1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Suriyeli Muhacirlere Ensar Olmalıyız!

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Suriyeli Muhacirlere Ensar Olmalıyız!

Ekim 2012A+A-

Dokuz on şiddetinde depremlerin yaratacağı etkilerin ardından oluşabilecek, ancak bu kez insan eliyle, Esed-Baas çetesi ve onun destekçileri vasıtasıyla top, tank ve uçak bombardımanları ile harabeye dönen şehirlerin görüntüleri; katliam, tecavüz ve işkenceler altında can veren insanların haykırışları Suriye sedalarından yaklaşık bir buçuk yıldır eksik olmuyor.

Suriye’de 100 bin kayıp, 400 bin gözaltı, 0-17 yaş arası öldürülmüş 2 bin çocuk ve tecavüze uğramış binlerce kadın ve göç etmek zorunda kalan 500 bin sığınmacı, sadece gözlemci raporlarına yansıyan veriler arasında. 

Esed-Baas zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyeli mülteciler de Suriye’de yaşanan bu trajedinin önemli bir parçası haline geldi. Sadece Türkiye’deki nüfusları 90 bini bulan bu insanların diğer bölgelerde yaşadıkları içler acısı hali gördükçe Türkiye’ye geçebilenlerin şanslı olduklarını itiraf etmek gerek. Gerçekten de AK Parti Hükümeti, başından bu yana belli bir tutarlılık çizgisinde, gerek uluslararası gerekse bölgesel sıkıntıları üstlenerek hem Suriye direnişine hem de Esed zulmü altında inleyen Suriye halkına gereken desteği verebilmek için şartları olabildiğince zorladı. Yeterli olup olmadığını, giderilemeyen zaafları tartışmak ayrı bir bahis olmakla birlikte, “reel politik” denen ve vicdani olmaktan ziyade çıkarlar diplomasisini ima eden statünün çok ötesinde elini taşın altına koydu.

Elinin zayıflamasını, güçsüz düşmesini, izlediği siyasetlerin fiyaskoyla sonuçlanmasını bekleyen yerel ve bölgesel muhalif unsurların tüm anti propagandalarına rağmen bu konumundan taviz vermedi. İşte mülteciler meselesi de yıllardır bu hükümetin iç ve dış siyasette izlediği politikaları geriletemeyen güçlerin hükümetle hesaplaşma içerisine girdiği bir konu haline geldi/getirildi. Mülteciler de elbette bu durumdan fazlasıyla payını aldı.

Her ne kadar yaşadıkları koşulların görece niteliğine vurgu yapsak da sonuçta on binlerce insanın evlerinden, yurtlarından ve sevdiklerinden ayrı hayat koşullarına katlanmak zorunda kalmaları dahi yeterince içler acısı ve trajik bir durum. Devlet kurumları ve başta İHH olmak üzere pek çok mütevazı vakfın ve derneğin bünyesinde oluşturulan İslami yardım kuruluşlarının güçleri oranında ortaya koydukları çabalar, ilaç, gıda, barınma ve moral ihtiyaçların büyüklüğü/sürekliliği ve sürecin belirsizliği karşısında maddi-manevi yaralara ancak bir yere kadar merhem olmaya kadir. Bölgeye intikal eden kuruluşlardan kardeşlerimizin aktardıkları tanıklıklar ve bizlere ulaştırdıkları ihtiyaç listelerine baktığımızda, bu çıplak gerçekle yüzleşmeye devam edeceğimiz aşikâr.

Konunun sosyo-politik yönünde ise üç tip mültecinin var olduğunu görüyoruz. İlki, Esed-Baas zulümden kaçmak zorunda kalan ve imkânları sınırlı olup çadırkentlerde yaşamak durumunda olanlar. Bir diğer grup, kendi imkânlarıyla sınırdaki şehirlere intikal edip, birikimleri sayesinde ya da sınırlı iş imkânlarıyla ev kiralayarak ayakta durmaya çalışanlar ve nihayetinde diğer iki gruba nazaran sayıları çok az olmakla birlikte, asker kimliğiyle ordudan firar ederek muhaliflerin safına geçenler.

Irkçı Orkestranın Siyasi Şefleri ve Psikolojik Harekât Timleri

Özellikle aileleri ve kendi güvenlikleri sebebiyle daha sıkı koruma altında ve gözlerden ırak tutulmaya çalışılan bu sonuncu grup üzerinden, mültecilik ve askerlik konularının uluslararası hukukta hangi manalara geldiği tartışmalarını gündemleştirerek estirilen fırtınalar, -son dönemde iyiden iyiye- çoğunluğu oluşturan diğer iki grubu hedef tahtasına oturtmaya evrilmişti.

Pireyi deve yapan hikâyelerden tutun, dumanın tütmediği yerlere benzinle koşup, gerçekleşmemiş olayları senaryolaştırarak oluşturulan kaos siyasetinin etkisiz kaldığını ileri sürmek ne yazık ki mümkün değil.

“Ev kiralayıp kira ödemeden kaçanlar”, “lokantalarda hesabı ödemeyip faturayı Erdoğan’a havale edenler”, “uzun sakalları ve terörist kimlikleri ile halk arasında korku salıp terör estirenler” ve müfterilikte yüz karası olarak nitelenebilecek daha nice ahlak dışı vicdansız söylemler…

Bunların hepsine bu süreçte şahit olduk. Bu söylemleri dillendirenler arasında kimler yoktu ki: CHP’den BDP’ye, ÖDP’den İP/Aydınlık, Halkevlerine kadar neredeyse Türkiye’deki tüm sol, sosyalist, ulusalcı, Nusayri, Kemalist siyasetçi, yazar, sanatçı, parti, dernek ve sendikalar koroya dâhil oldu. Hatta Antakya’daki Esed güzellemelerinin bolluğuyla dikkat çeken “Barışa Çığlık” organizasyonunda olduğu gibi bu koroya “İslami(!) kesim”den de bazı isimler katıldı. İstanbul ve Hatay’da mezkûr kesimlerin yoğun katılımına sahne olan yürüyüşler tertip edildi, Esed posterleri taşındı. Suriyeli direnişçileri “terörist” olarak niteleyen sloganlar atıldı, mülteci kamplarının kapatılmasını talep eden pankartlar açıldı. Bütün bu hareketliliğe sebep, Esed’in anti-emperyalist bir savaş verdiğini ve Türkiye’deki mültecilerin de emperyalistlerin destekçileri ve uzantıları olduğunu ispat gibi görünse de asıl büyük hedefin üzeri bir süreliğine örtülmek zorunda kalan İslam düşmanlığı, AK Parti karşıtlığı ve Suriye muhalefetinin İslami kimliği ve Türkiye üzerinden Suriye’nin Müslüman halkına ve İslamcı direnişçilere ulaştırılacak yardımların engellenmesi olduğu çok açıktı.

CHP-BDP İkilisi Her Zamanki Gibi Fırsatçılık ve Suç Ortaklığına Soyundu

Irkçı-şoven koronun siyasi destekçisi rolüne soyunan CHP, bir yandan asker kimlikli mültecilerin varlığını ve statüsünü sorguluyormuş gibi yaparken, diğer yandan bu koroya siyasi destek mahiyetinde, on binlerce mülteciye kara çalmak anlamına gelen arayışlara girişti. Mültecileri misafir eden köylere bile uzanarak, bu insanların ihtiyaçlarını sormaktansa, bulundukları mahalde sorun çıkarıp çıkarmadıklarını gündemleştirdi. Kara propagandacıların söylentilerini sorgulama ihtiyacı duymaksızın bunları Meclis’e ve basın yoluyla kamuoyuna taşıdı. Baas rejiminin uzantılarının ve PKK’nın ülke içerisinde kaos yaratma planlarını boşa çıkarma çabasındansa, AK Parti’nin Suriye politikasında izlediği siyasette elini zayıflatmaya, böylelikle Türkiye “ulusunun” aleyhine gelişmelere yol açtığına Türkiye halklarını inandırmaya çalıştı. Tabii bütün bunları ortaya koyarken, Suriyeli mültecilerin aldıkları yaraları umursamadı bile. Yaşanan-yaşanmayan olaylardan habersiz, çadırkentlerde hayat süren on binlerce insanın bu propagandalar altında maruz kalacakları maddi-manevi zararları bile-isteye körükledi. Daha ötesinde “Bunları beslemek zorunda mıyız?” ırkçı-şoven nidalarla ünleyenlere siyasal destek sundu.

BDP, PKK’nın Suriye muhaberatıyla ortak düzenlediği aşikar olan eylemliliklerinin sorgulanmasını engellemeye çalışırken yine yavuz hırsızlık rolüne soyundu. Her konuda olduğu gibi Kürt sorunu ile Suriye meselesini iç içe geçirerek, Siyonist liderlerin Türkiye’yi tehdit için kullandıkları ifadeleri bu süreçte kullanmaktan geri kalmadı. “Evi camdan olan başkasının evini taşlamaz!” şeklindeki klasik tehditkâr üslup ve “Düne kadar kol kola girilen, can ciğer kuzu sarması olunan Esed’le ne oldu da şimdilerde çatışır olduk?” tarzındaki ABD emperyalizmiyle ilişkileri işaretleyen eleştiriler bu koronun ortak savunuları olarak dile getirilir oldu.

BDP’li Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan’a yönelttiği “Sen olmasaydın Kürt halkı 10 yılda özgür olacaktı!” şeklindeki garabet içeren siyasal tahlilde olduğu gibi, Kemal Kılıçdaroğlu da “Erdoğan olmasaydı Suriye güllük gülistanlıktı!” diyerek Esed’e aleni bir şekilde arka çıktığını bir kez daha yinelemiş oldu. Baasçılıkta ruh ikizliğini ortaya koyan bu ifadelerin öncesi ve sonrasında hiçbir şekilde Suriye halkına yönelik en ufak bir mesajın yer almaması; aksine sürekli mültecilerin de aleyhine işleyen bir sürece çanak tutulması, CHP’nin kapkara tarih sayfalarına büyük bir lekeyi daha eklemiş oluyordu.  

Dünün, AKP’yi eksen kaymacılığı ile suçlayan kesimlerinin, bugün Esed’in katliamlarını bile savunur hale gelmelerinin ardında yatan saiklere ve bu savunuların nasıl “mülteci düşmanlığı”na savrulduğuna bakmak gerek.

“Halkların Kardeşliği” Sloganı “Esed’le Kardeşlik”e Dönüştürüldü

Farklı ideolojik konum alışlara sahip olsalar da konu Suriye olduğunda ABD ve NATO’nun bölgeye müdahalesi ortak endişeleri üzerinden meseleye baktıklarını iddia eden pek çok kesim, bir yandan Suriye muhaberatının ve uzantılarının oyunlarına alet olurken, diğer yandan Şebbihaların Suriye halkı üzerinde estirdikleri teröre, “sivil” görüntülü eylemlilikler üzerinden kara propagandaları vasıtasıyla katkıda bulundular.

ABD-NATO’nun 19 aydır bu bölgeye intikal etmediği ve ayak sürçtüğü bir dizi uluslararası toplantının ardından sadece Suriye halkının daha fazla katliama maruz kalışını izlediği gerçeğini bir yana bırakıp, bir an için, mezkûr kesimlerin bu konuda haklı ve tutarlı olduklarını düşünelim. Tarihte de kendi halkına yönelik işlediği cinayet ve toplu katliamları ve OHAL rejimi olarak sürgit devam eden yapısını bir an için göz ardı edelim ve diyelim ki: “Hakikaten Suriye rejimi, emperyalizm belasından ülkesini ve halkını korumaya çalışıyor. ‘Terörist’ ve ‘ajan’ olarak nitelediği muhalif güçlerle de bu yüzden savaşıyor!” Peki, bu durum muhaliflerin etkin olduğu kentlerde yaşayan halkların katledilmesini, muhaberat tarafından tecavüze uğramalarını, evlerinin başlarına yıkılmasını, şehirlerin neredeyse dümdüz kılınmasını meşrulaştırır mı?

Hadi diyelim ki, tüm görüntüler emperyalist-Siyonist basının yalanı. Tecavüz vb. olaylar anti-propaganda. Peki, şehirlerin uçaklarla, top, tank ateşiyle çoluk çocuk gözetmeden vurulmasını nereye oturtacağız? Hadi yine diyelim ki, o şehirler boşaltılmıştı ve sadece ‘teröristler’le savaşılıyor! Peki, bu boşalan şehirlerdeki halklar nereye göçtü? Lübnan, Ürdün, Türkiye gibi en yakındaki komşu ülkelere değil mi? O halde “Esed güçleri ve teröristler bir yana, halklar bir yana” demek gerekmez mi? Ve o halklar şimdilerde öyle ya da böyle mülteci konumunda değiller mi? “Halkların Kardeşliği” diye slogan atan bu güruhlar ne bekliyorlardı? Suriye’den buraya Nusayrilerin, sosyalistlerin, Hıristiyanların falan akın edeceğini mi?

Diyelim ki, muhalifler hakkında bahsettikleri olumsuz olaylar da yaşandı, bunlar da doğru. Peki, bu durum binlerce insanın mağdur olacağı besbelli olan bir siyasetin güdülmesini nasıl meşrulaştırabilir? Hele “Biz bu insanları beslemek zorunda mıyız? Bunlara katlanmak zorunda mıyız?” diyenlere bir çift sözleri olmaz mı bunların? Hadi bu propagandaları yapanlar da zaten Esed yanlısı Türkiye’deki Nusayri güruhlar; peki, ahlaklı bir dünya görüşüne sahip olduklarını iddia edenler kendilerini bunlardan ayrıştırmayı düşünmezler mi? Ya da bunlarla aynı görüntüleri vermekten hiç mi hicap duymazlar? Savaşan güçleri anti-emperyalizm üst başlığı altında konumlandırarak sıfatlandıranlar, savaşmayan, savaşamayan, savaşın mağduru olanlara nasıl, hangi vicdan ve meşruiyet gailesiyle “Bir tekme de biz vuralım!” siyaseti güderler, anlaşılır gibi değil?  

Anti-Emperyalizm Maskesi Altında Anti-AKP’cilik ve İslam’a Düşmanlık

İşin gerçeği dün “Mollalar İran’a” diye haykıranlarla “28 Şubat lobiciliği”, “İsrail sevicilik” yapanlarla sırf “AKP karşıtlığı” özelinde ve “İran yandaşlığı” mucibince aynı safta durmayı içlerine sindirenlere şaşırdığımızı söylersek ayıp etmiş oluruz. Suriye halkının “Rablerinden yardım çığlıkları”na gözlerini ve kulaklarını kapayanların “Barışa Çığlık” adı altındaki vicdansız senfoniye kulak kabartmaları kimseyi şaşırtmıyor. Ama aynı soru burada da geçerli:

“Diyelim ki, AKP ‘teröristler’in kumandanlarını besliyor ve saklıyor; bunun mültecilerle ilgisi ne?”

Vicdanlar bir kez kararmaya görsün ne mültecilerin dertlerini umursuyor, ne katliam ve tecavüzlere maruz kalanların çığlıklarını duyuyor ne de çocukların kanlı görüntülerine bakıp gözünün önüne kendi çocuklarını getirebiliyor. Varsa yoksa “Esed emperyalizme karşı aslanlar gibi savaşıyor!” “Esed’in başına gelenler direniş hattını savunduğu için…” ahlaksız propagandaları.

Sözde Esed diktatörlüğünü zaten iyi bilenler ve Esed’in yerin dibine batması için dua edip kendilerini bu zulüm deryasından sıyırdıklarını zannedenler ise durdukları yeri meşrulaştırabilmek için şu argümana sığınmaktan utanıp çekinmiyorlar: “Evet Esed zalim ama muhalifler daha büyük zulümler işliyorlar! Abartmıyoruz, delillerle konuşuyoruz!” Delil dedikleri şeyler ya Rand Corporation raporları, ya İran ve Suriye’nin resmi ajansları ya da kendilerini muhalif olarak lanse edenlerin bazı bölgelerde işledikleri ve Suriyeli muhaliflerin de “devrimden sonra gereken cezalara çarptırılacaklarını” ifade ettikleri bazı mafyatik unsurlar... Peki, diyelim ki bu “ağabeyler” de haklı. Yine aynı soru:

“Çoluk-çocuk, kadın, yaşlı Suriyeli mültecilerin suçu ne? Hangi günah yüzünden bu insafsız propagandaların kurbanı olmaktalar? Bu halk düşmanı, ırkçı-faşist-şoven propagandalara yönelik de iki çift sözünüz yok mu?”

Müslüman Halklara Düşman Olanlar Anti-Emperyalist de Olamazlar!

Herhalde bu insanlar, düşmanlarının her daim kara çalmaları ve iftiralarına katlanmak zorunda kaldıkları şehirlerde keyif çatmaya gelmediler. Yerlerini yurtlarını küresel emperyalizmin oyuncağı falan olmak için terk etmediler! Özellikle sorun çıkartmak ve anti-propaganda malzemesi için sınırlardan sızmış olanlar yok değil elbette; ancak bunlar da bizatihi bu kara senfoni orkestrasına enstrüman sağlayan muhaberatçılardan başkası değil! Diğer türlü inanmak; bu insanları sorun çıkartıcılar sınıfına sokmak o insanlara zımnen “Biz kendimizi buradan kovdurtmak istiyoruz. Tıpkı Suriye’de olduğu gibi, burada da rahat durmayız. Çünkü bizler vahşi, şeriatçı, terörist unsurlarız. Zaten amacımız da ABD’nin bu bölgedeki çıkarlarını desteklemek. Bunun için her türlü kaosu yaratmaya hazırız.” dedirtmek anlamına gelmiyor mu? Peki, hangi akıl sahibi, çoluk çocuğuyla sonu müphem bir yolculuğa çıkmış olan insan, en ufak bir olayda sınırın öbür tarafını boylayacağını bildiği böyle bir maceraya girişir? Türkiye halklarını böyle düşündürtmeye çalışanlar, halkın ve Müslümanların aklıyla, vicdanıyla alay etmeye çalışanların aba altından yolladıkları mesaj bu değil mi? Bundan başkası değil! Ancak bu güruh, çok somut bir çaba olan Şebbiha-PKK ikilisinin Türkiye’deki tam da bu sebeplere dayalı çabalarını; terör, kaos, halklara düşmanlık üreten faaliyetlerini tek bir cümle ile dahi ağızlarına almıyorlar, hatta açık bir şekilde destekliyorlar. Halkların kardeşliğinin, PKK ve Esed’in katillerinin Türkiye’deki terör faaliyetleri ve “mülteci düşmanlığı” sayesinde oluşacağına inananlara, tarihî ezberlerini bu konsept üzerinden tatmin edeceklerini zannedenlere şu sözler kafi gelecektir:

İslam’a ve Müslüman halklara düşmanlık üzerinden anti-emperyalist olunmaz. Hele ki Ortadoğu’da! Halkları Müslüman olan bu ülkelerin direnişlerinde diktatörlerin safında yer almak ise “Halkların Kardeşliği”ne vurulacak olan Baasist, Kemalist, ulusalcı, ırkçı, şoven bir darbe ve düşmanlıktan öte anlam taşımaz.

Diktatörler üzerinden anti-emperyalistçilik oynayan bu güruhun etki alanındakilere son bir ikaz daha:

“Doğrudur, eğer söz konusu Ortadoğu ise Müslüman halklar kardeştir! Ama Baasçı ya da saltanatçı diktatörler ile değil!”

İşin gerçeği İran’ın, Filistin İslami direnişinin öncü kadroları ve mütefekkirlerinden ve dahi İran’ın bizzat içerisinden; Hizbullah’ın, Lübnan’daki Şii-Sünni camialardan da eleştiriler alan politik saplantılarına meftun olanları bir kenara koyacak olursak; Türkiye solu ve ulusalcı kesimlerinin Esedsevercilik, AKP karşıtlığı ve yeniden 28 Şubat özlemlerinden beslenen anti-emperyalizmciliğinin esas hedefi Suriye muhalefetinin İslami kimliği! Suriye devriminin ardından gelecek olan İslami bir hükümet ve bu hükümetin Suriye halkının onayı demek olan seçimler yoluyla şeriatı ikame edebileceğine dair yüksek ihtimaller… İşte çoğunlukla sınır illerde -güçleri yetse diğer şehirlere de uzanırlar- bulunan Suriyelilerin bir şekilde cezalandırılmalarını, Esed’in “insafına” terk edilmelerini sağlamaya dönük eylemlilik takvimlerinin ve kara propaganda faaliyetlerinin gerçek hedefi bu!

Keşke Sadece Ambulanslarla Değil, Nakliye Uçakları ve TIR’larla Silah Taşınsa!

Bu kara propagandacılara geçtiğimiz günlerde bir destek de Basın Konseyi’nden gelmişti. 28 Şubatçılık ve İsrailsevercilikte üstün hizmet madalyasına namzet bu kuruluş, “Ambulanslarla Özgür Suriye Ordusuna silah taşınıyor!” iddiasıyla kamuoyunda yer almıştı. Ancak ispat için gösterilen fotoğrafın basit bir fotomontaj tekniğiyle kurmaca bir şekilde oluşturulduğu ortaya çıkmıştı.

Yeri gelmişken, bu kara propagandacıların Türkiye’nin Esed karşıtı faaliyetlerine getirdikleri eleştirilere ve bu tarz iddialara da nasıl bakmamız gerektiğine dair bir şeyler söylemek gerekir. Elbette Rusya, Çin ve İran gibi güçlerden silah, lojistik, mühimmat ve asker desteği alan bir diktatörlüğe karşı girişilen cihadda, mücahidler bir şekilde silah temini için çaba göstereceklerdir. Hatta bizler de gücümüz nispetinde bu çabalara destek olmaya çalışmalıyız. Bir diktatöre karşı verilen mücadelede ilaç, gıda, barınma ve giyecek yardımından daha evla olanın silah olduğunu bizzat bölgede savaşan mücahid gruplar dile getirmekteler. Ancak genel iddiaların aksine, bölgeye intikal eden gazeteci ve gözlemcilerin de çok iyi bildikleri üzere, mücahidlerin elinde abartıldığı ve propaganda edildiği kadar ciddi silah ve mühimmat yok. Ağır silahlar çok az. Bunlar da genellikle Esed güçlerinden ele geçirilenler. Peki, dışarıdan para ile hiç mi silah temin edilmiyor? Elbette bu da kaim. Zaten olmazsa olmazlardan. Bunu garip karşılamak, işin içine emperyalist planlar vb. dâhil etmek ancak taraf olmakla, Esed yanlısı bir duruş sergilemekle ve vicdanların taşlaşmış olmasıyla ilgili bir husus. Bosnalı mücahidler için hiç sorgulanmayan bu durumun şimdilerde Suriyeli direnişçiler aleyhine sorgulanır olması tamamen bu kara propagandaların etkisi. Keşke gerçekten Türkiye ve çevre ülkeler Suriyeli direnişçilere layığınca bu konuda destek olabilseler, keşke bahsedildiği gibi mezkûr silahlar bir şekilde mücahidlerin eline ulaşsa.

ABD ve yandaşlarının 19 aydır bu konuda nasıl ayak sürçtükleri, silahların kimlerin eline ulaşacağı hususunda şüpheler taşıdıklarına dair mazeret üreten açıklamaları bir yanda dururken, muhalif güçlerin İslami kimliklerinden ötürü bölgedeki neredeyse tüm ülkeleri bu konuda endişeler sarmışken, küçücük bir ambulansın açık duran kapağından zücaciye malzemesi gibi sarkıtılmış silahları konu etmek ya da böylesi bir tuhaf iftiraya sarılmak, -velev ki doğru olsa ne yazar- sadece estirilmeye çalışılan rüzgârın yapaylığını gösterir. Bu durum sadece, mücahidlerin hangi zor şartlar altında silah temin etmeye çalıştıklarını ispat eder. Eğer ambulans ABD’lilere ait ise(!) ABD’nin zavallılığını ortaya koyar. Gülüp geçilecek bu türden iddialarla gündem oluşturmaya çalışanların trajikomik hali, elbette suyu daha da bulandırmaktan ve 28 Şubatçı özlemlerinin hortlamış olmasından başka bir şekilde tevili mümkün kılmıyor!  

Gerçekler, Kara Propagandaların Aksini Ortaya Koyuyor

Esed’in zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan mültecilerden, bu kesimlerin aksi iddialarına karşın, bölge halkının memnuniyet duyduğunu, bizzat bu türden iddiaları incelemek üzere bölgeye intikal etmiş olan duyarlı gazetecilerin ve kardeşlerimizin getirdiği haberlerden öğreniyoruz. Fırıncısından bakkalına küçük esnafın işlerinin arttığı, lokantaların dolup taştığı, bahsedilen sorunlara hiç şahit olunmadığına dair yeterli tanıklıklar var.  

Hatta Hatay halkının mültecilere bizzat sahip çıktığının en güzel örneklerinden biri, Yayladağ ilçesine bağlı Güveççi köyünde yaşananlar… Nüfusu 550 olan köyün halkı, 550 Suriyeli mülteciye evlerini açmış ve her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Ensar-Muhacir kardeşliğini andıran, ekmeğini, evini paylaşmanın en somut örneklerinden biri olarak Güveççi köyünde yaşananlar, bugüne dek hayata vahiyle baktıklarını savunan bizlere de bir hayat tefsiri sunması bakımından oldukça öğretici.

Son bir ay içerisinde Suriye’den 113 aile geldiğini anlatan köy muhtarı Cemil Utanç’ın sözleri, hayata galebe çalanın teoriden öte pratik olduğunu; sahih bir iman ve sahih niyetlerle ortaya konan salih amellerin insanlara nasıl bir ahlak kazandıracağının en somut göstergesi: “Onlar bizim misafirimiz, istedikleri kadar kalabilirler.”

Güveççi Köyünde Vahyî Şahitlik ve Nebevi Örneklik

Köy nüfusunun gelen Suriyeli misafirlerle birlikte 1050 olduğunu ifade eden köy muhtarı Utanç şunları söylüyor: “Hepsini evlerimize aldık. Köy halkı olarak elimizden geldiği kadar yardım etmeye çalışıyoruz. Suriyelilere uzun süredir bakmaya çalışıyoruz ancak kendi imkânlarımız da sınırlı. Bazen yetişemiyoruz. Böyle durumlarda bölgede çalışmalarını yoğun olarak sürdüren İHH İnsani Yardım Vakfı’nın yetkililerini arıyorum. Gelip gözlem yaptıktan sonra ihtiyacımız olan malzemeleri temin ediyorlar.”

Köylerinde yatak, battaniye gibi ev eşyalarına ihtiyaç olduğunu belirten Utanç, bazı sığınmacıların betonların üzerinde yatmak zorunda kaldığını da belirterek, tüm duyarlı Müslümanlara çağrıda bulunuyor.

Güveççi köyüne muhalefet partilerinden milletvekillerinin geldiğini ifade eden köylüler ise bu vekillerin Suriyelilerin neden geldiğini, köy halkını rahatsız edip etmediğini, herhangi bir sorun çıkarıp çıkarmadığını sorduklarını ancak “İhtiyaç duydukları bir şey var mı?” diye hiç sormadıklarını aktarıyor.

“Denge Siyaseti” Adı Altındaki Müphemliklerden ve Zaaflarımızdan Arınmalıyız

İslami kesimlerin örgütlü yapıları, Suriye meselesinin başlangıcından bu yana bu sınavı gereğince üstlenemediler. Bu konuda sadece yaratılan kafa karışıklıkları değil, müşkülpesentlikler, başkaca daha önemli işler(!), örgütlenme konularında yaşanan zaaflar etkili oldu. Yapılan eylemliliklere bile temsilci düzeyindeki katkılar dışında tabanı-kitleyi yönlendirici gayretler ortaya kon(a)madı. İç huzursuzluklar yaşama risklerinden tutun, meseleye gereğince mesai harcamama tembelliğine kadar bu konuda pek çok etmen etkili oldu.

Hatta bazı “ortada kaldıklarını” ifade eden ve -sözde- hakemlik rolüne soyunan kesimler de “İran’ı da anlamaya çalışmalıyız!” gibi garabet içeren tespitlerle konuya çekincelerle yaklaştılar. “Müslümanlar önümüzdeki yıllarda birbirine düşecek, fitneler oluşmakta” yaklaşımıyla, Suriye’de yaşanan fitne ve katl ortamının gerçekliğinin üzerini bilerek/bilmeyerek örttüler. Net bir duruş sergilememenin adını en masum ifadeyle “Her kesimi anlamalıyız!” diye koydular. Bu konularda özellikle İran’a eleştiriler getiren kesimleri ya “Şii düşmanlığı yapmak”la ya “devletlerarası antlaşmalara uymakta nebevi metodu anlayamamak”la ya da “İslami kesimler arası ilişkileri bitirmek”le suçladılar. Bu meyanda Suriye halkının yaşadığı dram adeta ikincil bir mesele imiş gibi algılandı/algılatıldı. Hakiki sorumluluk ve vasat duruş, İran’a gereken mesajları sunmak, gerekli eleştirileri getirmek, yaptığı hataları ve içine düştüğü günah çukurunun sefaletini yüzüne haykırabilmek olduğu halde, “susmayı”, “konuşmamayı”, “had bildirmemeyi”, “mümince uyarmamayı”, yani vahiycesi; “emri bilmaruf nehyi anil münker yapmamayı” marifet bildiler, denge siyaseti zannettiler, Müslümanlar arası dengeleri gözeten vasat duruş olarak algılatmaya çalıştılar. Sanki her iki tarafın da “suçu” ortakmışçasına, “günahları eşitlemek” adına kitlelerine pasif durmayı öğütlediler. “Bugünler de nasılsa geçecek!” mantığıyla, verili durumun layığınca görülmesi, değerlendirilmesi ve buna göre harekete geçilmesinin önünde bilinçli/bilinçsiz engeller oluşturdular. Şairin dediği gibi bazen “kifayetsizlik” bazen “muhterislik” bazen de her ikisi birden atbaşı gitti maalesef.

Bazılarına acı ve sert gelse de sözlerimizin Suriye dramında yaşanan acıların yanında ne kadar hafif kaldığını tekrar tekrar hatırlatmaya gerek yok. Kurdukları “ama…”lı cümlelerle ıslah edici amellerin önüne nasıl geçtiklerini, itikatları nasıl zedelediklerini göremeyenlere sadece Nisa 75. Ayet-i Kerimeyi hatırlatıp geçmekte fayda var.

Vicdansızlar Boş Durmuyor, Ya Biz?

Sözü daha fazla uzatmadan bazı hatırlatmalara tekrar vurgu yaparak nihayetlendirelim:

Sözümüz en başta, bu trajedinin bir parçası olan Suriyeli mültecilere kucak açan insanlara gün gelip “Kur’an Dersleri” götürmeye çalışacak olanlarımıza, İslami faaliyetlerini bu bölgelere taşıyacak olanlarımızadır.

Suriyeli direnişçilere ve ülkemizdeki mültecilere vicdansız kara propagandacılar kadar bile ilgi gösteremedik. Onların direnişçilere ulaşacak yardımları engelleme, bizlere güvenip sığınan mültecileri kovdurmaya cesaret edecek kadar ileri gitmeye sevk eden sebepleri, bizler de kendi nefislerimizde arayıp bulmalıyız.

Mülteciler konusunda başından bu yana yardım kuruluşları vesilesiyle duyarlılık serdedenlerimizden Allah razı olsun. Ancak bunun yeterli olmadığını, bu insanlara siyaseten de nasıl destek olabileceğimizi düşünmeye çalışalım. Ortak istişari alanlarımızda bu konuyu gündemleştirelim. Meydanlar boş! Meydanlar halen Suriye konusunda gereğince dolmayı/doldurulmayı bekliyor. Birileri İslam düşmanlığı eşliğinde hem Suriye direnişine hem de mültecilere kara çalmaya çalışırken Güveççi köyünün imkânları ölçüsünde soyunduğu ‘Ensar’lığı kendimize örnek alalım. Eğer mültecileri Allah’ın kitabı ve peygamberinin sahih sünneti gereği ‘Muhacir’ kabul ediyorsak; ‘Ensar’ın kimlerden oluşması gerektiğini, buna kimlerin aday olması gerektiğini kendimize bir kez daha soralım. O kardeşlerimizin yalnız olmadıklarını, onlara yönelik işlenecek cürümlerin bize yapılmış gibi olduğunu cümle âleme ve İslam düşmanlarına duyuralım. Hangi işte yoruluyorsak, biraz dinlenip bu işte yorulmaya koşalım. “Ne yapmalıyız? O kardeşlerimize nasıl destek olabiliriz?” duyarlı sorularının bir cevabı da miting ve yürüyüşler yoluyla mesajlarımızı iletebileceğimiz, kardeşlerimize sahip çıkan kitlelerin olduğunu gösterebileceğimiz bu eylemliliklerle başlatılıp beslenecek süreçlerde yatıyor.

Elde Edilebilecek Hasıla

Bu çabalarımız/dualarımız esnasında Rabbimizin açacağı kapıların şunlar olabileceği düşünülmelidir:

- Mülteciler konusunda hükümetin izlediği siyasetin desteklendiği görüntüsü vesilesiyle hükümetin elinin kara propagandacı muhalif kesimler karşısında güçlenmesi.

- Bu sayede mültecilerin daha güvenli koşullarda, geleceklerinden endişe etmeyecekleri tarzda yaşayabilmelerinin önünün açılması.

- Valiliklerin güvenlik endişesiyle o şehirden bu şehire almaları muhtemel iltica kararlarının engellenmesi.

- Gerek mültecilere ulaştırılan yardımların sorgulanması, gerekse sınırdan içeriye yapılan yardımların engellenmesi çabalarının önüne geçilmesi. Böylelikle o bölgelerdeki bürokrasinin bu propagandaların etkisine kapılmalarının giderilmesi.

- Yardım gönderi faaliyetlerini sahiplenecek kurumların sayısında artış; yardımların daha da kitleselleşmesinin önünün açılması.

- Türkiye halklarının zihninde oluşan müphemliklerin giderilmesi, bu ahlaki tebliğ/propaganda yoluyla zihinlerin daha arı duru hale gelmesi ve mültecilerin misafirlerimiz olduğu, onlara karşı sorumluluklarımızın bulunduğu düşüncesinin geliştirilmesi.

- Her türlü ulusalcı propagandanın kitlesel bencillik, kitlesel egoizm ve narsizm olduğunun, ırkçılığı, şovenizmi, vicdansızlığı körüklediğinin halklar nezdinde görülebilmesini sağlamak.

- Bu eylemlilikleri TV kanallarında kurulacak bağlantılar sayesinde yapılacak programlar ve yazılacak yazılarla desteklemek. 

- Suriyeli mültecilere Türkiyeli Müslümanların sahip çıktığı görüntülerinin yaygınlaşması sonucu, Türkiye’deki muhacirlere moral destek, Ortadoğu’nun Müslüman halklarına birliktelik mesajı, Suriyeli direnişçilere de direnişin sahiplenildiğine ilişkin maddi-manevi destek mesajının ulaştırılması.

- Hz. Peygamber’e hakaret edenlere karşı çıkmakta gösterilen hassasiyetlerimizin, ümmete sahip çıkmaktan kopuk olmadığı gösterilerek, tutarlı bir çizgiye kavuşmamızı sağlar.

- Bu maddelerden birine dahi kavuşmuş olsak, Rabbimizin bu gayretlerimizi sonuçsuz bırakmayacağı, bizlere başka konularda da kolaylıklar sağlayacağı, önümüzü açacağı, amellerimizi bereketlendireceğine olan imanımızın artması bile bu konudaki emeklerimizin zayi olmayacağının ispatıdır.

Sıralanabilecek pek çok ayetin yanında, akıl sahipleri için sadece Nisa 75. Ayet-i Kerimenin içine düşebileceğimiz zilletten bizi kurtarma, bizlere yol gösterme hususunda yeterli olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR