1. YAZARLAR

  2. Haşimi Muhteşemi

  3. Suriye ve Lübnan Anıları

Haşimi Muhteşemi

Yazarın Tüm Yazıları >

Suriye ve Lübnan Anıları

Eylül 1990A+A-

Hicri Şemsi 1359 [miladi 1980-1981] senesiydi, işim sona ermişti. Başbakan Recai çağırıp Dışişleri Bakanlığına gitmemi ve Suriye büyükelçiliği görevine hazırlanmamı istedi (H. Ş. 59 yılının kışıydı). O zamanlar Beni Sadr, Mühendis Musevi'nin Dışişleri Bakanı olarak atanmasına ilişkin Recai'nin önerisini kabul etmemiş ve Recai Dışişleri Bakanlığını uhdesine almak zorunda kalmıştı. Recai, İslam Cumhuriyeti elçilerinin ve dışarıda görev alan memurlarının bir süre dışişleri bünyesinde kursa tabi tutulmalarının gerekliliğine inanıyordu. İlk kurs yaklaşık olarak seksen kişinin katılımı ile 59 yılında kışın başlamıştı. Bunlar değişik kişilerin kanalı ile kursa katılmışlardı. Bu yeni kurs üç ay sürmüştü. Bu süre içinde kursa katılanlar hakkındaki soruşturmalar tamamlanmış ve sayılan 20, 25'e kadar inmişti.

Bu kişilerin, bazı Arap ülkelerine, Asya, Afrika hatta Avrupa ülkesine, elçi ya da konsolos bulundurmadığımız yahut atayacak uygun kişiler bulamadığımız kimi ülkelere elçi olarak atanmaları düşünüyordu.

Recai beni Suriye büyükelçisi olarak atadı ve atama emrini düzenleyip imza için Cumhurbaşkanı'na gönderdi. Ama Beni Sadr şiddetle karşı çıktı ve atama emrini imzalamadı. Sorunun çetrefilli hale gelmesi üzerine Kum'a gittim, kişisel işlerimle meşgul olmaya başladım.

Bu mesele bu şekilde kapandı, taki Beni Sadr azledilip yerine Recai Cumhurbaşkanı seçilene kadar. Hükümeti kurma görevi Bahoner'e verildi ve Bahoner kabinesini teşkil etti. Mühendis Musevi de Dışişleri Bakanlığı'na atandı ve hükümet meclisten güvenoyu aldı.

Ben o sırada Kum'da bulunuyordum. Mühendis Musevi ile görüşmek için Tahran'a çağrıldım. Bu görüşmede Musevi bana şunları söyledi: "Masanın çekmecelerini karıştırırken Bay Recai'nin hükümet programına gözüm ilişti. Orada sizin Suriye büyükelçisi olmanız önerilmişti. Bunun için meseleyi ve ne şekilde sonuçlandığını öğrenmek istedim." Ben olup bitenleri anlattıktan sonra Mühendis Musevi, "Nasıl olsa, Bay Recai Cumhurbaşkanıdır, eğer hazırsanız atama emrinizi ona gönderip imzalatalım'" dedi. Ben de kabul ettim. Bay Recai bekletmeden atama emrini imzaladı ve ben 60 yılının Şehriver ayının birinde Suriye'ye büyükelçi olarak gittim, oraya vardığımda İran'ın Suriye'deki eski büyükelçisi Bay Dr. Hasan Ruhani dönüş hazırlıklarını yapıyordu. Dr. Hasan Ruhani Şehriyar Ruhani'nin amcası ve Dr. Yezdi'nin damadıydı. Bunlar da şu anda vefat etmişlerdir. Dr. Yezdi Dışişleri Bakanı olduğu sıralarda merhum Ruhaniyi Suriye büyükelçisi olarak atamıştı. Merhum Ruhani'den önce, yani Devrimin zafere ulaşmasından sonra Suriye'de elçi bulundurmuyorduk. İran'ın Suriye'deki elçiliği katip düzeyinde temsil ediliyordu. Suriye'ye gittiğimde Hafız Esed'in evine yakın bir yerde bir apartmanın iki katı kiralanmış ve elçilik olarak kullanılıyordu. Burası elçilik binası olarak kullanılmaya uygun olmayan, küçük ve bakımsız bir yerdi. Kuşkusuz bunun başlıca etkeni Şah döneminde İran-Suriye ilişkilerinin en alt düzeyde olmasıydı. Bu bina iki ülke arasındaki sınırlı ilişkiler ve az sayıdaki görevli kadrosu göz önünde bulundurularak tutulmuştu. Suriye Red Cephesi üyesi olarak İsrail ile savaş halinde bulunan ülkelerden biriydi. Şah döneminde İran ile İsrail yakın ilişkiler içindeydiler. Bu yüzden İsrail ile yakın ilişkiler kurmaya yanaşmayan ülkeler Şah hükümetinin hışmına uğrardı. Doğal olarak bu ülkelerle ilişkiler en alt düzeyde tutulurdu, İran'ın Suriye'deki elçiliği de bu nedenle faal durumda değildi. Öte tarafta İran'ın Lübnan ve Ürdün elçilikleri Şah'ın özel ilgisine mazhar olmuş, geniş imkanlara sahiptiler. Öyle ki en etkili elçiler bu iki ülkeye gönderilirdi. Filistinliler'in jenositinde ve Kara Eylül olaylarında, bu katliamları gerçekleştirenlerin suç ortaklarından biri de İran'ın Lübnan elçiliğiydi. Lübnan elçiliği Kral Hüseyin'e yardım ediyordu. Filistinliler topluca Ürdün'den çıkartılıp Lübnan'a nakledildikten sonra Mansur Kadir İran'ın Lübnan Büyükelçisi olarak atandı. 'Asker kökenli ve aynı zamanda casus olan bu adam Filistinliler'i yakından tanımıştı. SAVAK, MOSSAD ve İsrail'le yakın ilişkisi vardı. Falanjistlerin 1975-1976 yıllarında Filistinliler'in aleyhinde başlattıkları tutuklamaların onun önerileri ve planları doğrultusunda gerçekleştiği kanaatindeyim.

Suriye'ye gittiğimizde bölgeye ilişkin geçmişte elde ettiğimiz bilgilere dayanarak dört tane program hazırladık. O sıralar savaş tüm kızgınlığıyla sürüyordu. İran kuvvetleri saldırılar düzenlemeye başlamış, Irak ordusu gitgide yenilgiye uğruyordu. Biz şunu hesaplıyorduk: Saddam ve Irak rejimine dışarıdan dost olanlar, destek sağlayanlar, Saddam'dan uzak durmalıdırlar. En azından yardım etmemelidirler. Uluslar Irak'ın ve Saddam'ın yaptıklarından haberdar olmalıydılar. Dünyaya sesimizi duyurabilmek için ülkelerle yakın ilişkilere girmeliydik.

Bu noktadan hareketle tasarladığımız programlardan biri Suriye'ye daha fazla yaklaşmak, Suriye'yi Irak'tan ve Irak'ı koruyan ülkelerden uzaklaştırmaktı. ikinci programımız, Suriye ve Lübnan kamuoyunu aydınlatmaktı. Çünkü Suriye ve Lübnan uluslar arası trafiğin yoğun olduğu ülkeler sayılıyorlardı. Bu iki ülkede olup bitenler anında uluslararası platforma yansıyordu.

Bu amaçla hazırladığımız ve uygulamaya koyduğumuz programlardan biri de Lübnan'la ilgiliydi ve İslam Cumhuriyeti'nin Lübnan'da önemli bir üs sağlayabilmesi, etkin olabilmesi, bir şeyler yapabilmesi hedefini güdüyordu. Elbette Lübnan'da faaliyet göstermek zordu. Şu anda da zordur. Gelecekte de zor olacaktır.

Suriye'ye gidip çalışmaya başladığımız yıl sonuç aldık. Suriye hükümetinin iyi niyeti, Suriye'nin Alevi yöneticilerinin İran halkına karşı beslediği sıcak duygular, öte yanda siyonizm, İsrail ve Amerikan karşıtı olmak gibi iki ülke arasında mevcut olan ortak duygular çeşitli faaliyetlerde bulunmamız ve Suriye makamlarına yaklaşmamız için uygun bir ortam oluşturdu. Çünkü biz kısa sürede Suriye yöneticileri ile, bütün bakanları, üst düzey bürokratları, meclis üyeleri ve askeri erkan ile tanıştık, yakın ilişkiye kişisel dostluklar kuracak düzeye geldik. Ben, iki ülke arasında mevcut siyasal ilişkilerin yeterli olmayacağı düşüncesindeydim. Çünkü tek başına siyasal ilişkiler, olaylar karşısında yetersiz kalıyordu. Uluslararası platformda ve bölgede baş gösteren değişiklikler ve farklılıklar en kısa zamanda ayak uydurup değişmeyi gerektiriyordu. Bu yüzden ilişkileri geliştirip her alana yaygınlaştırmak için bir program meydana getirmenin zorunlu olduğunu düşündük. Ekonomi, ticaret, sanayi, tarım ve iki ulus arasındaki ilişkiler konusunda bir program gerekliydi. Çeşitli turlar düzenlemek, iki ülke arasında giriş çıkışı kolaylaştırmak, İranlılar'ın Suriye'ye, Suriyeliler'in de İran'a gelmesini sağlamak gibi faaliyetler bir araya geldiğinde kolay kolay çözülmeyecek düğümlerdi. Bu meyanda, aynı sene zarfında yapılan faaliyetler sonucu, beraberinde Petrol Bakanı, Ticaret Bakanı, Sanayi Bakanı, işadamları ve değişik bakanlar olmak üzere Abdulhalim Haddam başkanlığında kırk kişilik yüksek düzeyde bir heyet Tahran'a geldi, iki ülke arasında çeşitli protokoller imzalandı. Bu protokoller petrol, ticaret, banka ve sanayi alanlarına ilişkindi. Bu protokoller uyarınca yıllık dokuz milyon ton petrol Suriye'nin emrine veriliyordu. Bunun bir milyon tonu İsrail ile savaşması için Suriye ordusuna karşılıksız veriliyordu. Geri kalan sekiz milyon ton ise 2/5 dolar uluslararası piyasanın altında indirimli olarak veriliyordu, öte yandan Suriye'ye verilen petrolün beş milyon tonu takas usulü ile verilecekti.

Bu protokolün imzalanmasının ardından Ordibehişt ayından 61 yılının Hordad ayına kadar Suriye hükümetinin sergilediği tavır iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesini gerektiriyordu. Hafız Esed uzun bir konuşma yapmış ve Irak'ı savaşı başlatmakla sorumlu tutmuştu.

Bu konuşmanın ardından, bir gün elçilikte oturuyordum. Hafız Esed'in yaveri Muhammed Nasif telefon açarak; "Çok acele bir işim var. Acaba büroma kadar gelebilir misiniz?" dedi. (Muhammed Nasıf, Musa Sadr'ın Suriye ile yakın ve ikili ilişkiler içinde bulunduğu zamanlarda O'nun sorunlarını kısa zamanda çözümleyen biriydi. Bu subay doğrudan doğruya Hafız Esed ile ilişki içindeydi.) O'nun bürosuna gittiğimde Şam Emniyet Müdürü "Ebu Vail"in içerde dolaşıp durduğunu gördüm. Heyecanla şöyle dedi: "Kutlarım. Şu anda Hafız Esed Irak'ın kara, hava ve deniz ulaşımının kesilmesini ve Irak petrol boru hatlarının iptal edilmesini emretmiştir." (Irak petrolünden yıllık altı milyon dolarlık gelirini Suriye boru hatlarından elde ediyordu.) Bu Irak ekonomisine vurulmuş öldürücü bir darbeydi. Bir anda Irak petrol üretimini en alt düzeye indirmişti.

Irak, Akdeniz, Suriye ve Suriye limanları yoluyla günlük 800 kamyon çeşitli türden ihtiyaç maddesi ithal ediyordu. Ayrıca on iki adet uluslararası tren Türkiye demiryoluyla Suriye'ye, oradan da Irak'a her gün silah, mühimmat ve yedek parça taşıyordu. Diğer taraftan Suriye hava sahasından geçip Irak'a ulaşan bütün hava ulaşımı bir günde kesiliverdi. Suriye'nin bu tavrı Irak'ın askeri ekonomisini tamamen felç etti. Kuşkusuz bu gelişme İran ile Suriye arasında kurulan yakın ve sıcak ilişkilerin eseriydi. Bu yüzden Irak, yapmak zorunda kaldığı büyük harcamaları karşılamak için Ürdün'ün Akabe limanı ile Kuveyt limanlarından yararlanmak zorunda kaldı. Petrolünü ihraç etmek için zorunlu olarak Suudi Arabistan'a petrol hattı çekti. Irak'ın Türkiye topraklarından geçen boru hattı da Kürt kuvvetlerinin tehdidi altındaydı. Kısacası Suriye'nin bu tavrı sonucu Irak'ın ekonomik, siyasi ve askeri durumu tamamen zaafa uğradı.

İran-Suriye ilişkileri 61 yılının Hordad ayında zirveye ulaşmıştı. Bu durum uzun süre devam etti. Bu gün dahi bu ilişkilerin etkileri görülmektedir. 61 yılında Hürremşehr'in fethinden sonra çok geçmeden İsrail'in Lübnan'a yönelik saldırılarına tanık olduk. Hiç kuşkusuz bu saldırılar, Irak'ın yenilgisi, Hürremşehr'in fethi, Basra şehrinin ve Irak hükümetinin düşmesinin gündeme gelmesiyle doğrudan ilişkiliydi.

İşte bu noktada uluslararası istikbar, özellikle Amerika, İsrail'in güvenliği açısından telaşa düştü. Çünkü İran Irak'dan sonra Filistin ve Kudüs'ün kurtuluşu için harekete geçeceğini duyurmuştu.

61 yılının Hordad ayının onbeşine denk gelen 5 Haziran 1982'de işgalci siyonist ordusu Lübnan'a saldırdı ve bir hafta içinde Güney Lübnan'ı işgal etti. Artık Doğu Beyrut'a girmiş, Batı Beyrut'u da kontrol altına almıştı.

İsrail oniki ordunun dışında yedek kuvvetlerini de Lübnan'a sevketmişti. Bu ordular en modern silahlar ve tanklarla birlikte, İsrail'in deniz ve hava kuvvetlerinin desteğiyle Güney Lübnan'a girmiş, orayı zaptettikten sonra Doğu Beyrut'a gelmişlerdi.

İsrail saldırısının ikinci gününde siyasi ve askeri erkandan oluşan yüksek düzeyde bir heyet İran'dan Suriye'ye geldi. Bu heyet, Savunma Bakanı General Selimi, Devrim Muhafızları Başkomutanı Muhsin Recai, Dışişleri Bakanı Dr. Velayeti, Muhsin Refikdost, Seyyid Şirazi, Muhammed Rasulullah Ordusu Başkomutanı Ahmed Mutevesliyan ve Kara Kuvvetleri'ne mensup üst rütbeli bir çok subaydan oluşuyordu.

Bu heyet Suriye'de kaldığı bir hafta boyunca Hafız Esed ile iki defa görüştü. Birinci görüşmede heyet mensupları, İran liderleri tarafından İsrail'le savaş halinde bulunan Suriye ordusuna İran ordusunun yardım edeceğini belirtmek için gönderildiklerini bildirdiler. Ayrıca planlarının, tam teçhizatlı bir ordunun Suriye'ye gelip yine Suriye'nin belirleyeceği bir mevziye yerleşmesi ve bu mevzinin İran'ın kontrolünde olmasına ilişkin olduğunu belirttiler. Aynı şekilde ortak bir komuta merkezinin oluşturulması ve savaş yönetimi ile operasyonların bu merkezce yürütülmesi de yapılan öneriler arasındaydı.

Hafız Esed ilk oturumda İran'a teşekkür ettiğini ve kendisi savaşta olduğu halde bir ülkenin teçhizatlarıyla birlikte kuvvetlerini Suriye'nin yardımına göndermesini temelde kabul edemeyeceği bir fedakarlık olarak gördüğünü belirtti. Ne var ki, Suriye'ye gelen heyet ısrarla İran liderlerinin ve yöneticilerinin görüşünü dile getiriyordu. Onlar hiç bir şekilde kararlaştırılmış politikayı değiştirme yetkisine sahip değillerdi. Hafız Esed teşekkür etmek ve memnuniyetini ifade etmek için "Siz savaşınızı bitirdikten sonra yardım edebilirsiniz, ama şu anda Suriye'nin kendi ordusu vardır." dedi. Fakat gelenler bekleme kararını alınca, Hafız Esed sonunda "siz düşünün, sonucu bana bildirirsiniz." demek zorunda kaldı.

Bu oturumun sonunda orada bulunanlar elele vererek vahdet duasına başladılar. Ve ben bu duanın etkisini Suriyeli generallerin ve bizzat Hafız Esed'in çehresinde görebiliyordum. Onların bu duanın etkisiyle değiştiklerini tahmin ediyorum. Heyet müzakerelerine devam etti. Suriye genelkurmay başkanı Hikmet Şehabi, Ulusal Güvenlik Konseyi genel sekreteri Ahmet Deyyap, Devrim Konseyi Üyesi Haddam ve savunma Bakanı Mustafa Tılas ile ayrı ayrı görüşmeler gerçekleştirildi. Hafız Esed ile yapılan ikinci görüşmenin sonunda müzakereler şu sonuca bağlandı: Bir ay boyunca günde en az bir veya iki uçak, Suriye'ye asker ve teçhizat taşıyacak, ilk uçak Hafız Esed ile yapılan görüşmeden 24 saat sonra Şam'a indi. 1361 yılının Hordad ayının yirmi bir veya yirmi ikisinde, İran havayollarına ait bir uçak beşyüz devrim muhafızını Şam havaalanına indirdi. Hordad ayının yirmi ikisi aynı zamanda İsrail askerlerinin Beyrut'a girdikleri gündü. Yani İsrail ordusu Doğu Beyrut'u ele geçirmiş, tamamını da ele geçirmek istiyordu. Devrim muhafızları ve gönüllüler gece saat 12'de Suriye'ye inmiş ve tekbir sesleri arasında Hz. Zeyneb'in türbesini ziyaret etmişlerdi. Halk İslam askerlerinin tekbirlerine şahit olmuş ve bu olay ertesi gün büyük yankı uyandırmıştı. O günlerde İsrail ve Amerika gelişmeleri yakından izliyorlardı. O günlerde İsrail Başbakanı Menahem Begin; "Eğer İran kuvvetleri Irak'ı geçip İsrail sınırına yaklaşacak olurlarsa, daha Ürdün ve Filistin sınırına yaklaşmadan onları Refebe çölünde hava kuvvetlerimizle yok ederiz." açıklamasını yapmıştı. İsrailliler tehditler savurmaya başlamıştı. Fakat İran kuvvetlerinin Suriye topraklarına girmesi Lübnan halkına büyük bir moral kazandırmıştı. Suriye halkı bu olayı sevinçle karşılamıştı. Çünkü İran Arap ülkelerinden ve İsrail'e karşı koymaları gereken tüm İslam ülkelerinden önce kuvvet göndermişti. Ertesi gece "Ordunun Zülfikar Bölüğü" de Suriye'ye geldi. Uçak asker ve mühimmat sevkiyatına devam ediliyordu. Bu aşamada Türkiye, Nato ve İsrail'in baskısı sonucu İran uçaklarının hava sahasından Suriye'ye geçmesini engellemeye başladı. En sonunda uçakların geçmesine izin vermedi. Türkiye'nin bu davranışı yüzünden hareketimiz büyük çapta engellendi ve zaman zaman durma noktasına geldi. Çünkü Suriye'ye ulaşmamız için Türkiye'nin topraklarından geçmemiz zorunluydu. Bu eylemin etkileri ve bereketi bir yıl sonra görülmeye başlandı. Bu bir yıl içinde Suriye ve Lübnan'da büyük değişmeler meydana geldi. Daha bir yıl dolmadan Amerika, Fransa ve Birleşmiş Milletler'e mensup kuvvetler yenilgilerini kabul ederek Lübnan topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. İsrail bile Sayda'ya kadar gerilemek zorunda kaldı.

Suriye ile ilişkiler geliştikçe, mevcut elçilik binamız, ilişkilerimizin düzeyine ve yaptığımız işlerin hacmine yetersiz gelmeye başladı. Bunun için "Müze (veya Meze)" caddesinde bahçesi ile birlikte altı katlık bir binayı satın aldık. Elçiliğimizi oraya taşıdık, görevli ve memurların sayısını artırdık.

Suriye elçiliğimiz müslümanların, parti ve grupların, özellikle Lübnan'da faaliyet gösteren çeşitli parti, grup ve örgütlerin toplantılarının merkezi olmuştu. Lübnanlı etkin bir çok kişi Suriye elçiliği aracılığı ile İran'la ilişkilerini geliştirmeye ve İran'la işbirliğine girmeye hazır olduğunu bildirmeye çalışıyordu. Lübnan hükümetinin bazı bakanları Suriye'yi ziyaret ederlerken elçiliğimizle görüş alışverişinde bulunurlardı. Velid Canbolat iki defa geldi, ikisinde de bizimle görüştü.

Öte yandan biz, Lübnan'da faaliyet gösteren İslami grupları birbirine yaklaştırıyor ve aralarındaki görüş ayrılıklarını bir kenara atabiliyorduk. Suriye ile olan ilişkilerimiz sayesinde gruplar arasında çözümlediğimiz sorunlardan biri de Tevhid Hareketi ve Şeyh Said Şaban sorunuydu. Hafız Esed ve diğer ileri gelen yöneticilerle yaptığımız sohbetlerde ilişkilerinde baş gösteren kriz durumunu ortadan kaldırdık. Şeyh Said Şaban ve Tevhid Hareketi yöneticileri bir kaç kez Suriye'ye gelip Hafız Esed ile görüşmeler yaptılar. Böylece ihtilafları ortadan kalktı. Lübnan'da Şii ve Sünni ulemadan oluşan "Lübnan Ulema Birliği"nin Beyrut ve Sayda sorunları çerçevesinde yaptığı faaliyetler Suriyeli yetkililerin öfkelenmesine neden oluyordu. Bizim aracılık yapmamız sayesinde Suriye'ye gelip görüşlerini açıklama ve görüş ayrılıklarını görüşmeler yoluyla çözümleme imkanını buldular. Lübnan'da faaliyet gösteren İslami gruplar ve partiler her bakımdan canlanmış, hareketlenmiş ve özgürce hareket edebiliyorlardı. Bu da Lübnan'la ilişkilerimizin etkisiyle ortaya çıkmış bir durumdu.

61 yılında silahlı kuvvetlerimiz Suriye'ye geldiklerinde Şam yakınında askeri bir bölgeye yerleştirildiler. Burası askeri faaliyet bakımından hiç de uygun olmayan bir yerdi. Bu bölgede cemaat namazları kılınmaya başlamıştı. Askerlerimiz Suriye askerlerini etkilemişlerdi. Bu yüzden çok geçmeden askerlerin birbirlerinden ayrılmaları ve özel bölgelere yerleştirilmeleri emredildi. Suriye ordusu neden böyle bir emir vermiştir sorusu ayrıca incelenmeye değer bir sorudur. Bunun üzerine bazı bölgeler gezildi, görüldü. Sonunda Zeydani'de Lübnan sınırına yakın bir bölge seçildi. Zeydani, Lübnan sınırının yaklaşık olarak 20 km yakınında yer alan bir şehirdir. Burada "Berda" adı verilen bir bölge vardı. Burada bir dereyi teşkil eden büyük bir su kaynağı mevcuttu. Bu kaynağın etrafında yaz tatilinde Suriyeli öğrenciler yararlansın diye bir kamp yeri oluşturulmuştu. Ama henüz kanıp kurulmadığından burası uygun görüldü ve askerlerimiz buraya yerleştirildi. Burayı iki bölgeye ayırdılar. Bir bölgeyi "Ordunun Zülfikarı" bölüğünün diğerini de gönüllü kuvvetlerin emrine verdiler. Kuvvetlerimiz ihtiyaç duydukları kadar çeşitli tesisler, depolama yerleri ve mutfaklar kurdular. Bu kamp sınıra yakın bir bölgede kurulduğu için askerlerimiz dağlık bölgeyi kullanarak Lübnan'la ilişki kurmaya başladılar. Bu tarihten itibaren, Şam'a gelişlerinin henüz birinci ayında Lübnan'a girip çıkmalar başladı. Suriye'ye yerleşen kuvvetlerimiz, Hacı Ahmed Mutevesliyan komutasındaki "Muhammed Resulullah Ordusu"nun bir kısmından oluşuyordu. Hacı Ahmed Mutevesliyan'ın yardımcısı Hacı Himmet "Muhammed Resulullah Ordusu"nun Tahran'da kalan kısmının komutasını üstlenmişti. Türkiye'nin engellemeleri sonucu silahlı kuvvetlerimizin Suriye'ye giriş faaliyeti kesintiye uğrayınca, Zeydani bölgesine yerleştirilen kuvvetlerimiz herhangi bir faaliyet yapmadan beklemede kaldı. Çünkü birliğin oluşması ile birlikte kendi başımıza bir strateji belirleyemezdik. Hiç kuşkusuz buraya gelen gençler aşkla ve şevkle savaşa hazırdılar. Bölgeyi de iyice öğrenmişlerdi. Bazen İsrail kuvvetlerinin içine kadar giriyorlardı. Suriye askerleri bile buna cesaret edemezdi. Gençler İsrail askerlerim izlemeleri sonucu son derece önemli bilgiler elde etmişlerdi. O zamanlar kuvvetlerimizle Suriye ordusu arasındaki ilişki savunma seriyyeleri aracılığı ile sağlanıyordu. (Savunma seriyyeleri yaklaşık olarak 50-60 bin arasındaki komandodan meydana geliyordu. Bu kuvvetler, Hafız Esed'in kardeşi Rıfat Esed'in komutasında Bekaa Vadisi'nde üstlenmişlerdi. Bizim kuvvetlerimizle savunma seriyyeleri arasındaki idari ilişkiyi Rıfat Esed'in yardımcısı sağlıyordu.) Bir gün bana ilişkileri sağlayan subayın bizim askerlerimize İsrail'le savaşmaları için baskı yaptığını, askerlerimizin de, "bu konuda henüz Tahran'dan bize emir gelmedi. Tahran'dan izin gelir gelmez, hemen savaşa gireceğiz" dediklerini, bunun için Rıfat Esed'in yardımcısının çok rahatsız olduğunu ve "Sizinle Irak ordusu arasında ne fark var? 68 savaşında Suriye ordusuna yardıma gelen Irak askerlerine de İsrail'le savaşın dediğimizde, henüz bize emir gelmedi demişlerdi. Bugün de aynı şeyi siz söylüyorsunuz." dediğini haber verdiler.

Ben derhal Rıfat Esed'ten randevu alınmasını ve kuvvetlerimizin de alarma geçirilmesini söyledim. Araçlar harekat için hazırlandı ve gençler teyakkuz durumuna getirildiler. İlişkileri sağlayan subay Rıfat Esed'in görüşme için vaktinin olmadığını, İran askerlerinin alarma geçirilmesinin ise onun için geride kaldığını söyledi, ilişkileri sağlayan subay oyalıyordu. Israr edince bir kaç gün mühlet vermemizi istedi. Uç ay sonra Zülfikar bölüğünün Suriye'den ayrılması, diğer askerlerin orada kalması bu olayla bağlantılıydı.

Lübnan topraklarında sınır çizgisinde "Beni Şis" şehrine yakan bir yerde "Cenneta" adı altında bir kamp yeri belirlendi. Emel hareketinde meydana gelen bölünmelerden önce burası Emel Örgütü'nün eğitim kampıydı. Meydana gelen bölünmeden sonra burası Ebu Hişam [Hüseyin Musavi]'ın önderliğindeki İslami Emel kuvvetlerinin eline geçmişti. Biz burayı Lübnan kuvvetlerini eğitmek için ordunun emrine verdik. Ordu eğitime başladı ve Lübnan gençlerini askeri, siyasi ve dini eğitim için bu merkeze başvuruda bulunmaya çağırdı. Gençler ordunun irtibat bürolarına kayıt için akın ediyordu. Askerlerimiz Baalbek'te bir hastaneyi karargah haline getirdiler. Aynı şekilde Baalbek'te terk edilmiş bir oteli de kiralayıp faaliyet merkezi haline getirdiler. Lübnanlılar bu merkezlere başvurup kaydoluyorlardı. "Cenneta" kampında iki aylık süreyle kursa tabi tutuluyorlardı. Bu kurslarda yaklaşık iki yüz-üçyüz kişi askeri, örgütsel, ahlaki ve ideolojik eğitimden geçiriliyordu. Her kurs döneminin sonunda bu kuvvetler, Lübnan'ın çeşitli bölgelerinde İslami direnişin çekirdek kuruluşları olarak faaliyete geçiyorlardı. Çünkü kurslara katılan bu kuvvetler hem Güney Lübnan'dan, hem Beyrut'tan hem de Bekaa Vadisi'nden gelirlerdi.

İslami direnişin ve Lübnan Hizbullah Örgütü'nün oluşumu ve kuruluşu burada gerçekleştirildi. Kuvvetlerimizin Lübnan'a girişlerinden üç veya dört ay sonra, Tahran'dan Hacı Himmet'in Suriye ve Lübnan'daki kuvvetlerin komutasına tayin edildiği emri gelince Hacı Ahmet Mutevesliyan Tahran'a geri dönmek üzere Güney Lübnan'a geçti. Bundan sonra bir gün Hacı Ahmet elçiliğe gelerek Tahran'a dönmek istediğini, fakat ordu adına Beyrut'ta bir görev yerine getirmesi gerektiğini, İsrail askerlerini yakından görüp durumlarını rapor etmesi gerektiğini söyledi. Bu yolculuğunda elçilik görevlimiz Bay Musevi, Cumhuriyi İslami haber ajansının muhabiri ve diğer bir kaç kişi daha ona eşlik ediyordu. Ben bu yolculuğa karşı çıktım. Fakat dinlemediler. Siyasi diplomatik plakalı bir araba ile hareket ettiler. Bekaa Vadisi'nden geçen yol ile Şam-Beyrut uluslararası karayolu trafiğe kapalı olduğundan ve İsrail kuvvetleri de "Zahle'ye kadar geldiklerinden Şam'dan Beyrut'a bu yolla gitmek kesinlikle mümkün değildi. Sadece Doğu Beyrut'tan Falanjistler'in kontrolündeki Hıristiyanların bölgesinden geçen yol açıktı. Lübnan'ın kuzeyinden sahili takip ederek, Doğu Beyrut'u geçtikten sonra Batı Beyrut'taki elçiliğe gitmek gerekiyordu. Bu kardeşlerimiz harekete geçip "Humus" yolundan Lübnan topraklarına girdiler. Trablus yönünden Doğu Beyrut'a girmiş, Doğu ile Batı Beyrut'u birbirinden ayıran çizgi üzerinde "Barbara" adı verilen mıntıkaya ulaşmışlardı. Orada denetim yapan Falanjistlerin barikatına yakalanmışlardı. Falanjistler arabayı durdurmuş ve olay orada meydana gelmişti. Bir gün sonra Beyrut elçiliğinden bu kardeşlerimizin oraya ulaşmadıklarını haber verdiler. Çünkü bu mesafeyi en fazla 24 en az 10 saatte katetmek gerekiyordu. Aradan 48 saatin geçmesi buna rağmen bu kardeşlerimizin Beyrut'a ulaşmamış olmaları bir şeylerin olduğunu gösteriyordu. Tabii ki olay Falanjistler'in bölgesinde meydana gelmişti. Dört gün sonra kardeşlerimizin bindiği araba, Trablus'un Dr. Abdulmecid Rafi'nin liderliğindeki Irak Baas Partisi'nin kontrolündeki semtlerinin birinde bulundu. Arkadaşlar arabaya bakmaya gittiklerinde arabanın koltuklarında kan lekeleri bulmuşlardı. Böylece kardeşlerimizin kaçırıldıklarım anladık. Ama hala kimler tarafından kaçırıldıklarını bilmiyoruz.

Lübnan'da Bakanlık yetkililerinden biri, elçilik görevlimizin Beyrut'a taşınması esnasında bir koruma görevlisi ve elçiliğe ait bir arabayı Baalbek'e göndermiş ve arabanın Falanjistlerin kontrol merkezi olan "Haciz" bölgesinde durdurulup arkadaşların orada tutuklandıklarını söylemişti. O zaman arkadaşları kaçıranların Beşir Cemayel liderliğindeki Falanjistler olduklarını anladık. O günden bugüne arkadaşların özgürlüklerine kavuşmaları için yaptığımız sayısız girişime rağmen henüz bir sonuç alabilmiş değiliz. Bu kardeşler Falanjist kuvvetlerin, büyük bir ihtimalle de İsrail'in elindedir. Şu ana kadar hiç kimse nerede olduklarını ve ne durumda olduklarını bilmiyor.

İslami direniş grupları ve Lübnan Hizbullahı ile yapılan temaslarda eğitim kurslarına, hiç bir parti ya da grupla ilişkisi bulunmayan kişiler almıyordu. Bunun için kurslara katılan herkes diğer gruplarla ilgisini kesip kaydoluyordu. Bazı gruplar da faaliyetlerine tamamen son verip tüm imkanlarıyla İslami direnişin saflarına katıldıklarını ilan ediyorlardı. Artık işler bir program dahilinde yürütülmeyi gerektiriyordu. Bu amaçla bizzat Lübnanlılar'dan oluşan bir şura toplantısı yapıldı. Bu toplantıda İslami direniş ve Hizbullah'ın faaliyetleri için yapılan öneriler tartışıldı. İslam Cumhuriyeti de onlar için örnek alınacak bir ülkeydi. Böylece Lübnan'da Amerika ve İsrail aleyhtarı eylemler başlamış oldu. 62 yılında Hizbullah, kuruluşunu dünyaya duyurdu. Bir bildiriyle siyasal ilkelerini ilan etti. Bu ilan tüm dünyada bir bomba etkisi yaptı.

Lübnan Hizbullahı'nın Eylemlerinden Örnekler

1- 14 Kasım 1982'de, sabah saat 6'da İsrail güvenlik kuvvetleri subaylarının karargahında bir patlama meydana geldi. Siyonizm kuvvetlerinden bir çoğu öldü ve sekiz katlı bina yerle bir oldu.

2- 18 Nisan 1983'te, Reagan'ın Orta Doğu özel temsilcisi Philip Habib'in toplantı yapacağı sırada Amerikan elçiliğinde sabah saat 10'da bir patlama meydana geldi.

3- 23 Eylül 1983 (62 yılının Mihrimah ayının başları) günü sabah saat 6'da Beyrut uluslararası havaalanının yanında yer alan Amerikan piyadelerinin karargahı, beş dakika ara ile de Fransız askerlerinin Batı Beyrut'taki karargahı patlayıcı yüklü iki kamyonun çarpması sonucu infilak etti. Bu iki şehadet eylemi sonucu çok sayıda Amerikan ve Fransız askeri öldürüldü.

4- 62 yılının bir bahar ayında, cuma namazından sonra Baalbek'in hizbullahi halkı, Lübnan ordusuna ait "Molla Abdullah Kışlası"na saldırarak burayı iki saat içinde fethederek "İmam Ali Kışlası" adını verdi.

62 yılının başlarında yenilgiyi kabul eden İngiltere, İtalya ve Fransa Lübnan'daki kuvvetlerini geri çektiler, İsrail de gerilemek zorunda kaldı ve Beyrut'u tahliye etti.

Bunlar Lübnan müslümanlarının ve İslami direniş hareketinin kazandığı başarılardan bir kaçıydı.

Uzun süre dünya kamuoyu bu olayların arkasında hangi güçlerin olduğunu merak edip durdu. Onlar İslami direnişin olduğunu biliyorlardı, ama İslami direniş kimlerden oluşuyor, sembolü nedir, hangi isim altında faaliyet gösteriyor belli değildi. Ne zamanki Hizbullah örgütü kuruluşunu resmen ilan etti, o zaman şüpheler ortadan kalktı. Bunun üzerine bütün dürbünler Baalbek, Cenneta ve Bekaa Vadisi'ndeki eğitim kamplarına yöneltildi. Yabancı haber ajansları ve Amerikan televizyonları uçaklarla bu bölgeleri iyice taradılar. Bundan sonra Hizbullah aleyhine Bekaa Vadisi'ne yönelik saldırılar düzenlendi. Bir kere Fransa süper Etandartlar'la iki kere de Amerika uçaklarla Bekaa Vadisi'ne saldırdı. Bir keresinde de İsrailliler F 14 uçaklarıyla Cenneta kampını bombaladılar, saldırı da 14 askerimiz şehit düştü (4 Ocak 1984). 18 Kasım 1983 tarihinde Baalbek şehri yakınlarındaki imam Ali Kışlası altı adet süper Etandart uçağı tarafından bombalandı. Saldırıda çok sayıda Lübnanlı şehit düştü, bir çoğu da yaralandı. Bunlar Amerikan, Fransız ve İsrail kuvvetlerinin Hizbullah güçlerine karşı giriştiği saldırılardı.

62 yılında İsrail, Beyrut'tan çıkmak zorunda kalınca, Batı Beyrut Lübnan ordusunun denetimine bırakıldı. Doğu Beyrut da Falanjistler'in kontrolündeydi. Lübnan ordusunun kumanda mevkii Maruni Hıristiyanların elinde bulunuyordu. Hizbullah kuvvetleri de Lübnan'ın bir köşesinde Amerikan askerlerinin atışalanı içinde bulunuyorlardı. Amerikan deniz kuvvetlerine ait New Jersey gemisi 4 mm'lik toplarla Hizbullah'a ait altı mıntıkayı topa tuttu. Yani bir taraftan Doğu Beyrut'tan ateşlenen roketlerin, diğer taraftan Batı Beyrut'ta yer alan Lübnan kuvvetleri destekli 6. Ordu'nun ateşi altında bulunuyordu. Bu şartlar altında İslami direnişin gönüllü kuvvetlerinin ve Hizbullah'ın sorumlusu bir kardeşimiz Batı Beyrut'ta savaş ateşini yaktı. Böylece direniş kuvvetleri ve Hizbullah'a bağlı gönüllü kuvvetlerle Lübnan ordusu arasında şiddetli çarpışmalar başladı (62 yazının başları).

Bu savaşta "Hüseyin el-İntihari", "Istişhadiy-i İmam Hüseyin" gibi küçük gruplar da Hizbullah'ın yanında yer alıyordu. Bir iki gün içinde Lübnan ordusu yenilgiye uğradı ve Batı Beyrut Hizbullah'ın eline geçti. Bundan sonra Batı Beyrut'un merkezinde "Fethullah" adı altında bir karargah kuruldu, bu karargah Beyrut'ta bulunan karargahların en sağlamı ve en dayanıklısı idi. Lübnan ordusu gitgide yenilgiye uğruyordu ve en sonunda Beyrut'u Hizbullah'a teslim etti. Bu noktada Amerika, Batı ve İsrail bu gücün nereden kaynaklandığını araştırmaya başladılar.

Baalbek mi? Bekaa Vadisi mi? Beyrut mu? Suriye mi? Zeydani mi? Şam mı? Neresi?...

Yazılan makaleler bu noktaların tümünü de gösteriyordu. Amerika'da yayınlanan fotoğraflar, bir noktayı gösteriyordu. Bu noktalar İran'ın Şam Büyükelçiliği, Zeydani ve imam Ali karargahları bir de Beyrut'ta yer alan-bazı noktalar. Operasyon planları Amerikan gemilerinde belirlendi. Hizbullah'ın elindeki bölgelere saldırılacaktı. Hava kuvvetleriyle Bekaa Vadisi'ni bombaladılar. Yapılan planlar arasında Zeydani karargahının bombalanması da yer alıyordu, İran'ın Suriye elçiliği için de bir şeyler düşünmüşlerdi. Nitekim İran'ın Suriye elçiliğinde bir patlama meydana geldi.

22 Behmen 62 yılında Şam'da Devrimin yıldönümü münasebetiyle Doğu kulüpte bir kutlama düzenlemiştik. Suriye hükümetinin çoğu bakanları, bütün elçiler, diplomatlar, Suriye ve Lübnan'ın dini ve siyasi müslüman şahsiyetleri katılmıştı. 23 Behmen 62 günü üzerinde Suriye müftüsü adına bir mektupla birlikte son derece tabii görünen bir koli geldi. Mektubu okuduktan sonra koliyi açmaya hazırlanırken bir patlama oldu. Kolide bomba vardı, İran'ın Suriye elçiliğindeki olay da bu şekilde meydana geldi. "15 Mayıs'ın İntikamı" adlı bir örgüt olayı üstlendi. Bu eylemi 15 Mayıs'ta Amerikan elçiliğinde meydana gelen patlamanın intikamını almak için gerçekleştirmişlerdi. Bu örgüt, Amerika ve Siyonizm adına hareket eden bir örgüttü. Elçilikteki patlamayla aynı zamana denk gelen iki olay daha meydana geldi. Biri Emel hareketinin askeri sorumlusu Ebu Yahya, biri de aynı hareketin istihbarat ve güvenlik sorumlusu Mustafa Dirani'nin başından geçmişti.

Ebu Yahya bir kaza sonucu (bana göre planlı bir kaza sonucu) bir ayağını kaybetti. Mustafa Dirani de yakınında patlayan bir bombanın etkisiyle sakat kaldı. Bu ikisi Emel hareketinin önemli elemanlarıydılar. Şam elçiliğimizin çalışmaları sonucu, İslami direniş hareketine ve İslam Cumhuriyetine sempati duymuşlardı. Daha sonra Emel hareketi içinde yeni bir hareketin doğmasına ve Emel hareketinin Bekaa kanadının tamamen Nebih Berri önderliğine başkaldırmasına neden olmuşlardı.

Bu üç olay da aynı hafta içinde meydana geliyordu. Onlar her şeyi birden halletmeyi planlamışlardı. Eğer eylemleri sonuca ulaşmış olsaydı, İslami direniş hareketi ve Lübnan halkının İran'ın etkisiyle giriştiği eylemler sona erecekti ve onlar tekrar Lübnan'da politikalarını sürdürme imkanı bulacaklardı.

Fakat istedikleri gibi olmadı. Hizbullah örgütü ve İslami direniş hareketi Beyrut'ta ve Güney Lübnan'da büyük gelişmeler kaydetti, gücüne güç kattı. İslami direniş, İsrail'in Güney Lübnan'dan çekilmesine neden oldu, böylece. 62 senesinde Begin hükümeti düştü ve İsrail ordusu ilk aşamada Litani Nehri'nden Zehrani Çayı'na kadar, ikinci aşamada da Filistin sınırına kadar geriledi. Bunların tümü de Lübnan'daki İslami hareketin gelişmesi ve İslam Cumhuriyeti'nin Lübnan sahnesinde etkin rol oynaması sonucu meydana gelmişti.

Çev.: Vahdettin İnce

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR