösterilen bu Sünnet’e uygun sosyal inisiyatifle aşılmış oldu.

Ve yakın yıllarda seminerlerde, panellerde, konferanslarda sözü ve birikimi olan bayanlar gittikçe daha fazla rol almaya başladılar. Bilgilerinin, birikimlerinin ve bilinçlerinin yettiği kadarıyla örneklik oluşturmaya çalışıyorlardı.

Bu bağlamda Kur’an talebesi olmaya çalışan kadınlar olarak bilgi ve birikimimizin eksik olduğunun bilincindeyiz. Ama en azından bu eksiklikleri gidermek için kendimizi ve çocuklarımızı motive etmemiz; İslami eğitim, tebliğ ve mücadele süreçlerinde yer almaya çalışmamız, asırlardan beri süren suskunluk açısından çok önemli bir kazanım olduğunu  ifade edebiliriz. Ancak bu motivasyonu bozan iki önemli faktörü de gözden kaçırmamak gerekmektedir:

a- Mü’min ve mü’mine olarak zihnimizde İslam’da “kadın” kavramını ve rolünü çözmüş olsak bile, geleneksel alışkanlıklarımızdan kurtulamadığımız için bir tutukluk hali söz konusu. Çoğu alanda vahyi ölçüleri gözetmeyen taassuplar psikolojik olarak aşılamadı.

b- Kadın konusunda elde ettiğimiz tevhid ve adalet temelli anlayışımız, halen model oluşturacak bir harekete dönüşemedi. Ayrıca geleneğin yanlışlarından uzaklaşmaya çalışırken, feminizm diyebileceğimiz söylemlere kayılabiliniyor. İslam’da “feminizmin silik olduğu ve bu eğilimi canlandırmamız gerektiği”ne varana kadar İslami camianın kadın yazarlarından en azından eklektik diyebileceğimiz açıklamalarda bulunanlar olabiliyor. Bu nedenle bizler bakış açımızı etkiye tepki şeklinde değil de, daha adil bir bakış açısıyla, Kur’an’dan kalkan bütünlük içerisinde ve kendi ıstılahlarımızla değerlendirmemiz gerekmektedir. Kazanımlarımızın farkında olmalı ve bu kazanımlarımızı ortak bir bilince, kolektif bir şahitliğe dönüştürebilmeliyiz. Bu tarz ortak ibadetlere ve hedeflere yönelmediğimizde, kültürel çalışmalarımızdan geriye sadece bireysel özgürlükler kalıyor. Bireysel özgürlükler, bilgili ama ben merkezci tipleri oluşturuyor. İslami şahsiyetler yerine tüketici veya başörtülü liberal şahsiyetler oluşuyor. Batı’nın istediği liberal özgürlük anlayışı da aslında budur.

Aynı zamanda erkek ve kadın hepimizi kuşatan kapitalist tüketim ve yaşam tarzının cazibesi de en önemli imtihanımızdır. Kapitalistlerin  tüketim kültürüne  göre yönlendirilen modernist ve hazcı bir hayattan hicret edecek bir bilinç gerekli. Kulluk ekseninde böyle bir bilinci güçlendirebilmeli ve fıtratla barışık bir sosyal örnekliği kurumlaştırabilmeliyiz. Kadın ve erkek olarak vahye tanıklığın alternatif modellerini oluşturabilmek; bunun için de bu modeli hazırlama aşamalarını kavramak ve paylaşmak çabası en önemli görevimiz olmalıdır.

Sonuç olarak geldiğimiz süreçte elde etmiş olduğumuz Müslüman kadının gelişen rolü bağlamındaki kazanımlarımızı sadece bayanların gayretleri olarak değil, sayıları az da olsa mü’min erkeklerin de ciddi çabalarıyla elde ettiğimizin altını çizmek gerekmektedir. Bu kazanımlarda çabası olan tüm mü’min ve mü’mine insanlardan Allah razı olsun ve Allah emeklerimizi, çabalarımız artırsın.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR