Dünya ve İslam Dergisi

Yazarın Tüm Yazıları >

Sunuş

Ocak 1991A+A-

Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla

İkinci yılımızın ilk sayısında tekrar birlikteyiz...

Körfez Krizinde gelinen son aşamada, BM'nin Irak'a Kuveyt'ten çekilmesi için 15 Ocak tarihine kadar tanıdığı mühlet yavaş yavaş dolarken, Körfez üzerinde savaş bulutlarının yoğunlaştığı görülüyor. Son yıllarda Dünya konjonktüründe meydana gelen çok hızlı ve köklü gelişmelerin Körfez Krizini çok daha hassas bir konuma oturtması gerçeğine rağmen, temelde emperyalizm (Batı)nın bölgeye yönelik politikaların tarihsel bir süreklilik taşıdığı gözden kaçırılmamalıdır. Irak-Kuveyt ilişkilerinin tarihsel gelişimini anlattığı yazısında C. Aydın, sömürgeciliğin Orta Doğu'da belirlediği tarihsel statükoyu ve bu statükoyu koruma çabalarını irdeliyor. Emperyalist güçlerin, Irak'ın geri adım atmaması durumunda, 2 Ağustos'ta sarsılan statükoyu tekrardan yerli yerine oturtmak için topyekün bir savaşa yönelmesi kaçınılmaz görünüyor. M. Demirhan ise yazısında, Körfez Krizinin, kesintisiz savaşın sürdüğü bir başka cephesine, iletişim bombardımanına değiniyor. Tabii ki bu cephede devam etmekte olan savaşta temelde aynı hedefe, sömürgeci statükoyu sürdürmeğe yönelik. Yalnız buradaki savaşın araçları daha farklı. Bu savaş, 'Firavunların modern büyücüleri' tarafından kitle iletişim araç-lan ile sürdürülüyor ve elbette silah üstünlüğü emperyalist güçler lehine olarak çok daha bariz ve etkili.

Bu sayımızda yer alan makalesinde J. Piscatori, Suudi Arabistan'da siyaset oluşturma mekanizmalarının ideolojik temsilcilerini ve bu temellere ne kadar bağlı kalındığını ele alıyor.

Suudi Arabistan Krallığı'nın önce İngiliz, sonra da Amerikan emperyalizmi ile bütünleşmiş varlığı, dün olduğu gibi bugün de dünya müslümanlarının sırtında taşınması her geçen gün daha bir zorlaşan bir kambur. Kur'an-ı Kerim'de insanlar için bir kıyam yeri olarak belirtilen Beytullah'ın bulunduğu Hicaz'a tahakküm eden Suudi Krallığı özellikle İslam'ın devrimci mesajının yoğunlaştığı 80'li yıllar boyunca türlü faaliyetleri ile tam bir ifsad merkezi olma konumunu pekiştirdi. İslam Devrimi'ne karşı bütün dünyada sürdürdüğü yoğun kampanyalar yanında, 1979'da çoğunluğu kendi vatandaşı müslümanlara karşı Kabe'de gerçekleştirdiği katliamın kanı henüz kurumamışken, 1987'de çoğunluğu İranlı 400'den fazla hacıyı katletmesi, en son olarak da, Irak tehdidine karşı necis Amerikan ve Batılı emperyalistler tarafından Hicaz'ın fiili işgalini sağlamış olması işbirlikçi Suudi hanedanının çirkin yüzünü daha net olarak ortaya koydu. Fakat tüm bu gerçeklere karşın, emperyalistlerin de desteğiyle çok yönlü propaganda araçlarından yararlanabilen Suudiler'in konumunu değerlendirmekte güçlük çeken, çeşitli ülkelerde azımsanamayacak boyutta İslami grup, çevre ve şahsiyetin olduğu da acı bir gerçek. Bu noktada son derece bulaşıcı bir mikrop gibi çok çeşitli vesilelerle müslümanların bünyesine sızmayı becerebilen bu tehlikeye karşı uyanık olmak ve müslümanları sürekli uyarmak acil bir görev olarak kendini hissettiriyor.

Bununla birlikte Suudiler'in müfsid konumlarına karşı duyarlılığı başka şeylerle karıştıran bazı müslümanların düştükleri bir hataya parmak basmak istiyoruz. Kimi Müslümanlar çeşitli saiklerle, mevcut Suudi iktidarıyla Vehhabilik olarak adlandırılan Selefi çizgiyi tek bir potaya sokuyor, çoğu zaman da Suudi iktidarının bir takım zulümlerini bir bütün olarak Vehhabiliğe mal ediyorlar.

Her şeyden önce belirtelim ki, Abdülvehhab'ın ve hareketinin bir takım yanlışları ve eksiklikleri olabilir. Amacımız Vehhabiliği bütünüyle tezkiye etmek değildir. Fakat bugünkü Suudi iktidarı ile topyekun Vehhabiliği özdeşleştirmek, aynılaştırmak ancak Abdulvehhab'ın düşünceleri ve hareketi hakkında hiç bir şey bilmemekle mümkündür. Mevcut Suudi iktidarının Vehhabi anlayışı savunması, onu yaygınlaştırmaya çalışması da bir şeyi değiştirmez. Nasıl ki, bugün Mısır rejiminin, Pakistan rejiminin uygulamalarına bakıp Ehl-i Sünnet'i yargılamak yanlışsa; nasıl ki her zaman Şii olduğunu vurgulamış olan Şah'a bakıp devrim öncesi İran rejiminin uygulamaları dolayısıyla Şia'yı yargılamak yanlışsa Vehhabilik iddiasındaki Suudi rejimi dolayısıyla Vehhabiliğe karşı çıkmak da aynı şekilde yanlıştır. Unutmamalıyız ki bugün Hicaz yarımadasında -1979 yılında gerçekleşen Kabe Kıyamı'nın da ortaya koyduğu gibi- Abdülvehhab'ın öğretisini kendisine rehber seçmiş ve Suudi iktidarına muhalif İslami bir hareket mevcuttur.

Şu veya bu mezhebi çizgiden hareket ederek müslümanlar arasında bir takım mezheplere karşı savaş açmak -ya da bu şekilde algılanabilecek tavırlar göstermek- emperyalistler dışında kimseye yarar getirmeyecek sonuçlar doğuracaktır.

1986 yılından bu yana belli bir yakınlaşma sürecine girmiş bulunan Kuzey ve Güney Yemen, 22 Mayıs 1990'de resmen birleştiler. Aslında buna birleşmeden ziyade -aynen Doğu ve Batı Almanya arasındaki birleşmede olduğu gibi- Güney'in Kuzey'e iltihakı demek daha doğru olacaktır. Bu sayımızda çevirisini sunduğumuz, Birleşme tarihinden kısa bir süre önce kaleme aldığı makalesinde N. Cigar, artık ayrı bir devlet olarak mevcut olmayan Güney Yemen'de İslam'ın konumunu ele alıyor. Marksist bir yönetimle idare olunmakta olan Güney Yemen'de İslam ve müslümanlar üzerindeki baskı politikalarının birleşmeyle birlikte ortadan kalkacağı muhtemeldir. Bununla birlikte geçmişte uygulanan bu politikaları Birleşik Yemen'deki İslami hareketin geleceğinde ne gibi etkiler doğuracağını zaman içinde göreceğiz.

Amerika'nın arka bahçesi olarak nitelenen bir bölgede on yıl boyunca dünya istikbarının çok yönlü saldırılarına karşı direnç gösteren Nikaragua Devrimi, ne yazık ki, geçtiğimiz yıl içinde ciddi bir çöküntü ile karşılaştı. Ülkede yapılan ilk çok partili seçimler sonucunda Sandinistler'in halkın desteğini yitirdiği görüldü ve Amerikan destekli Violetta Chamarro'nun başında bulunduğu İttifak iktidarı Sandinistlerden devraldı.

Nikaragua Devrimi'nin Amerikan emperyalizmi karşısında yenik düşmesinin şüphesiz çeşitli iç ve dış nedeni vardır. Bunlar arasında son yıllarda bütün dünyada yaşanan hızlı değişimlere paralel olarak -askeri, ekonomik ve kültürel alanlarda- Amerikan yayılmacılığının artması ve geleneksel olarak Devrim'i desteklemekte olan Sovyetlerin bu desteğini çekmesi gibi dış faktörler yanında; şüphesiz dış faktörlerle bağlantılı olarak, Sandinist iktidarın ekonomik başarısızlığı gibi iç faktörler de sayılabilir. Bu sayımızda yayınladığımız P. Ross'un makalesinde konunun daha çok kültürel boyutu üzerinde duruluyor. Açıktır ki devrim denilen şey çok boyutlu bir sosyal olay. Bu itibarla da içice geçmiş bir çok alana uzanıyor ve doğal olarak aksayan bir boyut mutlaka diğer boyutlara etkiyor. P. Ross'un makalesi Sandinist iktidarın devrilmesinden önce yazılmasına rağmen, makalede, kültürel alandaki yansımalarıyla Sandinistlerin açmazları etraflıca işlenmiş. Bir devrimin oluşturulması ve yaşatılmasında kültürel ve sanatsal üretimin ne kadar hayati bir role sahip olduğu, makalenin bütününden çok net olarak ortaya çıkıyor.

Geçtiğimiz aylarda İtalya'da başlayıp NATO üyesi ülkelere sirayet eden 'gladio' tartışmalarının Türkiye gündemine girmesi çok hızlı bir biçimde gelişti. Fakat konunun tartışılması bildik çevrelerin, bildik soruları ortaya koyması, buna karşın muhatapların da alışılagelen tarzda, ne şiş yansın, ne kebap türünden geçiştirilmeleriyle sınırlandı ve maalesef bir çok konuda olduğu gibi, kamuoyunun ilgisizliği olayın hasıraltı edilme çabalarıyla da örtüşünce sistem kazasız belasız bu vartayı da atlatmış oldu. Türkiye gibi hem uluslararası emperyalizmin dayatmalarına, oyunlarına sahne olan, hem de içeride halka tahakküm eden bir rejimin sistemi koruyup, güçlendirmek için sık sık kuraldışı yöntemlere başvurduğu bir ülke de, sistemin iç ve dış işleyişine ilişkin bir çok gerçeğin gözler önüne serilmesinde çok fonksiyonel olabilecek bu konunun tüm boyutlarıyla tartışılıp, ortaya konulamaması başta müslümanlar olmak üzere, sistemin zulümlerine maruz kalan tüm unsurlar için ciddi bir kayıp olmuştur. Bununla birlikte, yetersiz ve sığ da olsa, bir takım zihinlerde belli soruların oluşması sistemin meşruiyetinin sorgulanması açısından bir aşama olarak kabul edilebilir.

Yalnız burada bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Gladio-kontrgerilla tartışmalarının gelişigüzel ve bazı kırıntılar bazında gündeme gelmiş olması belli yanlış anlamaları ve sapmaları da besleme yönünde bir sonuç doğurabilir. Bu tartışmalarla rejimin kendine muhalif unsurlar arasına sızarak gerçekleştirdiği provakatif eylemler, hatta tümüyle bu doğrultuda örgütler oluşturması gibi komploların açığa çıkarılması hedeflenmektedir. Fakat ilk bakışta, sistemin çirkin yüzünü sergileyen bir tartışma olarak ele alınan bu konu, süreç içinde aslında sistemin kendisine karşı olan (görünen) tüm gelişmeleri sınırsızca kontrol edebildiği/edebileceği, hatta yönlendirebildiği/yönlendirebileceği şeklinde bir yaklaşımın geliş(tiril)mesine kapı açabilir. Bu meyanda, yaklaşım olarak komploculuğu benimsemiş belli çevrelerin, olaya bu yönüyle mal bulmuş mağribi gibi sarılmaları da düşündürücüdür.

Bu sayımızın tartışma bölümünde yer alan R. Kaya'nın komplocu yaklaşıma değinen yazısını, gladio-kontrgerilla tartışmalarının bu yönüyle birlikte ele almanın yararlı olacağını sanıyoruz. Bu konuya ilişkin olarak ulaştırılacak eleştirilere önümüzdeki sayılarda yer verebileceğimizi hatırlatırız. Ayrıca yine bu sayımızın tartışma bölümünde, son iki sayımızda yayınladığımız A. Ertürk'ün "Türkiye'de İslami Hareketin Gelişim Süreci" başlıklı çalışmasına ilişkin olarak H. Türkmen'in bir değerlendirmesini sunuyoruz.

Yugoslavya'da çok partili sisteme geçilmesinin ardından Bosna-Hersek eyaletinde yapılan ilk genel seçimi ulusal partiler koalisyonu kazandı. Koalisyon içinde en yüksek oyu ise, Türkiyeli müslümanların Nehir Yayınları arasında çıkan "Doğu ve Batı Arasında İslam" adlı derinlikli çalışmasından tanıdığı Aliya İzzet Begoviç'in liderliğini yaptığı Demokratik Eylem Partisi aldı. Demokratik Eylem Partisi müslümanların azınlık oldukları bir ülkenin, yine azınlık oldukları bir eyaletinde iktidara ulaşan bir parti olarak ilginç bir deney oluşturuyor. İslam'ın tüm varlığıyla silindiğinin sanıldığı Balkanlar ve Avrupa'da İslam'ın fecrinin ilk belirtileri olmasını temenni ettiğimiz bu gelişmeyi etraflıca tahlil etmek için henüz çok erken. Bununla birlikte belge bölümünde çevirisini sunduğumuz Parti'nin Program Deklerasyonu, Partinin genel ideolojik çerçevesi hakkında kısmen de olsa bir fikir verebilir.

Altıncı sayımızda tekrar birlikte olmak dileğiyle...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR