1. YAZARLAR

  2. Kemal Çağlayan

  3. Şiddetin Kaynağı Devletin Mayasında!

Şiddetin Kaynağı Devletin Mayasında!

Ekim 1999A+A-

Marmara depremiyle bir miktar sarsılan zulüm sistemi toparlanıp, eski formunu almakta gecikmedi. Deprem hengamesi arasında kısmen geri çekildiği mevzileri süratle doldurdu. İlk günlerin verdiği şaşkınlık ve acizlik görüntüsünü üzerinden atıp, sopasını eline almakta tereddüt etmedi. Hatta depremle birlikte gelen yıpranmışlığın ve yoğun eleştiriye maruz kalmanın gerginliğiyle devletin daha da hırçınlaştığı görülmekte. Genelkurmayından hükümetine, üniversitesinden polisine kadar tüm kollarıyla devlet herşeyin eskisinden farksız olacağını halka gösterme telaşında adeta. İlk günlerde biraz müsamaha ile karşılanan depremzede tepkileri bile artık sopayla, gözaltılarla karşılanıyor. Düzenin çarkı bildik usullerle dönmeye devam ediyor, devlet organları yeniden 'iş' başı yapıyor. Bu arada kendilerine sivil toplum adını veren, aslında devletin gayrı resmi kanadından başka bir şey olmayan 'artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak' korosu ise vazifesini yapmanın mutluluğuyla gözlerini yeni bir 'milat'a çeviriyor.

Türkiye'de bu tür milatlar hiç bitmez. İstikrarsız siyasete, oturmamış bir sisteme sahip ve toplumsal hareketliliğin yoğun olduğu bu coğrafyada insanlar kendilerini avutmak için her zaman birtakım vesileler bulabilirler. Ama ciddi anlamda düzenle hesaplaşma göze alınmadıkça; daha da kötüsü değişim, her fırsatta çürüdüğü kokuştuğu ilan edilen sistemin kendi içinden beklendikçe bu tür milat beklentilerinin her defasında düşükle sonuçlanacağı kesindir.

Eğer depremzedeler Kızılay çadırına razıysa; genç ve üniversiteli sıfatlarını taşıyan insanlar okul kapısında bekleyen yüzlerce başörtülü arkadaşlarının yanından hiçbir şey olmamışcasına geçip derslerine koşabiliyorsa, geçelim bu duyarsızlığı, sakalından dolayı kapıdan çevrildiğinde akıllara ilk gelen çözüm doğru berbere yönelmek oluyorsa; vahşice işlenen bir katliamın izleri apaçık ortadayken bile gazeteciler tarafından Adalet Bakanı'na devletin cezaevlerine hakim olması için hangi önlemleri alması gerektiği soruluyor ve sözde zulüm düzenine muhalif olduğunu söyleyenler dahi gözlerini cinayetlere değil, koğuşlarda bulunduğu söylenen silahlara çevirebiliyorsa bu çarkın bu minvalde sürüp gitmesinden daha doğal ne olabilir?

Genelkurmay'dan Hizaya Gir Komutu!

Depremin sebep olduğu çok boyutlu sarsıntının ardından gidişatın değişeceğine dair kimsenin ham hayallere kapılmamasına yönelik ilk ciddi uyarı Genelkurmay Başkanı'ndan gelmişti. 'Bin yıl da geçse 28 Şubat iktidarda' hatırlatması hiç şüphesiz, halkın iradesinden meclise hükümete yardım kuruluşlarına medyaya kadar herkesi hizaya sokmaya dair oligarşik kararlılığın hiç değişmediğinin bir göstergesiydi. Genelkurmay Başkanı açıkça gazetecilerin 'kollarından tutulup askerleri çekmek üzere getirilmeleri' için emir verdiğini ifade ederek memleketimizde basının mümtaz yerini bir kez daha tespit etmiştir. Her biri basın etiği, haberde objektiflik ve benzeri bir dizi tumturaklı yazı kaleme almış anlı şanlı gazeteciler ise bu sözleri hiç yüzleri kızarmadan dinlemiş ve de yazmışlardır.

 Bir muhbirin mektubunu gerekçe göstererek Genelkurmay Başkanı'nın gündeme taşıdığı orduya hakaret iddiası ise Faziletli milletvekilinin şahsında asıl olarak halkla hesaplaşmanın bir yansımasıydı. Bu tür söylentilerin halk arasında ne ölçüde yaygın olduğunu herkes gibi askerler de bilmekte. Bu noktada bunların doğruluğu yanlışlığı, mantıklılığı ya da mantıksızlığı bir anlam ifade etmiyor. Gerek son yıllarda belirginleşen kimliği, gerekse de depremle birlikte ortaya koyduğu performansı dolayısıyla ordunun halk arasında ciddi bir yıpranma sürecine girdiği herkesin malumu. Dolayısıyla burada akıldışı da olsa söz konusu söylentilerin bu ölçüde yaygınlaşmasının zemini oluşmuş halde. Genelkurmay Başkanı'nın açıklamalarına yansıyan hazımsızlıkların arkaplanında da bu yatıyor.

Tam bu noktada aslında değişim isteyenlerin de Türkiye'de bir şeylerin değişmesini pek de ciddi olarak istemediklerinin işaretleri tek tek ortaya dökülüyor. Önce medya her zamanki hafiyecilik rolüne soyunuyor. Ardından suçlamaya muhatap olan kesimden 'tövbe estağfurullah; biz yapmadık' babından yemin billahlar sökün ediyor. Bu vesileyle kahraman ordumuz, gözbebeğimiz, şerefli askerimiz türünden biat tazeleme merasimleri tertipleniyor. İlkel ve ilkesiz taktikler de eksik olmuyor. Örneğin Milli Gazete'de, suçlamaya muhatap olan fakat ismi henüz faş edilmeyen milletvekili konusuyla ilgili olarak, "Milletvekili MHP'li mi?" şeklinde bir 'haber' yapılarak; nereye giderse gitsin yeter ki top kendi kalemizden uzaklaşsın şeklinde bir çaba, bir telaşın üstelik de nafile yere sergilendiği görülüyor.

Daha sonra olayın şahitleri tarafından yalanlanması ve gündeme gerekçe teşkil eden 'sayın muhbir vatandaş'ın kişiliği açığa çıkınca suçlamaya muhatap kesim derin bir nefes alıyor ve karşı taarruza geçiyor. Tabi yine hedef sapmasıyla! Hedef her zaman ki gibi yine medya, medyadaki eski kızıllar, masonlar vs. oluyor. Bu ülkede ordunun asıl vazifesinin ne olduğunu sorgulamak ya da şizofren birinin ipe sapa gelmez mektubuna dayanarak medyayı harekete geçiren Genelkurmay Başkanı'nı eleştirmek mi, asla! Onlar her zaman olduğu gibi olsa olsa 'oyuna getirilmiş' olmalıdırlar, o kadar!

Bu tutum büyük oranda korkunun beslediği ama son kertede tercihe bağlı bir körlük. GATA'nın açılışında omzu kalabalık beyni boş birinin verdiği sövgü dolu 'ders' sonrasında da aynı orta oyunu sergilendi. Olay kişisel sapkınlık sınırlarına hapsedilmeye ve 'gözbebeği ordumuz' tenzih edilmeye çalışıldı. Tuğgeneral için çürük diş benzetmesi yapıldı. Halbuki bir organ benzetmesi yapılacaksa, ordunun dişi olmaktan çok dili olmak bu kişiye daha çok yakışmakta. Sözkonusu konuşmasıyla tuğgeneral ordunun sözcülüğünü yapmıştır. Uzun bir süredir üniformalı zevattan her ağzını açan üç aşağı beş yukarı benzeri içerikte konuşmalar yapmakta.  Bu gerçeğe rağmen olayı kişiselleştirmek ve sözkonusu şahsın masonluğunu ya da başka ilişkilerini gündemleştirerek ordunun bütününden soyutlamaya çalışmak gerçekçilikten uzak ve beyhude bir çabadır.

Öte yandan sözkonusu olaya tepki verme zorunda kalan bazıları daha da kişiliksiz bir tavır takındı ve Allah'ın Resulü'ne, güzide ashabına ve tarihimizin en şanlı sayfası olan Bedir'e sövgüleri duymazdan gelip, Mehmet Akif'e sahip çıkma yarışına giriştiler. Elbette Mehmet Akif biz müslümanların büyük bir değeri. Ama mukaddeslerimize sövülen bir ortamda Mehmet Akif'in lafı mı olur? Burada korkaklık ile kurnazlık iç içe geçiyor. Akif'i savunmak kolay; ne de olsa İstiklal marşı, bayrak ve benzeri devletçe de kutsanmış unsurlarla Akif'i mezcetmek mümkün. Hatta böylece 'kim daha devletçi, siz mi, biz mi?' türünden bir polemiğe bile kapı açılabiliyor ve yalakalık fırsatı yakalanabiliyor.

Ceza İnfaz Kurumları: Yargısız İnfazların Kurumsallaştığı Mekanlar

Gidişatın aynı minvalde sürdürülmesine yönelik devletin bir başka somut adımı cezaevlerindeki siyasi tutuklu ve hükümlülere yönelik katletme ve sindirme politikaları şeklinde tezahür ediyor. Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde 26 Eylül sabahı yaşananlar korkunç; olayın sunuluşu ve 'kamuoyu'nun kendisine sunulanı kabulleniş biçimi ise olayın kendisinden de korkunçtur.

Devlet cezaevlerine bakış tarzı 12 Eylül'ün meşhur 'asmayalım da besleyelim mi' politikasının izini sürmektedir. Mecbur kalındığında geri çekilmekte, uygun ortamı yakaladığı anda ise saldırmaktadır. Bugün Ulucanlar'da yaşananlar, daha önce Diyarbakır'da, Buca'da, Ümraniye'de yaşananların aynısıdır. Görünen o ki, yaklaşık iki ay önce, Temmuz'un sonlarına doğru bu cezaevinde başlatılan direniş sonucunda cezaevleri idaresinin geri adım atmak ve tutuklularla anlaşmak zorunda kalması devletçe hazmedilememiş ve saldırı için fırsat kollanmıştır. 

Firar girişimi bahanesiyle Özel Tim ve Jitem elemanlarının gerçekleştirdiği kanlı baskının ölü ve yaralı bilançosu kadar, ölümlerin ve yaralanmaların gerçekleşme biçimi de vahşetin boyutlarını ortaya koymaktadır. Kurşunlanmış, kesici aletlerle vücutları parçalanmış, kolları bacakları kırılmış bu insanlardan katliamdan sağ kurtulabilenlerin anlattıkları olayın anlık bir gelişme olmayıp planlı ve zamana yayılmış bir katliam olduğunu ortaya koymaktadır. Göz yaşartıcı bombaların atılması üzerine bahçeye çıkan tutukluların üzerine kurşun yağdırılması, ardından tümünün hamama toplanıp işkenceden geçirilmeleri, slogan atanların ağızlarının yırtılması, DHKP-C temsilcisinin bahçeden sağ çıkmasına rağmen işkence edilerek öldürülmesi... tüm bu vahşet cezaevlerinde devletin hakimiyeti vardı, yoktu demogojisiyle örtülmeye çalışılmıştır. Kasaplar işlerini bitirmiş, sıra propaganda uzmanlarına gelmiştir.

Devletin yönlendirmesi ile medya başından itibaren olayı bir çatışma şeklinde sunmuştur.  Dört duvarla çevrili bir yerde bu insanların üzerine niçin bombalarla, kurşunlarla gidildiği sorulmamıştır. Sağ kurtulanların avukatları ya da yakınları ile görüştürülmelerine neden engel olunduğu sorulmamıştır. Ölenlerin otopsilerine niçin kimsenin sokulmadığı sorulmamıştır. Medya "madem içeride kaleşnikova varıncaya dek bunca silah vardı da bu insanlar tarafından neden kullanılmadılar; koğuşlarda bulunduğu iddia edilen bu silahlar koleksiyon amacıyla mı saklanmaktaydılar?" diye de sormamıştır.

Bu tür 'basit ve lüzumsuz' sorularla kafa karıştırmaktan özenle kaçınılmış ama cezaevlerinde hücre sistemine geçiş için kamuoyu oluşturma noktasında ise hiç vakit geçirilmemiştir. Ulucanlar olayı bir kaç gün önce Bayrampaşa'da meydana gelen mafya hesaplaşması ile de irtibatlandırılarak cezaevlerinde devlet kontrolünün olmadığı; bunun sağlanması için derhal hücre tipine geçmenin gerekliliği yönünde uzun bir süredir devam eden kampanyaya malzeme kılınmıştır. Devletin cezaevindeki insanlara ve özellikle de siyasilere karşı tutumu açıktır: Bu insanları sadece tutuklamakla, özgürlüklerini kısıtlayarak cezalandırmakla yetinmemekte, herşeyleriyle teslim almaya, bilinçlerini ve ruhlarını da kelepçelemeye çalışmaktadır. Hücre tipi uygulaması, MGK'nın emirleri doğrultusunda daha önceden belirlenmiş bu politikanın önemli bir adımı olarak tasarlanmaktadır. Ne insani, ne hukuki hiçbir normu dikkate almaksızın, olabilirlik şartlarını da değerlendirmeksizin başlatılan bu kampanyada medya öncü rollere soyunmakta; yapay bir karşılaştırma ile Batı cezaevlerindeki uygulamalardan hücre sistemine delil getirmeye çalışmaktadır.

Diğer cezaevlerinde süren eylemlerin anlaşmayla sonuçlanması üzerine medyanın adeta yeise kapılmış hali de dikkat çekicidir. 'Devletin zaaf belgesi', 'teröristlerle pazarlık' ve benzeri provokatif temaları öne çıkartmak suretiyle medya sözcüsü olduğu egemenlerin şiddete tapınma hastalığını bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Bu adamların mantığı 'varsın ortalık kan gölüne dönsün, yeter ki devletin otoriterlik imajı sarsılmasın!'mantığıdır.

Düzen Şiddete Kilitlenmiş!

Şiddet temelinde örgütlenmiş otoriter devlet tapınması ve kana susamışlık PKK'nın başlattığı geri çekilme politikasına ilişkin tavır alışa da aynen yansımaktadır. PKK'nın TC sınırlarının dışına çıkma hareketine karşı askeri operasyonların devam ettirilmesindeki derin hikmet de nedense hiç sorgulanmamaktadır. Bir süre önce Van'ın Gürpınar ilçesinde girilen bir çatışmada 7 askerin ölümü üzerine açıklama yapan Olağanüstü Hal Bölge Valisi operasyonların amacının huzur ve güvenlik olduğunu söyleyebilmiş ve bu hikmetli açıklama medyaya aynen yansımıştır. Yine ölen askerlerin cenaze törenleri ve acılı ailelerinin feryatları da medyada genişçe yer almıştır. Fakat örneğin Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı'nda 11 Eylül günü 'şehit' ailelerine yardım malzemesi vermek için düzenlenen tören kansever medyanın hiç ilgisini çekmemiştir. Çünkü törende oğlunu savaşta kaybetmiş annelerin 'bize yardım lazım değil, akan kanı durdurun' şeklindeki haykırışları duyulmak istenmemiştir.

Öyle bir devlet ki, Milli Eğitim Bakanı okulların açılmasının gerekliliğini "ne yani, cehaletle savaşmaktan vaz mı geçecektik?" şeklinde izah etmekte. Savaş teması devletin en sevdiği ve en sık kullandığı tema. Depremden sonra neredeyse bütün dünyadan yağan yardımlarla sarsıntı geçiren 'dört bir yanı düşmanla çevrili ülke' imajı, süratle yeniden inşa edilmeye çalışılıyor. Milli Güvenlik Akademisi'nin açılış toplantısında Harp Akademileri Komutanı katılanlara "Burada, Türkiye'nin dünyada hiç dostu olmayan, buna karşılık en çok düşmana sahip ülkesi olduğunu öğreneceksiniz." sözleriyle hoşgeldiniz diyor.

Sistem gidişatın aynen süreceğini göstermek için elinden geleni ardına koymuyor. Komutanlar 'huzur ve güven ortamının istikrarı için' askeri gözetimi sıkılaştırıyor. 'Güvenlik güçleri' fiili ve potansiyel her türlü istikrarsızlık unsurunu imha etmeyi sürdürüyor. Halka karşı aslanlar gibi kükreyenler ABD'li efendileri karşısında el pençe divan vaziyeti alıyorlar. Yani herşey eskisi gibi. Hatta yakında süresi dolacak olan Demirel'in koltuğu boşaltmaması için formül arayışları bile başlatıldı. İstikrar motifini iyice belirginleştirme yolunda şüphesiz en çarpıcı ve dramatik adımlardan biri bu olsa gerek!

Gidişatın aynen devam ettirileceği mesajı halka dipçikle, jopla, sağanak gibi yağan zamlarla mütemadiyen iletiliyor. İmam hatip liselerinin ve üniversitelerin kapılarında İslami kimliklerinden dolayı yerlerde sürüklenen, joplanan öğrencilere; cezaevlerinde kendilerine dayatılan teslimiyetçi tutuma direndikleri için vahşice katledilen tutuklulara; cenazelerine sahip çıkmalarına bile izin verilmeyerek dipçiklenen ailelere; çadırkent rezaletlerine tepki gösterdikleri için gözaltına alınan depremzedelere devlet kararlılığını gösteriyor. Bu insanlar üzerinden toplumu, düzenin çarkının bundan böyle de eskisi gibi döneceğine iknaya çalışıyor. Depremin meydana getirdiği devlet boşluğu ve yoğun duyarlılık ortamında artık birşeylerin değişeceği umuduna kapılanların meydanı boş zannedip, ham hayallere kapılmaması için gerekli tedbirler alınıyor.

Doğru Tanımlamadan Doğru Tavır Alınmaz!

Bu noktada öncelikle İslami bir değişim istedikleri zannında olan kişi, çevre ve kuruluşlar bu çarkın böyle gitmemesi için ne yaptıklarını ve ne yapmayı düşündüklerini kendilerine sormalıdırlar. Sivil insiyatif adı altında bir sürü sivil cuntacı örgütle ortak bildiri imzalamakla, yine her  zaman kartel medyası diye suçladıkları işbirlikçi, tağuti basın yayın kuruluşlarının tuğla kampanyalarına omuz vermekle ya da emperyalist Amerika'dan jandarmasını insan haklarına saygılı olmaya ve demokratikleşmeye zorlamasını beklemekle bu işin olmayacağı çok açık.

Doğru tavırlar doğru tanımları gerektiriyor. Bu yüzden en azından yaşanılan somut olguları doğru tanımlamakla işe başlanması bir zorunluluk. Okul kapılarından başörtümüz dolayısıyla bizleri geri çeviren düşmanlığın; inancımızı öncelikli tehdit ilan edip her fırsatta söven dilin, insanlarımızı önce yıkıntılar altında ölüme, ardından Kızılay'ın gözetiminde sefalete terk eden vurdumduymazlığın; dört duvar içinde insanları hunharca katleden kana susamışlığın hep aynı iradenin, adına devlet denilen zulüm aygıtının mahsülleri olduğunu artık kavrayalım. Zulmü doğru tanımak, doğru tavrı beraberinde getirecektir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR