1. YAZARLAR

  2. Kenan Alpay

  3. Türk-Kürt Ulusal Kimlik Mücadelesinin Organizatörleri, Tetikçileri ve Kurbanları

Türk-Kürt Ulusal Kimlik Mücadelesinin Organizatörleri, Tetikçileri ve Kurbanları

Kasım 2007A+A-

Türkiye'de kamuoyu oluşturmanın ve bir plan dahilinde değiştirmenin ne kadar kolay ve sonuç alıcı olduğunu son gelişmelerle bir kez daha gözlemledik. Hakkari Dağlıca'da meydana gelen çatışma/baskın ve neticesinde ölen, yaralanan ve PKK tarafından esir alınan askerler üzerinden bütün bir toplum adeta Psikolojik Harp Dairesi tarafından kumpasa alındı. Türkiye yakın siyasi tarihinde örneğine çokça şahit olduğumuz ve bugün dahi etkisini derinden hissettiren toplumsal provokasyonlar iktidar merkezleri için kısa ve orta vadede istenen sonuçları vermeye devam ediyor anlaşılan.

İttihat ve Terakkiden Kemalizm'e Uzanan Miras

İttihat ve Terakki cuntasının 1908'de gerçekleştirdiği askeri darbe ile temelleri atılan ve 1923 sonrasında Mustafa Kemal önderliğinde sistematize edilip iyice kurumsallaştırman "askeri rejim" siyaseti psikolojik harp teknikleri ile dizayn edilmiş, yetmediği yerde doğrudan askeri müdahaleye uygun tarzda örgütlenmiş ve bu konu adeta "askeri rejim"in en önemli ihtisas sahası olmuştur. Rejimi koruyup kollamak için her zaman ve zeminde uygun fırsatlar ve araçlar bulmakta pek mahir olan silahlı bürokrasi kimi zaman "Şehit Kubilay" üzerinden 80 küsur sene bayatlamadan kullanılabilecek bir malzeme ile iş yaparken kimi zaman da 6-7 Eylül 1955 olaylarında olduğu gibi bir defalık, kullanılıp atılan ve bir daha da hatırlatılmaması gereken malzemelerle iktidarını korumaya çalışıyor. Silahlı bürokrasinin kurmay kadroları kimi zaman İslamcı veya Kürt harekeleri kimi zaman da Ermeni veya Rum nüfusu hedef alıyor. Hedef tahtasına hangi dahili unsur oturtulursa oturtulsun diğer unsurlarla ittifak kurabilme, en azından nötralize etme kabiliyeti oldukça gelişkin olan bürokratik çeteler,'devam-ı devlet'i daha çok bu türden stratejik açılımlarına borçlular.

Son haftalarda Doğu ve Güneydoğu'da özellikle de Irak sınırına yakın bölgelerde yoğunlaşan ve giderek tırmanan çatışmalar neticesinde asker kayıpları arttı. Asker kayıplarının hesabını vermesi gerekenler her zaman olduğu gibi bu defa da hesap sorma makamına oturdular. Böylece silahlı bürokrasi "şehitler ölmez, vatan bölünmez" söylemi ile önce sokakları ardından da siyaseti manipüle etmeye, askeri hedeflere göre saf tutmaya zorladı tüm ülkeyi. Ülke gündemi yine savaş çığlıkları altında karartma gecelere sürüklenmekte ve tek hedef "sınır ötesi operasyon" olarak belirlenmekte.

Kamuoyu büyük bir aldatmacayla sınır ötesi operasyonun çatışmaları sonlandıracağı beklentisine sokuldu. Oysa sınır ötesi operasyon ile elde edilmek istenenin, hatta hedefin bile ne olduğu tam olarak bilinmiyordu. Bugüne kadar defalarca sınır ötesi operasyonlar düzenlenmesine rağmen, çözüm bir yana, sorunun daha da derinleştiği, çekilen acıların, akan kan ve gözyaşlarının azalmayıp, arttığı gizlenmeye çalışıldı. Peki TSK ve diğer Kemalist elitler neden sınır ötesi harekatta ısrar ediyorlar? Bu geniş çaplı askeri yığınak ve devasa hazırlık ve yükseltilen bu savaş tamtamları kimin için? 27 Nisan muhtırasıyla, cumhuriyet mitingleriyle istediği sonucu elde edemeyen, 22 Temmuz seçimlerinde ve cumhurbaşkanlığı seçiminde açık bir yenilgiye uğrayan Kemalist elit bu son gelişmelerle inisiyatifi ele almanın, iktidarlarını yeniden tahkim etmenin yollarını arıyor olmasınlar sakın!?

AK Parti hükümeti ise tezkere konusunda takındığı tutumla 22Temmuz'da elde ettiği psikolojik üstünlüğü gerek Türk gerekse Kürt ulusalcılar tarafından yükseltilen milliyetçi-şoven söyleme havale etme yanlışına yöneldi. Bunun neticesinde AK Parti hükümetine yakın basın-yayın organları da askeri rejimin sadık kulu medya organları ile "Vatan-Millet-Sakarya" yarışında pistteki yerlerini almakta gecikmediler. İşin daha da tuhaf olan yanı 22 Temmuz seçimleri öncesinde CHP ve ADD tarafından örgütlenen Cumhuriyet mitingleri ile istenen miktarda elde edilemeyen askerci dalga bu süreçte AK Parti hükümeti üzerinde neredeyse bir tsunami etkisi oluşturdu.

Ulusal Kimliklerin Mücadelesinde Taraf Olmak Zorunda mıyız?

Devletin kurucusu Mustafa Kemal'in çerçevesini çizdiği İslam karşıtı bir Türk ulusal kimliği üzerinden Kürtleri yok sayan, Kürtlerin var olduğunu ispat etmeye kalkışanı da yok etmeye endekslenmiş resmi ideolojinin bekçisi silahlı bürokrasi açıkça Allah'ın ayetlerinden bir ayeti "dilleri, kavimleri" farklı yaratılmış büyük bir toplumu inkara, yetmediği yerde imhaya yönelmiştir. 80 yılı aşkındır icra edilen devlet politikası budur. Allah'tan korkan, ahiret gününe inanan bir kimsenin bu siyasete değil onay vermesi, taraf olması bile düşünülemez. Diğer tarafta ise 1980'li yıllardan itibaren İslam karşıtı bir Kürt ulusal kimliği inşa etmek üzere silahlı propaganda yöntemiyle örgütlenen ve örgüt liderinin öngördüğü Kürt ulusal siyasetinin çıkarına olan her türden eylemi ve ilişkiyi meşru sayan bir teşkilat mevcut. Her iki taraf da kendi ulusal kimliklerini inşa etmenin yolu olarak İslam'ın öngördüğü kardeşlik hukukunu toplumsal yaşamdan silmek ve yüce önder/ölümsüz lider ve ulusal kimlik etrafında tesis edilecek fışkı, küfrü, şirki ve zulmü temel alan bir siyasal model öngörüyorlar.

Müslümanların ve adaleti/merhameti gözetenlerin İslam dışı/düşmanı ve pozitivist temelde yükseltilen iki ulusçu merkezden birine, (TSK veya PKK'ya) taraf olması nasıl mümkün olsun? Bahsi geçenlerden hangi örgüt Allah'ın haram saydığını haram sayıyor, hududullaha riayet ediyor? Soruları Müslümanca sormak ve Müslümanca cevaplamak üzere mükellef olanların sorumsuzca davranması ile adaleti ikame etme görevi kime devredilecek acaba?

Türk ulus kimliğini dayatan tarihsel süreç 1908'de II. Abdülhamid'i tahttan indiren İttihat ve Terakki cuntasının iktidar olmasıyla başlamıştır. Enver, Talat ve Cemal paşalar önderliğinde örgütlenen ve önce Yunan, Bulgar, Rum, Ermeni vs gayri müslim unsurlara karşı tırmandırılan Türkçü siyaset giderek Arnavut, Arap, Çerkez, Kürt vd Müslüman unsurlara karşı da aynı siyaseti/mücadeleyi örgütlemiştir. Dolayısıyla Kürt sorunu PKK'nın 30 küsur yıllık varlığından veya Doğu Anadolu Bölgesi'nin ekonomik geri kalmışlığından ibaret görülemez.

Kürt meselesi PKK veya bölücülük/terör/asayiş vd. tanımlama biçimleri nihayetinde Kemalizm'in / devlete egemen sınıfların siyasal propagandası ile paralelleşmektedir. Bu demek değildir ki PKK'nın veya Kürt ulus kimliğini savunan farklı Kürtçü aydın ve çevrelerin projelerinde kendimize bir yer aramalıyız. Gerek Kürtçü gerekse Türkçü ulus kimlik siyasetleri İslam'ı azaltma, Müslüman kardeşliğini baltalama projelerine katkı sağlamaktadır. Türk veya Kürt olmak Allah katında hiçbir şeyi ifade etmez. Oysa ki Türklere, Kürtlere veya başka herhangi bir topluma yapılan haksızlığa dikkat çekmek, karşı çıkmak Müslümanlar için doğal, hatta zaruri bir davranıştır. Fakat özellikle bu son süreçte bir zulme veya muhtemel bir tehlikeye dikkat çekerken Müslümanlara doğru yöneltilmiş zaten devlet ve milliyetçi çevreler tarafından etkin olarak kullanılan bir silahın, "PKK'yı açıkça kına(ya)mıyorlar!" propaganda silahının İslami hassasiyeti olan çevrelerde de etkin olması oldukça üzücüdür.

Daha Çok Kemalizm, Daha Az İslam lan Yaşasın Provokasyon!

İttihat Terakki ile başlayan ve silahlı bürokrasinin Kemalizm adı altında inşa etmeye çalıştığı askeri cunta idaresinin 1908'de başlayıp 1923-50 arasında tek parti diktatoryası ile 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan'la devam eden darbe geleneği "Daha Çok Kemalizm Daha Az İslam" için planlanıp icra edilen harekatlardı. Darbeciler tarafından "Türklük gurur ve şuuru" dayanak yapılarak devlet geleneği oluşturuldu. Bu şuur gereğince en ücra köşesine kadar bütün bir ülke yüce önder Atatürk'ün resim, heykel, söz ve ilkeleriyle tepeden tırnağa donatıldı.

Kemalist cumhuriyet hukuksuzluk ve yolsuzlukla, "İslamsız bir ülke-Müslümansız bir toplum" hedefine kilitlenmişken ülkede yaşayan Müslüman aydın ve ulema ise uzun yıllar süren propagandif ninnilerle uyutuldu. ABD'nin yedeğinde "komünizmle mücadele dernekleri" altında yürütülen Müslümanları sağcılaştırma-millileştirme operasyonları, daha sonraki yıllarda ifşa(!) edilen "Yahudilik ve Masonluk" üzerinden yürütüldü. Ne gariptir ki 12 Eylül sonrasında bölücü Kürt tehlikesine, son on yıldır da gizemli Sabetaycılık konusuna dikkat kesilen İslami kesimler hem iyiden iyiye milliyetçileştirilmekte, devletin siyasetine uygun misyonlar üstlenmekte hem de yıllarca Türkiye toprakları ve toplumu üzerinde her türlü fışkı, zulmü, küfrü icra eden Kemalizm ve Kemalist kadrolarla bir türlü hesaplaşamamaktalar. Askeri, iktisadi, yargısal, siyasi, medyatik hatta sanatsal açıdan Kemalist örgüt ve siyasetlerin bu ülkede ekini ve nesli ifsad etmeleri hakkında konuşmanın zorluğundan olsa gerek Müslüman camianın öncüleri sürekli gölge boksu yaptılar ve kendilerine inanan geniş toplumsal kesimleri de gölge oyunlarının karşısında oyaladılar uzun yıllar boyunca.

Yıllarca Rum Pontus Devleti, Fener Rum Patrikhanesi {Balat Rum Devleti), filan yerde yayınlanan Ermeni ya da Kürt haritaları üzerine kilitlenmekten dolayı oluşan İncirlik Üssü'nü göremeyiş hastalığı kronik bir sorun, büyük şeytana karşı bilinçli bir körlük haline dönüştü? Konya semalarında eğitim gören İsrail uçak ve pilotlarının Müslüman halkları vurmasında sağlıklı bir muhasebe yapmaktan kendini azade görmek de bu hastalıkların tezahürüdür.

Kürt sorununun emperyalist bir proje tarafından Müslüman halkların aleyhine devreye sokulmak istendiği doğrudur. Emperyalizm suçludur ancak bu emperyalist projede daha büyük pay, daha önemli bir rol kapmak isteyen Türk ve Kürt ulusçuları da en az onlar kadar suçludur. Biz Müslümanlar ise ne emperyalizme ne de Kürt veya Türk ulusçuluk mücadelesine zerre miktarı olsun yakın durmuyoruz. Türk ulusçuluğuna, Kemalizm'e ve temsil ettiği tüm değerlere olduğu kadar Kürt ulusçuluğuna, Öcalanizm'e ve temsil ettiği değerlere de karşıyız.

Türklük ve Kürtlük üzerine oluşturulan ulus kimliği sembolize eden değerlerin hiçbiri (bayrak, devlet, yüce önder vs) Müslümanlar olarak bizim değerimiz değildir. Hastalığın ve zulmün bu coğrafyadaki baş müsebbibi Türkçülüktür. Türkçülük hastalığı Kürtçülük hastalığının ebesidir.

Kendilerini Türk ulus kimliğinin tüm değerlerinden arındırmadıkça Müslümanların, Kürt ulusçuluğuna karşı çıkmaları ciddi bir tutarsızlıktır. Aynı şekilde Kürt ulus kimliğinin tüm değerlerinden arınmadıkça Türk ulusçuluğuna karşı çıkmak da Müslümanlık iddiasında bulunanlar için derin bir çelişkidir. Ulus kimlik ve ulus devlet siyaseti Fransız İhtilali ile ortaya çıkmış batıl ve toplumları birbirine düşmanlaştırıcı modern-materyalist bir ideolojidir. Kavimler, diller, coğrafyalar gerçek ve tabii fakat uluslar, ulusal sembol ve tarihler sanal ve yapaydır.

Allah'a ve ahiret gününe inanan bir mümin veya müminler topluluğu/cemaati İslam dışı ve düşmanı, hiçbir insani kriteri olmayan üstelik de zalim ve giderek de küresel emperyalizmin açıkça tetikçiliğini yapan bir örgüte (mesela PKK'ya) değil onay vermesi, meyletmesi ya da sessiz kalması dahi düşünülemez. Müminler açısından silahlı örgütlenmeyle toplumu, siyaseti ve tüm insani, İslami değerleri baskı altına alan, yeryüzünde Kemalizm diye bir batıl ideoloji/din inşa eden bu sistem için de aynı şey geçerlidir. Müminler için zalim ve kafirlerin Türk, Kürt, Arap, Fars, Amerikan veya Çinli olmasının hiçbir önemi yoktur.

Açıkça görülüyor ki bugün Müslümanların önemli bir kısmı, İslami kimlik ve Kur'ani bilinç ile modern-seküler ulusal kimlik ve ulusal siyaset arasındaki derin uçurumu göremiyorlar. Kelimelerimizi, kavramlarımızı, olay ve olguları analiz edişimizi bir Müslüman olarak neye göre yapacağız? Hayatımızın rotasını Alemlerin Rabbi'nden indirilen Furkan olan Kur'an ve Allah'ın Rasulü Hz. Muhammed mi belirleyecek, yoksa içinde yaşadığımız ülkeye egemen kılınmak istenen ilke, inkılap, duygu ve hamaset mi? Bu gibi temel konularda kafa karışıklığını, tereddütleri gidermek ve duruşumuzu netleştirmek gerektiği açıktır.

Kafa Karışıklığını Gidermek İçin Cevabı Aranacak Sorular

Olayları tek tek kişiler ya da olaylar bazında değerlendirmek sistemi çözümlemek için yeterli olmuyor. Devletin sahibi Mustafa Kemal Atatürk ve müntesipleri "Ümmetten ulus yarattık" diyorlar yeni devlet ve toplum modelleri için. Bugün Türk ulusal kimliğine ve sembollerine (ulusal lider, ulusal bayrak, ulusal marş) karşı derin bir sevgi ve bağlılık duyanlar bu ve benzeri değerlerin İslam/ümmet kimliğine mensup olma tercihini yok etmek için dayatıldığını 'fark etmedim' diyemezler.

1932 senesinden 1950 senesine kadar tam 18 (on sekiz) yıl bu ülkenin hiçbir camisinden Allahu Ekber nidasının yükselmesine müsaade etmeyenler Yahudiler miydi, Amerikalılar mıydı, komünistler miydi, PKK'lılar mıydı? Kimdi acaba bu ülkede ezan/ Kur'an okunmasını engelleyenler, isimlerini hatırlamaya ve yüksek sesle hatırlatmaya ne dersiniz?

Kimlerdi dağda, köyde, şehirde yaptıkları baskınlarda suç unsuru olarak Elif-ba ve Kur'an arayanlar? Kışlalarda, okullarda, kampuslarda namazı engelleyenler, fuhşu, içkiyi, kadın erkek dansı, çıplaklığı teşvik edenler kimlerdi? "Kadını aç, Kur'an'ı kapa!" siyasetini icra eden siyasetin ve siyasetçinin adı neydi?

Kim(ller)di acaba istiklal Mahkemesi adı altında Dört Aliler Divanı'nı kurup cellatları eliyle başta rahmetli İskilipli Atıf Hoca olmak üzere yüzlerce Müslümanı idam sehpasına çıkaranlar? "Üzeri Arapça yazılı ve gericiliği simgeleyen yeşil şeriat bayrağı"na karşı ay yıldızlı bayrağı birlik ve beraberlik sembolü kılıp kutsallaştıran ve ölüm yolculuğuna dahi Türk olarak çıkılması gerektiğini emreden devlet ve ideolojisi mi Allah'ın rızasını gözetiyor?

İstenmeden sürüklendikleri bu savaşta mazlum olarak canlarını kaybeden gençler için üzülmemek elde değil. Ancak bu üzüntü kafa karışıklığına, kavram kargaşasına ve en önemlisi İslami kavramların keyfi kullanımına, bağlamından koparılmasına mazeret olmamalıdır. Bu bayrak ve devlet için ölmeye ve öldürmeye mecbur edilenler mi "şehit"tir, yoksa sadece ve sadece Allah yolunda cihad ederlerken öldürülenler mi şehittir?

Kimin Kayığına Bindiler, Kimin Yelkenini Şişiriyorlar?

Türk-Kürt meselesi ümmetçi ya da ulusalcı olmak noktasında son derece önemli bir ayrışma vesilesi haline geldi. Yanlışlara, çelişkilere ve devletin zulmüne ve İslam dışılığına dikkat çekmek PKK'lı ya da bölücü olarak suçlanmak için yeter de artar oldu. Kimse sormuyor ki biz niçin Tuncay Özkan'la, Ertuğrul Özkök'le, Erdoğan Teziç'le aynı söylemi ve sembolleri kullanıyoruz? Başörtüsüne ve İslami kimliğe karşı "irtica" yaftasıyla on yıllardır psikolojik harekat yürüten çeteciler ile vatanın bölünmez bütünlüğünü ve anayasanın değişmez ve değiştirilemez hükümlerini mi savunacağız? Kemalistlerle bizim ortak noktamız Türk bayrağı ve Kürt düşmanlığı mı?

Birilerini PKK ya da Kürtçülük sempatizanı olarak yaftalama kolaycılığına yeltenenler, Kanaltürk'le, Cumhuriyetle, Hürriyetle, ADD ile, ÇYDD ile aralarındaki paralellikleri, yer yer aynılıkları acaba herkesi kuşatan milli duygular dolayısıyla mı fark edemiyorlar? Mevcut tabloda İslami hassasiyetlere yakın bazı çevrelerin durumuna bakınca şu soruyu soruyoruz ne yazık ki: Psikolojik savaş acaba nasıl daha etkili olabilir ki?

ABD ve İsrail'in stratejik ortağı laik-Kemalist ordu ile aynı yolda yürümekte bir beis görmeyenler: Nereye bu gidiş?

Seçilmiş siyasi bir partiye/hükümete cumhurbaşkanı seçtirmeyen, anayasal düzenleme yapmasına izin vermeyen, başbakan-cumhurbaşkanı bile olsa başörtüsü ile ilgili en küçük bir düzenleme yapmasına izin vermeyen Kemalizm'in muhafızı TSK'nın dün Enver-Cemal-Talat paşaların Dünya Savaşı'na, Çanakkale Savaşı'na, Sarıkamış felaketine sebep olmaları gibi bugün de Kuzey Irak üzerinden ülkeyi ve toplumu yeni felaket senaryolarına sürüklemesi üzerine derinlikli bir şekilde düşünmek gerekir.

Türk ulusal kimliğini yeniden tahkim etmenin, toplumu Kemalizm'e daha sıkı bağlamanın, hukuksuzluk ve yolsuzluklarla örülmüş iktidar nimetini daim kılmanın hesabında birçok gencin kanlarıyla, birçok ailenin acı ve gözyaşlarıyla fatura ödeyeceği açık değil mi? Birilerinin kanı ve gözyaşları üzerinden kahramanlık destanı yazmaya kalkışanların iğrenç hesaplarına itiraz etmek, yalan, ahlaksızlık, yolsuzluk ve İslam düşmanlığı üzerine inşa ettikleri iktidarlarının gönüllü kulu/makbul vatandaşı olmayacağımızı haykırmak gerekiyor.

Ölmek ya da Öldürmek! Bütün Mesele Bu Değil!

Ölmek ve öldürmek değil asıl mesele! Kimin için öleceğiz ve kimi öldüreceğiz? Temel sorun budur. Allah için ve Allah'ın emrettiği adaleti tesis etmek için mi öleceğiz, öldüreceğiz? Laiklik, Kemalizm vs için mi öleceğiz ve öldüreceğiz yoksa? TÜSİAD'ın, TSK'nın, YÖK'ün, Yargıtay'ın, Danıştay'ın, Koç'un, Sabancı'nın, OYAK'ın, Aydın Doğan'ın yüksek menfaatleri için mi "şehit" olacağız? Ahiret gününde bu İslam karşıtı odaklarla beraber mi haşr olmak istiyoruz?

Kimi öldüreceğiz? Adı Ahmet, Mehmet, Süleyman, Hasan olan ve ABD işbirlikçisi Barzani ve Talabani tarafından "Kürt ulusal kimliği ve devleti" adına cepheye sürülenleri mi?

Silahlı bürokrasinin yayın organı Hürriyet'e komuta eden Ertuğrul Özkök'ün açıkça "TSK'nın sadece PKK'yı değil KDP/Barzani ve KYB/Talabani'yi de yok etmek üzere harekete geçeceğini" ilan etmesi ve ertesi günkü yazısında bu durumu Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt'a da teyit ettirmesi bölge için tam bir kıyamet senaryosu yazıldığını gösteriyor.

Türkiye'yi Iraklaştırmak, Lübnanlaştırmak isteyenlerin, etnik ve mezhebi çatışmaların merkezine döndürmek isteyenlerin adresinin sadece ABD, İsrail veya Avrupa'da olduğu sanılmasın. Kemalizm'i ayakta tutmak için darbe politikaları icra edenler, TÜSİAD'ın sermayesini katlayarak artırması için ulusal ya da uluslararası her türlü kirli ilişkiyi finanse edenler, Şener Eruygurlar, Veli Küçükler, Muzaffer Tekinler, Ertuğrul Özkökler,Tuncay Özkanlar, İlhan Selçuklar, M. Ali Birandlar, Deniz Baykallar çok yakınımızdalar ve kraldan daha çok kralcılar olarak ABD'ye şevkle, seve seve hizmet ediyorlar. Müslüman halka karşı darbe tehditlerinin günlük gazetelere "Topyekün Savaş" veya "Gerekirse Silahla" spotlarıyla manşet olduğunu ve bugünlerde "Kuzey Irak'a bir-iki" çığırtkanlığıyla dolmuşa müşteri ayartanların da aynı kişiler olduğunu gayet net bir biçimde biliyoruz.

"Terör ve şiddetin son bulması için sınır ötesi operasyon şart" söylemini propaganda edenlerin sahip oldukları onca avantaja, silaha, yetkiye rağmen asli vazifeleri olan sınır güvenliğini nasıl olup da sağlayamadıklarını, sınırın ötesinde ne yapacaklarını izah etmeleri gerekir. 15 askerin ölümünden yola çıkarak sınır ötesi operasyonlar peşinde koşanlar onlarca, yüzlerce askeri daha ölüme yollamaya çalışıyorlar. Sınır ötesi operasyon, daha fazla ölüm, daha fazla acı demektir! Bu ise çözümsüzlük, çatışma ve düşmanlığı artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Türkiye sınır ötesi operasyonu tartışacağına, adaletli paylaşım, onurlu bir yaşam, insan hakları ve özgürlükler alanında yapılması gerekenleri tartışmalıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR