1. YAZARLAR

  2. Yaşar Yeşil

  3. Türkiye'de İşkence Gerçeği Ve Şehadetinin 13. Yılında Hüseyin Kurumahmutoğlu

Türkiye'de İşkence Gerçeği Ve Şehadetinin 13. Yılında Hüseyin Kurumahmutoğlu

Temmuz 2000A+A-

Başta yaşadığımız ülke olmak üzere, dünyanın birçok yerinde işkence sistematik olarak uygulanmaktadır. Bizzat devlete ve onun kurumlarına yönelik tavır ve eylemler kesinlikle affedilmeyerek, suçlanan kişilere ağır cezalar verilmektedir. Operasyonlarda yakalanan sanıklara o kadar ağır işkenceler yapılmaktadır ki, bunların birçoğu sakat kalma ve ölümle sonuçlanmaktadır. Siyasi olaylarda yakalanan şahıslara, memurundan amirine kadar birçok görevli işkence yapmaktadır. İşkence; hırsızlık, gasp vb. suçlardan dolayı gözaltına alınanlara da uygulanmaktadır.

Yaşadığımız ülkede polis karakolları, emniyet binaları ve bizzat devletin güvenliğini sağlamakla görevli kurumlar henüz inşa edilirken, işkence odaları tasarlanmış ve bu şekilde yapılmıştır. Bu binalardaki gözaltı ve sorgu odaları, oldukça pis, karanlık, rutubetli, ıslah ve harap bir şekildedir. Yetkililer, Avrupa ülkelerinden buraları denetlemeye gelen insan Hakları Heyetlerine, üst katlardaki halıfleksle döşenmiş sorgu odalarını göstererek, ikiyüzlü bir tavır sergilemektedirler.

İşkencenin çok yoğun olduğu ve kamuoyuna yansıyarak gizlenemez hale geldiği zamanlarda egemen geçlerin tepkileri "yavuz hırsız ev sahibini bastırır" misali olmuştur. Kamuoyunda işkenceye duyulan tepkiler yükseldiğinde egemen güçler, işkence olgusunu devlet aygıtından yalıtarak bazı görevlilerin şahsında bireyselleştirmeye çalışmıştır. Oysa şu bir gerçektir ki, bu kişiler üst makamların izni ve yetkisi olmadan en ufak bir şey bile yapmaya yetkili değildirler. Türkiye'de işkence, fertlerin ve kendi deyimleriyle birkaç akıl hastasının gerçekleştirmiş olduğu işler olmayıp bizzat derin devletin emrindeki insanlık düşmanı zorbaların uyguladığı bir devlet politikasıdır. İşkenceye daha çok muhalifleri "yola getirme, uysal vatandaş yapma, sindirme ve sisteme bağımlı hale getirme" amacıyla başvurulur. Egemen blok bu gibi insanlık dışı yöntemlerle, kendi sistemini korumaya çalışır. Türkiye'de yetmiş beş yıllık sistemde işkence sistematik olarak hep uygulanmıştır.

Son zamanlarda işkence tekniklerini geliştirmek isteyen egemenler, ABD ve İsrail ile çeşitli "güvenlik" anlaşmaları imzaladılar. Bu anlaşmalarda karşılıklı istihbarat çalışmaları, suçlu sorgulamaları ve işkence teknikleri baş sıralarda yer almaktadır. Bu ülkelerden ithal edilen işkence teknik ve yöntemleri olumlu sonuçlar verdikçe, egemen güçlerin bu iki ülkeye olan güven ve bağımlılığı daha da artmıştır? Bunun da ötesinde bazı sorgulamalara bizzat CIA ve MOSSAD'ın da katılması karşılıklı istihbarat çalışmalarının boyutlarını gözler önüne sermektedir. Bugün İsrail'de yapılan işkence "devletin bekası" için özel bir yasa ile uzatılmıştır. Türkiye'de işkenceye izin veren böyle özel bir yasa yoktur. Fakat kanunlarda esneklik vardır. En ufak bir muhalefette "devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü" ve "rejimin elden gitmesi" bahane edilerek "işi kitabına uydurma" yoluna gidilmekte ve sistematik olarak işkence yapılmaktadır, işte bundan dolayı Türkiye, işkence yapan ülkeler arasında ilk sıralarda yer almaktadır. İşkence yaptığı gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından birçok defa cezaya çarptırılması da bunun en büyük kanıtıdır. Bu noktada Türkiye'nin İsrail'den bir farkı kalmamaktadır. İsrail de "yasayla işkenceye izin veriyor" diyerek demokrasi havarisi kesilenler öncelikle kendi gerçekliklerini görmek zorundadırlar.

İnsanlık suçu olan işkencenin en çok yaşandığı dönemlerden biri de 12 Eylül 1980 dönemi sonrası Askeri cezaevleridir. O dönemde işkencenin en çok yapıldığı yerler arasında Ankara Mamak ve Diyarbakır Askeri cezaevleri başta geliyordu. Bu cezaevlerinde birçok kişi hayatını işkence altında kaybetti. Bu dönemde yapılan işkence, işkencede ölüm olayları ülke ve dünya kamuoyu önünde cereyan etmişti. Biz burada konumuzla direkt bağlantılı olması hasebiyle daha çok Mamak Askeri Cezaevi ve burada yaşanan olaylar üzerinde duracağız. Konuya başlamadan, daha önceki bir takım olaylara kısaca değinmek yararlı olacaktır.

12 Eylül 1980 darbesi, bilhassa Ülkücü Hareket için tam anlamıyla bir yıkım olmuştur. Çünkü Ülkücü Hareket, kendisinin ve mevcut iktidarın kutsalları olan devlet, bayrak, millet gibi mefhumlar için mücadele vermiş fakat sonra bu mefhumların düşmanı olan komünistlerle aynı kefeye konularak "devlet baba'nın terörünü tatmıştı. Ülkücü Hareketin kalemşörlerinden Ferruh Sezgin'in anlatmış olduğu bir hikaye bu durumu güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. Hikaye şöyle:

"Derenin karşı tarafına geçmek isteyen bir akrep, kendisine yardım etmesi için kurbağaya yalvarmış. Akrebin huyunu iyi bilen kurbağa bunu kabul etmemiş. Ama akrep o kadar yalvarmış ki, sonunda kurbağa dayanamamış ve akrebi dereden karşıya geçirmek üzere sırtlanmış. Tam derenin ortasına geldiklerinde akrebin akrepliği tutmuş. Kuyruğunu kaldırdığı gibi kurbağayı sokmuş. Kurbağa suya gömülürken yüzme bilmeyen akrep de onunla birlikte boğulmuş.

Yalnız bizim 12 Eylülümüzün akrebi (sistemi) hikayenin akrebinden daha akıllı idi. Derenin ortasından itibaren kurbağayı sokmak için refleksle inip kalkan kuyruğunu her defasında iradesi ile durdurdu. Zamanından önce öldürmenin acı tecrübelerini başka yerlerde/başka ülkelerde yaşamıştı. Kendini karşı kıyıya kadar taşıttı. Kıyıya vardığında düşmanın kalıp kalmadığını son bir defa kontrol etti. Kalmadığını görünce de, bütün birikmiş hıncıyla darbeyi indirdi kurbağanın tam sırtına."

Ferruh Sezgin'in anlattığı bu hikayede MHP ve Ülkücü Hareket, sistem tarafından, tam sırtından vurulmuştu. Fakat Ülkücü Hareketin bunu anlaması iş işten geçtikten sonra oldu. İşin garip yanı bunu anlamayan ve hala sisteme övgüler düzenlerin fazlalığıydı. Bu durum bugün de devam etmektedir.

12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren, o dönemde Sivas'ta yaptığı bir konuşmada: "Milliyetçilik, vatana, ulusa, devlete sahip çıkma, hiç kimsenin inhisarına verilmemiştir ve verilemez. Hiçbir gayri resmi örgüt, devlet güçlerinin yetkilerini kullanamaz. Bu yüce kavramlara, ulus bütünüyle sahip çıkar. Ben sahip çıkıyorum, gerekçesiyle çeteler kurulması veya bu düzen değişmelidir diyerek diğer bir çete grubunun kurulması, asla hoş görülmez ve yasal takibattan da kurtulamazlar" diyerek Ülkücü Hareketin misyonunun bittiğini açıklıyordu.

Sol harekete karşı sağ hareket kullanılmış, muhalifler sindirilmiş ve asayiş sağlanmıştı. Bundan sonra yapılacak şeyler daha kolay olacaktı. Çünkü devletin olası yıkılma tehlikesi bir anlamda atlatılmıştı. Egemenler, sol hareketlere karşı kendilerine yardımcı olan ve artık misyonlarının bittiğine inandığı ülkücü kadrolara, "devlet otoritesinin yerini alma" gibi suçlamalarda bulundular. Çünkü devlet kuvvetlerine yardımcı olma amacıyla olaylara taraf haline getirilen Ülkücü Hareket, artık kontrol edilemez hale gelmişti. Eğer devlete milliyetçilik lazımsa, bu "sistemle uyum İçerisinde ve sisteme tabi olmuş" bir milliyetçilik olmalıydı. Egemenlerin bu tavrını sezen ülkücü yöneticiler kendilerini bunlara kabul ettirebilmek için, mevcut sistemin yanında yer alma mantığıyla hareket ettiler. Mahkemelerde de bu doğrultuda ifadeler verdiler. Amaç belliydi; askeri yönetime şirin görünerek kendilerine yanlış yapıldığını anlatmaya ve tepkileri azaltmaya çalışmak.

Ülkücü yöneticiler sisteme "şirin görünme" işini o kadar ileri götürdüler ki, bundan dolayı çok gülünç durumlara düştüler. Bu insanlar mahkemelerde kendilerinin de Atatürkçü olduklarını söylediler. Şanlı tarihten, vatanı komünist dalgaya karşı koruduklarından her zaman sistemin yanında yer aldıklarından vs. dem vurdular. Bütün bunlara rağmen askeri yönetimin kendilerine karşı tavrı asla değişmedi.

O dönemde muhalifleri uysallaştırmanın her zamanki yoluna başvuruldu. Darbeden sonra onbinlerce insan askeri cezaevlerine dolduruldu. Cezaevlerinde öyle işkenceler yapıldı ki, tabir caizse, bu insanlar analarından doğduğuna pişman edildiler. 12 Eylül dönemindeki işkencenin en yoğun olarak yaşandığı yerlerden birisi, şüphesiz ki Ankara Mamak Askeri Cezaevi idi. Mamak Askeri Cezaevi'nde işkence ve zulümler 1980'de, darbeden birkaç ay önce başlamıştı. Gerek darbeden önce gerekse sonra, bu cezaevinde bir tek ses duyuluyordu ki, o da: Çığlığın ardı çığlıktı.

Mamak Askeri Cezaevi'nde istisnasız her gün, sistematik bir şekilde işkence yapılıyordu. Ülkücü kadrolar kendilerine "komünist polislerin", komünistler ise kendilerine "ülkücü polislerin" işkence yaptıklarını ısrarla vurguluyorlardı. Oysa tek bir gerçek vardı. O da, sağcı ve solcu polislerin üstünde, kendilerine bizzat rejimin işkence yaptığıydı. Bu durum ülkücü ve komünist tutuklular tarafından çok sonraları anlaşıldı. Avrupa İnsan Hakları Heyeti, Mamak Askeri Cezaevi'ndeki tutuklularla görüşmeye geldiklerinde, komünistler gördükleri işkenceleri bu heyetlere tek tek anlatırken, ülkücüler tam tersini yaptılar. Zira kendi ülkelerini yabancılara şikayet ederek "muhbirlik(!)" yapmak istemiyorlardı. Mamak'ta yapılan işkencelerin "Türkiye'nin iç meselesi" olduğunu ısrarla vurguladılar. Bütün bunlar Ülkücü Hareketin, kendisini sırtından sokan zehirli akreple dostluğa devam edeceğinin bir göstergesiydi. Ülkücülerin Mamak zindanında olmalarının sebebi de, yine akrebe sevdalanmanın bedelinden başka birşey değildi.

Mamak Askeri Cezaevi'nde yapılan işkenceyi o günleri yaşamış olan biri şöyle anlatıyor: "Daha önceki sorgumda suç kabulüm olmadığı için savcının bizzat kendisi beni işkenceye gönderdi. Askeri bölge içindeki C-5 denilen yere. İşkencede insana "yalnız kaldığı, artık kimsenin kendisine faydasının olamayacağı" düşündürtülüyor. Sanık, psikolojik olarak çökertilip konuşturulamazsa bu defa fiili işkence başlıyor. Yani, falaka, elektrik, askı gibi fiiller. Mamak Cezaevi'ne girişte ilk olarak kafes denilen yere getirilirsiniz. Orada ilk eğitiminizi alırsınız. Sorulan her sorudan sonra, verilen her emirden sonra hatalı davrandığınız için dayak yersiniz. Rap rap yaptırılır, marşlar öğretilir, böylece cezaevine uyum sağlama eğitimi başlamış olur. Koğuşa girene kadar üç dört yerde kimlik tespiti ve kontrolü yapılır, hepsinde ve yollarda dayak atılır. Önceki mahkumlar, kurallara boyun eğmiş olduklarından, yeni gelenin de uyum sağlaması gerekir. Direnme ihtimalini yok etmek için "yeni gelen" sürekli dayak yer. Sabah saat 06.00'da kalkılır, 22.00'de yatılır. Teorik eğitimlerde Ata'nın ilke ve İnkılapları öğretilir. Havalandırma ve sportif eğitimler, sabah akşam yapılan sayımlar, hep yıldırma ve dayak sahneleridir. Mamak'ta dayak yemediğimiz gün yoktu. Artık herhangi bir acı hissetmiyorduk. O dönemde öyle bir hal almıştık ki, bazen aramızda anlaşıp askerleri kızdırır, kendimizi dövdürüp sonra rahatça yatardık" (Yeryüzü Dergisi).

Mamak Askeri Cezaevi insanlığın ve özgürlüğün öldürüldüğü bir yerdir. Burada hazır kıta bekleyen sistemin kolluk kuvvetleri bulunmaktadır. Bunların görevi, işkence, çığlık ve tekrar işkencedir. Bunlar işkencesiz yapamazlar. Bir gün işkence yapmasalar rahatları kaçar. Çünkü bunlar işkence yapmak için kurgulanmış robotlar gibidirler. Bunlarda duygu, şefkat ve merhamet yoktur. Bunların yerini kin, öfke ve vahşet almıştır. Taş duvarlar bile bunlardan daha duygulu ve daha merhametlidir. Ölümüne işkence yapar ve insanların canlarını yakarlar. Hayatta kendilerinin de canları yanmıştır; fakat onlar bunun acısını masum insanlardan çıkarır ve böylece rahatlarlar. Hırslıdırlar, gururlu, zalim egemendirler. Kendilerinden başkasına yaşam hakkı tanımazlar. Bunlar karanlıkta hakimdirler. Karanlık ve zulümatla yoldaştırlar. Birilerinin kendilerine teslim olmasından ve yalvarmasından zevk alırlar. Böylece aşağılık duygularını tatmin ederler. İşkence yaptıkları kişilere insan gözüyle bakmazlar. Çünkü kendileri insanlık düşmanıdırlar, hak düşmanıdırlar.

Cezaevi denilen taş duvarlar arasında insanların nice umutlarla büyüttükleri fidanları zorbaca kırarlar. İşte bu insanlık düşmanları, bizim nadide fidanımızı kırdılar, Hüseyinmizi kırdılar. Hem de kahpece, alçakça ve havanca yöntemlerle. Mamak'ta sekiz seneden beri devam eden kişiliksizleştirme ve dayak uygulamaları, eğitim ve sayım adı altında aralıksız devam ederken, bir gün namaz ve sarık yüzünden çıkan tartışma sonucunda dövülerek boyun kemiği kırıldı. Arkasından kafese atıldı. Tedavi edilmesine izin verilmedi. Ailesinin dışarıdan yaptığı teşebbüsler de sonuçsuz kaldı. Aylar geçtikten sonra, O'nu hastaneye kaldırdılar, Hüseyin Kurumahmutoğiu işkenceler yüzünden hastaneye kaldırıldığında bir dava arkadaşına yazdığı mektupta durumunu şöyle anlatıyordu: "Boynumdan geçen gün film çekildi, bir kırık şüphesi var. Allah sabır versin. Boynumun ağrısına tekrar dayanabilmek gerçekten zor. (...) Ben bu konuda babam vasıtasıyla sana bir soru sormuştum. Burada tekrar yazayım. Sen bana mektupla veya ziyaretle cevap gönder. Ben ayakta duruyorum. Bu durumda ağrılarımın çok şiddetli olduğu zamanlar haricinde bir zorluğum yok. Ancak boynumu eğmekte zorluk çekiyorum. Hiçbir şekilde boynum eğilmiyor. Secdeye giderken ve gelirken normal şekilde gidip gelmem mümkün olmuyor. Ancak elimle kafamı tutup yere koyacağım ve secde yaptıktan sonra iki elimle kafamı tekrar kaldıracağım. Bu da beni çok yoruyor ve perişan ediyor. Belimin ağrısı olduğunda böyle de yapamıyorum. Ben farzları bu şekilde eda edip sünnetleri de yatarak kılıyorum, Ancak yatarken de sırt üstünden başka bir sekide duramadığım için gözlerimden başka tarafımı oynatamıyorum. Ben nasıl yapmalıyım, bana bildirin. Kusura bakma, bu mektubu sırt üstü yatıp ellerim havada zor yazdım. Belki okunaklı olmayabilir." Bu yüce imanın sahibi, 15 Temmuz 1987 günü şehadet şerbetini içerek Rabbine kavuştu.

Yukarıdaki satırlar Hüseyin Kurumahmutoğlu'na yapılan işkencenin boyutunu gözler önüne sermektedir. Zulmüyle ünlü Mamak Askeri Cezaevi bu tür işkenceleri ve işkencecileri çok görmüştü. Fakat işkencecilere kafa tutan ve inancı uğruna her şeye katlanan böyle bir yiğidi ilk defa görmüştür. Bundan dolayı şehit Hüseyin, Mamak'ta yükselen bir değer, bir semboldür. Tıpkı Kerbela'nın gülü Hz. Hüseyin gibi. O, zor günde İslam'ı seçmişti ve zor günde imanın imtihanını başarıyla kazandı. Çok azı sevdi şehadeti onun sevdiği kadar. Canını Allah yolunda vermesi ise bunun en büyük ispatıydı.  Makamı yüce olsun.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR