1. YAZARLAR

  2. Mevlüt Uyanık

  3. Tarihsellik Farklı Kültür Evreninin Ürünüdür

Tarihsellik Farklı Kültür Evreninin Ürünüdür

Haziran 1997A+A-

1- Son senelerde Kur'an'ı tarihsel bir metin olarak görmek ve göstermek isteyen bazı araştırmacılar, Kur'an'a ilgi duyan kamuoyunun gündemini bu yaklaşımlarıyla yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Batı dünyasında derin kökleri bulunan ve tamamiyle belli bir konteks içerisinde ortaya çıkan Tarihselciliğin (historicism) ve tarihselci yaklaşımların kendilerini müslüman gören bir kısım düşünür ve akademisyen nezdinde etki uyandırmasını ve tarihselci teknik ve yaklaşımların Kur'an'a uygulanmaya çalışılmasını hangi nedenlere bağlıyorsunuz?

2- Kur'anı tarihsel bir metin olarak görmek mümkün müdür? Tarihselci yöntem ve yaklaşımlarla Kur'an ayetlerinin daha gerçekçi olarak anlaşılabileceği ve. Kur'ân'ın evrensel anlamına bu yaklaşımla ulaşılabileceği iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

3- Metnin (Kur'an) tarihsel olması gibi, anlayan öznenin de (İnsan) tarihsel olduğunu ve böylece mutlak bir anlam ve anlamadan bahsedilemeyeceğini iddia eden rölativist yaklaşımları nasıl görüyorsunuz?

Öncelikle, dünya ve ahire saadetini temin edecek külli ilkeleri içeren ve Yüce Yaratıcımız tarafından peygamberimiz vasıtasıyla bizlere gönderilen Kur'an-ı Kerim, "bugün bizlere, neler söylüyor" sorusu çerçevesinde odaklasan tarihsellik ve evrensellik tartışmasının artık beni zihinsel bir gerilime ittiğini belirtmek istiyorum. Zira yaklaşık olarak Yüksek Lisans çalışmasını teslim ettiğimden (1989) bu yana İslam dünyasında yaşanılan siyasi-itikadi-fikri sorunların epistemolojik temellerini araştırmaktayım ve bununla ilgili düşüncelerimizi çeşitli vasıtalarla da ilan ettim. Özellikle derginiz okurlarının da yakından takip ettiğinden emin olduğum ve benim de katıldığım (Eylül 1996) Bursa'daki Kur'an Araştırmaları Vakfı'nın; (Ekim 1996 ve Şubat 1997), İstanbul Büyük Şehir Belediyesi'nin; (Ocak 1997) Ankara'da Fecr Yayınevi'nin tertip etmiş olduğu sempozyumlarda bu mesele oldukça geniş bir şekilde tartışıldı ve aydınlatılmaya çalışıldı. Bunları zikretmekten kastım, sorularınıza cevap verirken yaşadığım zihinsel gerilim ve bunun, sonucunda muhtemelen tekrarlardan dolayı beni mazur görmenizi istirham etmektir.

Bu çerçevede sorularınıza dönecek olursak; aslında kavramın müphemiyetini artırarak koruduğunu gözlemek mümkün. Her üç sual de, sorunu anlamaya çalışmak, ortak veya farklı yönleri tespit etmekten ziyade; belirli bir tavrın ve duruşun yargılanması ve kendi anlayış tarzınızın dayatılması var gibi. Örneğin "kendini müslüman gören" ibaresi "gerekli bir öteki" hakkındaki peşinen verilmiş ve soruşturma sorularını yönelttiğiniz insanlardan da paylaşılmasını islediğiniz izlenimi bırakan ağır bir yargıdır. Bu, kökenini düşünce tarihimizde imanın tarifi, iman+amel münasebetine dair görüşleri bana hatırlatmaktadır. İnsanların inkar ve tasdik bakımından mümin, münafık, kafir ve müşrik şeklindeki tasnifi ve ara bir kavram olarak "fasık" nitelendirilmesini ilk dönem siyasi-itikadi olaylara kadar götürebiliriz; bunun sonuçlarının neler olduğu da hepimizin malumu.

Bunu Sokrates'in "önemli olan soru sormak ve muhatabdaki doğru bilgileri ortaya çıkarmaktır, cevapları içinde olan sorularla kendi kanaatinizi pekiştirmek tutarlı bir davranış değil" şeklindeki düşüncesini hatırlatıp, itirazi bir cümle olarak kaydetmenizi temenni ederek "tarihselci yöntemin Kur'an'a uygulanmasının nedenlerini kendimce belirteyim:

Düşünce tarihimizde biri siyasi, öteki de coğrafi iki hadise önemli bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Bunlar; Hollanda'nın 1789 yılında henüz keşfedilen Ümit Burnu'ndan geçerek Hindistan alt kıtasını; Napolyon komutasındaki Fransa'nın da Mısır'ı işgal (1798) etmesidir. Batı ülkeleri kademeli olarak Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerini ve Doğu ülkelerini sömürge haline getirmeye başladılar; Osmanlı Devleti'nin de sürekli zayıflaması ve nihayetinde çökmesi bu süreci hızlandırdı. Modern Batı medeniyetinin temelinde bu sömürgeleştirilen ülkelerin maddi servetlerinin yattığı bir gerçek; tabi bu çerçevede, sömürgenin sürekti kılınması için sosyal bilimciler devreye giriyor. Bizlere, maalesef, salt akademik çalışmalar bütünü, olarak sunulan Oryantalizm (Şarkbilim)in -bazı istisnalar olabilirse de- gerçek işlevi bu noktada önem kazanmaktadır.

Oryantalist yöntem gereği, önce Doğu tanımlanmalı, Islah edilmeli (!) ve sonunda kökünden Batı medeniyetinin normlarına göre değiştirilmeliydi. Bunun için öncelikle İngilizce olmak üzere Batı dilleri ile eğitim yapan okullar açılarak askeri, siyasi ve idari alanlarda Batılı zihinler yetiştirilmeye özen gösterildi. Burada, "eğer İslam'ı yaşanılır kılmak istiyorsanız. İnanç ve uygulamalarınızı modern (tabii ki burada Balı kastedilmektedir) tarihsel eleştiri, felsefe ve bilimlerine uygun hale getirmek zorundasınız" düşüncesi zihinlere kazınmaktaydı. Bu yöntemin müslüman gençlere benimsetilmesi de, mevcut kültürel-siyasal hegemonyanın tesiri ile İslam'ın başarılı olmasının ön şartı şeklinde olmaktadır. Daha net olarak müsteşrik Von Runebgum'un ifadeleriyle söyleyecek olursak, "İslam; Batı'nın hakim olduğu dünyada var olmak istiyorsa, kendini ona uyumlu hale getirmek zorundadır, Siyasal-toplumsal ve ekonomik anlamda hayatta kalabilmesi için bir yenilik (reform) yapması gereklidir ve bunun için öncelikle çağa ayak uydurmanın ve ilerlemenin yolunu aramalıdır; bunun ilk şartı da, İslam hukukunun Batı hukuk sistemine uydurulmasıdır"

İşte bu "sözde" zorunluluğu, bazı müslüman aydınlar, tarihselcilik yöntemi ile aşmaya çalıştı. Halbuki sorun da tam bu noktada yatmaktadır; zira yaşanılan dönemin siyasi, ilmi, içtimai birikimlerini göz önünde bulundurarak, yeni sorunlara, her sistemin kendi öncüllerinden hareketle çözümler üretmesi faaliyetlerini ifade eden çağdaşlaşma (modernite) kavramında önemli bir anlam kayması yaşanmakta; belirli bir stil ve sistem çağdaşlaşmasının ideolojileşmiş şekli olan batılılaşma (westernisation modernism) ile özdeşleşmektedir.

Bu liberal anlam kayması, yani Batı sisteminin kültürel tahakkümü altında yenileşme çabaları, müslüman aydınlarda tam anlamıyla "kültürel bir şizofreni" ortaya çıkardı. Tarihselcilerin önemli bir kaynak olarak kullandıkları Fazlur Rahman, son tahlilde, Müslüman dünyayı, Batı kültürünün organik bir parçası haline dönüştüren bu anlayışı daha sert bir ifadeyle "kültürel piçlik" olarak nitelendirmektedir. Zira ister Batı'ya reaksiyon; isterse modern dünyanın meydan okumalarına cevap verme türünden olsun yenilikçi yorumların çoğu, modern Batı öncesi ve bize ait olan ortaçağ geleneğini. Batı ortaçağı ile özdeşleştirerek külli bir şekilde reddetme hatasına düştü. Doğal olarak, bunun sonucunda batılılaşma çabaları da köksüz kaldı ve müslüman halklar tarafından da kabul görmedi.

Katoliklikte akıl-vahiy uzlaştırılması için tarihsel bir tenkidin yapılması zorunluluğundan hasıl olan modernizm, hakim "mod" olarak alınınca, müslüman yenilikçiler, yeni değerlere ve kuramlara elverişli bir temel tedarik etmek için geleneksel İslam düşüncesini geliştiremedi, tam tersi bir noktadan hareket ederek modernleşme adı altında batılılaşmayı temel aldı ve liberalizm neredeyse ilahlaştırıldı. Tabii, modern batı düşüncesinin müslüman toplum üzerine olan fiili tesirlerinin sosyo politik sahada olduğunu İdrak edilememesinin ve İslam tarihinin boyutlarının hakkıyla değerlendiril(e)memesinin doğal sonucu budur. Bu ve benzeri tenkillerin benzerini Fazlur Rahman da yapmakta ve bu tür düşünenleri "sözde modernist" diye nitelendirmekte; ama maalesef, tarihselcilik yöntemini merhuma atfen kullananların çoğu bu noktayı gözden kaçırmaktadır.

2. Malumu ilam kabilinden olacak ama; Allah'ın Hz. Adem'den itibaren belirli zaman dilimlerinde belirli kişiler aracılığıyla belirli toplumlara farklı yöntemler-pratikler (şeriatler) göndermiştir. Dikkat buyrulursa, burada "Din" ve "Şeriat" kelimeleri farklı anlamlara gelir ve asıl olan "Din" (Tevhid-Nübüvvet-Mead) bütün şeriatlerde değişmez. En son olarak gönderilen Muhammedi Şeriat, önceki şeriatların hepsini içermesi hasebiyle burada "Din", ve "Şeriat" aynı anlama da gelmektedir. Şimdi hiç kimsenin, Kur'an'ın tarihin belirli bir döneminde (yaklaşık 1400 sene önce), belirli bir topluma (Arap) ve belirli bir kişi (Hz. Muhammed) vasıtasıyla indirildiği hususunda şüphesi yok ki! insanlar arasındaki yatay ilişkilerde bozukluklar olduğu zaman dikey irtibat kurulur ve belirli bir toplum ve sorunları baz alınarak (evrensel) çözümler üretilir. Çünkü vahiy yaşanılacaktır ki, adil ve ahlaklı bir toplum kurulabilsin. Bu anlamda bir tarihilik söz konusudur; fakat en son şeriatın kıyamete kadar, özelde müslümanların; genelde bütün insanlığın sorunlarına çözüm üretecek şekilde ilkelere sahip olması gerekir, yani Kur'an'ın tarihsel bir metin olarak görülmesi evrensel ilkeleri içermesine kesinlikle mani değildir, aksi zaten nasıl olacaktır? İnsanların hayatlarını düzenleme iddiası ile ortaya çıkan bütün ilahi ve beşeri sistemler, tarihin bir döneminde, belirli ilkelerden hareketle ortaya çıkar; bu anlamda tarihseldir; ama bizatihi tarihselci anlayış gereği, yeryüzünde çok sayıda kültür, evrenin doğruluk peşinde olduğunu ve sistemini kendi aksiyomlarını çelişkisiz şekilde yorumlayarak tutarlılıklarını kazandıklarını ve bu anlamda birbirleriyle yarışan evrensellik iddiasında olan dogmatikler olduğunu söyler. Dolayısıyla sizin evrensellik iddiasında bulunan herhangi bir sistemin mantıksal tutarsızlığını göstererek reddetmenizin tarihselcilik açısından da bir anlamı yok, yapabileceğiniz tek şey onun aksiyomlarını reddetmektir. Oysa bizde yapılan başka bir kültür evrenin aksiyomlarını (miras, evlilik, ceza ilkeleri vb) göz önünde bulundurarak, çok farklı bir sistemin aksiyomlarını yorumlamaktan ibaret ki bu, bana göre, hatalıdır.

Zannederim, sorun, sosyal değişmenin hakim Batı paradigması çerçevesinde ele alınarak, vahyi bilgiye bunun uygulanması ve vahiy ile yaşanılan olgu(!) arasında bir çelişki varsayılmasından kaynaklanmaktandır. Usul-ü fıkıh hocalarımızın alanına girmek istemem; ama ümmetin farklı zaman ve mekanlarda ortaya çıkacak meselelerine vahyi sabit kılıp, teferruat ve tatbikat açısından gerekli içtihadlar her zaman yapılmıştır/yapılmaktadır/yapılmaya çalışılacakta. 'Ezmanın tegayyürü ile ahkamın tegayyürü inkar olunamaz' ilkesini sürekli olarak vahyi bilgiye uygulamaya çalışanlar, ikincil kaynaklar konumundaki kıyas, sema (makus el-asıl) ile üçüncül kaynaklar konumundaki örf, masalih-i mürsele, istihsan üzerinde şartlar gereği değişiklikler yapılabileceği hususunu gözden kaçırmaktadır. Bunun sonucunda maalesef istisnalar genelleştirerek, tarihi bir meseleye lokal bir çözüm (evlere arkadan girme, zıhar vb) vahyin bütünü üzerinde yapılması gereken bir olgu olarak sunulmaktadır.

3. İşte bu noktada, tarihselcilik, vahyin "gerçek anlamını veya ruhunu" kavramak veya anlamaktan bahsedenlerin kullandığı bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihselcilik, Eric Rothacker'in ifadesiyle, insanın bilme fiilini kültür ve yaşama bağlamında sorgulamak ve değerlendirmek peşindedir. Bu nedenle de insanların doğrudan tabiata ve kültüre yönelmediklerini söyler. Bu, Batı düşüncesinde hiç bir felsefe ve bilimin genelgeçerlilik ve evrensellik iddiasında bulunamayacağı demek olup, göreceliliği ve çoğulcu bir bilgi ve bilim görüşünü savunmaktır. Dogmatik yoldan düzenlenmiş somut bir stil ve sistem (tüm kültür alanları bu anlamda stillere sahiptir) yalnızca bir başka ve yeni bir stil veya sistem vasıtasıyla aşılabilir; ama son tahlilde bu da dogmatik olacaktır.

İşte bu dogmatik stiller çokluğu arasına tinsel/manevi bilimler insanların belirli bir dönem, din ve hukuktan ne anladıkları, ona nasıl anlam verdiklerini bilmek ister. İşte farklı hareket noktalarının varlığı, genelgeçerlik kavramıyla beraber düşünce sisteminin tarihsel olduğu ve tarihsel kaldığı sonucunu ortaya çıkarır. Tarihselci yöntemde buna binlerce yıldır inananlarına sürekli cihad çağrıları yapan ama tam anlamıyla bütün dünyaya evrenselliklerini onaylattıramayan teolojik sistemler örnek olarak verilmektedir. Bu noktada, sanat, din, anayasa ve hukuk formlarına dair bütün anlama ve yorumların "tarihsel"; tek evrensel olanın "yorumlama" olduğu söylenmektedir. Fakat yorumlar arasındaki farklılıkları ve bunların geçerliliklerini tespit edecek bir ölçünün olup olmadığı sorusu önem kazanmaktadır, yani yine bir tarihselcinin ifadesiyle (Dilthey) söyleyecek olursak, "metafizik sistemler anarşisi"nden nasıl korunacağız.

Bu sorunun cevabına geçmeden önce, üçüncü sualinizdeki "mutlak" kelimesini pek uygun bulmadığımı, bunun yerine tarihçilerin "çok iyi bir anlama yoktur, sadece farklı anlama(lar) vardır" dediğini belirtmek zorundayım. Zira, tarihselciler, anlama ve yorumlama aynı zamanlarda mı gerçekleşir; yoksa anlama her zaman yorumlama mıdır, soruları hermenötik kavramı çerçevesinde İncelenmektedirler. Burada özne, nesne ayrımı reddedilir, çünkü incelenen nesne, özneden ayrı bir şey değildir. Özne; yani insan zaten incelenen nesnenin içindedir, öncülünden hareketle Dilthey, anlamadan yorum yapılamaz derken; Gadamer, anlamın her zaman bir yorumlama olduğunu savunur. Zaten genellikle gözden kaçırılan bu husus, dikkat edilirse, yazılı eserlerin yorum sanatı bilgisi olduğunu ifade eden bir kavram olarak hermenötik, kullanılmaktadır. Bireysel edebi eserlerden genel tarihsel yasalara varma yöntemi olan hermenötik, maalesef bizde İlahi kitaba uygulanmaktadır. (Halbuki bizde, usul-ü tefsir ve tevil bu konuyla ilk dönemden beri ilgilenmektedir)

Aklın genel geçerliliğe ulaşma gayreti ile yaşanılan hayatın sürekli bir izafiyet (görelilik) içinde olması, bizatihi hermenötik de, metafiziksel sistemler anarşisine düşmemenin yollarını araştırmayı gerekli kılmıştır. Bu bağlamda, sahip olunan dünya görüşünün doğruluğu ile tecrübi doğruluk; mantıksal tutarlılık ile mantıksal doğruluk arasında bir ayırım yapılmaktadır. Bu çerçevede, bir dünya görüşünün en üst öncülleriyle, ilkeleriyle yapılmış olan tespitlerde görelilik yoktur. Burada göreli olan, bu tespitleri değerli ve anlamlı kılan ve dünya görüşü içerisinde etkin olan ön kararlardır. (Aynı dünya görüşünün farklı uygulanmaları, demek olan fıkıh ekollerimizi bir de bu bağlamda düşünelim)

Göreliliğin bir diğer sınırını mantık da bulabiliriz. Her sistemin kendine özgü ve içkin bir "logos"u vardır ve sistemi diğerlerinden farklı kılan da budur. Bir de, "yaşanılan ve hali hazırda geçerli olgu" ibaresinden hareketle bir sınırlama getirilebiliriz. Çünkü geçerlilik, bilgi felsefesinde oldukça tartışmalı bir kavramdır, her sistemdeki logos, konuyu zaten kurgulamaktadır. Örneğin batı hukukî ve ahlaki değerlerinin "gerçek" şeklinde sunulmasını bizler doğrudan görmüyoruz, bunlar bize gösterilmektedir, işte göreli olan budur. Burada gerçeklik, çeşitli doğmatikler/stiller/sistemler içinde "anlamlanabilir" olan; yani çeşitli biçimlerde "yorumlanan" bir şey olarak kalır. Örneğin, her insanin doğuştan olarak bir takım hakları olduğu bir gerçektir, ama bunun Birleşmiş Milletler çerçevesinde tanzin edilen şekli, batılı olmayan toplumlarca gerçekçi olarak yorumlanmayabilir ve kendilerinin tahakküm altında bırakılma süreçlerinin bir parçası olarak görülebilir.

Son söz olarak şunu belirtmek istiyorum. Tarihselcilerin, metafiziksel sistemler anarşisine düşmemeleri için incelenen ve anlaşılmaya çalışılan yazılı bir nesnenin kendisine doğrudan soru yöneltmek ile, özne tarafından bunların ne ifade ettiğini sormaları arasında kesin bir ayrım yapmaları şarttır.

İmdi bu hususu gözden kaçırdığımız için farklı bir kültür evreninin beşeri bir metni/olayı anlamak için geliştirilen yöntemdeki bu ayırıma bile dikkat etmiyoruz ve ilahi vahiy olmasından kesinlikle şüphe etmediğimiz Kur'an'ın bugün bizlere ne ifade ettiğini aramak yerine, tabirimi mazur görün, doğrudan "Kitabın Sahibine" "mevcut gerçekler bu, sen niçin böyle bir hüküm indirdin?" şeklinde bir soru sormaya yöneliyoruz. Bunu içselleştirmem ve kabul etmem mümkün değil.

Ve's-Selam

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR