1. YAZARLAR

  2. İbrahim Sarmış

  3. Seyyid Kutub’un ve Kutub'la İlgili Tartışmalar

Seyyid Kutub’un ve Kutub'la İlgili Tartışmalar

Ekim 2009A+A-

İbrahim Sarmış:

Seyyid Kutub’un fikirlerini ve edebi yönünü kapsamlı bir biçimde Türkiyeli okuyuculara kazandıran Prof. Dr. İbrahim Sarmış’la Seyyid Kutub’u ve Kutub’la ilgili tartışmaları konuştuk

Röportaj: Asım Öz

Çağdaş İslami düşünce üzerine yapılan araştırmalara baktığımızda Seyyid Kutub’a dair çok fazla çalışmanın olmadığını görüyoruz.

İslam coğrafyası genelinde Seyyid Kutub’un düşünce yapısı üzerinde yeterince çalışmanın yapılmamasında, temsil ettiği dünya görüşü, akademik çevrelerin statükolardan yeterince bağımsız olamaması ve siyasi konjonktürlerin büyük rol oynadığında şüphe yoktur. Bununla beraber Türkiye’de Seyyid Kutub’un fikri ve siyasi hayatı üzerinde dişe dokunur bir çalışma olmamakla beraber özellikle Arap âleminde çok sayıda çalışma yapılmış ve kitaplar yazılmıştır. Hatta Batı’da İngilizce, Fransızca yapılmış çalışmalar vardır.

Kutub’un düşüncesinin belli başlı özellikleri denildiğinde neler söylersiniz?

Kutub’un yaşam süreci edebiyattan fikri-siyasi aşamaya kadar aşamalıdır. Edebiyatla uğraştığı dönemlerde özgün ve yenilikçi bir anlayışa sahip olduğunu gördüğümüz gibi fikrisiyasi çalışma yaptığı dönemlerde de dinsel, toplumsal, ekonomik, siyasi ve ideolojik alanlarda kapsamlı, güçlü ve köktenci bir anlayışa sahip olduğunu görüyoruz. İngilizlerin sömürdüğü ve başında kralın bulunduğu Mısır’da toplumun dini, ahlaki, siyasi, kültürel ve ekonomik olarak yozlaştığını, dejenere olduğunu, çöküşe gittiğini ve bundan bütün kesimlerin sorumlu olduğunu söyler. Bu durumdan kurtulmak için özellikle ulemanın ve siyasilerin üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmeleri ve aydınların buna öncülük etmesi gerektiğini belirtir. Mensup olduğu İhvan teşkilatının krallığa karşı yapılan ihtilal hareketine destek vermesinin ve bunun başını kendisinin çekmesinin altında bu düşünceleri yatmaktadır. Toplumun sömürgecilerin kuklası siyasilerden, din bezirgânlarından, toprak ağalarından ve faizci kapitalistlerden kurtulması, bunun için dinsel, siyasal ve toplumsal yapının değişmesi gerektiğini söyler. Allah’ın öğretilerinin karşıtı olarak niteleyip cahiliye adını verdiği ve soyut zihinsel tasavvurlardan siyasal, sosyal, ahlaki, kültürel ve ekonomik toplumsal anlayışın ve buna dayanan yapının tepeden tırnağa kadar değişmesi gerektiğini ve İslam’dan başka insanların kurtuluş yolunun bulunmadığını belirtir. Bunu görmek için İslam Kapitalizm Çatışması, İslam’da Sosyal Adalet, Din Dediğin Budur, İstikbal İslam’ındır, İslam Düşüncesi, İslam ve Medeniyetin Problemleri ve nihayet Fi Zilali’l-Kur’an ve Yoldaki İşaretler adlarıyla Türkçeye çevrilen kitaplarını okumak yeterlidir.

İçtihada nasıl yaklaşır Seyyid Kutub?

Seyyid Kutub, Kur’an ve Sünnet’in bütün öğretilerinin korunması gerektiği yönünden muhafazakâr olduğu kadar, kültür olarak ortaya çıkan bütün bilgi ve anlayışlarda ihtiyaç halinde yenilik yapılması gerektiğine inanır ve bunu hararetle savunur. Ancak bunun, sanal fıkıh diye adlandırılan varsayımcı ve masa başında bir anlayışla değil, İslam için model olabilecek bir cemaatin İslam’ı yaşarken ortaya çıkabilecek sorunlara çözümler bulmak şeklinde hareket fıkhı olarak adlandırdığı bir yöntemle olmasını ister. Onun için masa başında varsayım olarak ahkâm kesen ulemayı değil, bizzat İslam’ı temsil edecek bir cemaatin oluşması için çalışan ve bu cemaatin uygulamaları sırasında ortaya çıkan problemlere çözüm üreten kişileri öne çıkartır. Onun için gerektiği durumlarda klasik ifade ile içtihadın, yeni ifade ile reformun yapılmasını savunur, ama İslam’ın kesin öğretilerinden ve özellikle ahkâmından ödünler vermek yahut onları çağa uydurarak çığırından çıkarmak şeklinde olmasına şiddetle karşı çıkar. Seyyid Kutub’a bu konuda söz söylemenin kesinlikle doğru olmadığı kanaatindeyim.

Kutub, İslam coğrafyası başta olmak üzere farklı dillere çevrilmiş bir düşünür. Türkçede Seyyid Kutub hakkında dile getirilen eleştirilerin nedeni nedir? İnsanlar önce onu sahipleniyorlar. Ardından ona ilişkin olmadık sözleri sarf ediyorlar… Örneğin Necip Fazıl, Hz. Osman hakkındaki fikirlerinden dolayı onu eleştirmekte hatta onu dinin dışına çıkarmaktadır. Oysa şehit edildiğinde onu sahiplenen bir yazı kaleme almıştır.

Seyyid Kutub, İslam coğrafyasında yirminci asırda parlayan bir yıldızdır. Kimileri “yıldızla yollarını buluyorlar” (Nahl, 16/16) ayetinin belirttiği gibi bu yıldızın ışığında yolunu bulurken, kimilerinin de ışığının şiddetinden herhalde gözleri kamaşmaktadır. Akrabalığı bulunmayan Lübnanlı edebiyatçı yazar Muhammed Ali Kutub’un Sevratu’l-Fikri’l-İslami Ev Seyyid Kutub (İslam Devrimi Yahut Seyyid Kutub) kitabında söylediği gibi Kutub, bütün şekilleriyle cahiliyeye karşı bir devrimcidir, zalim yönetimlere ve yöneticilere karşı bir devrimcidir, sömürüye karşı bir devrimcidir, din bezirgânlarına karşı bir devrimcidir, yobazlığa, hurafeliğe ve softalığa karşı bir devrimcidir vd. Onun devrimciliğini kendi çıkarları için sakıncalı yahut tehlikeli görenler ona zehirli oklarını yöneltirken, tevhidi İslam anlayışına ayak uyduramayanlar da ördükleri ve adına din dedikleri örümcek ağlarının bir bir çöktüğünü gördükleri için kendisine ayak bağı olmakta yahut iftira ve karalamalarla toplum üzerinde etkisini sıfırlamaya çalışmaktadırlar. Bilimsel olarak kendisine yöneltilecek bütün eleştirilere hiçbir kimsenin bir şey demeye hakkı olmadığı gibi, haksız, ahlaksız ve gerçekdışı eleştiri ve hakaretlere de hiçbir şekilde tolerans göstermek doğru değildir. Bu çevrelerin kimler olduğunu ve hangi etkenlerle bu şekilde davrandıklarını yukarıda kısaca belirtmeye çalıştım.

Necip Fazıl özeline gelince, üstadın İslam sevgisinde samimi olduğunu düşünmekle beraber İslam’ın ne olduğu konusunda doğru ve yeterli bir bilgiye sahip olduğu kanaatinde değilim. Gerek bu yönünü ve gerekse paraya olan düşkünlüğünü fırsat bilen cahil, yobaz, kasıtlı ve kötü niyetli kimi çevreler onu İbni Teymiyye, Muhammed Abduh, Seyyid Kutub, Muhammed Hamidullah gibi İslam âlimleri aleyhine konuşturmuş ve çirkin emellerine alet etmişlerdir. 1971 yılında Konya’da verdiği bir konferansta sözün dolaşıp İbni Teymiyye’ye geldiğini ve üstadın “İbni Teymiyye kâfirdir!” deyince salonun alkıştan inlediğini gördüğümde gözlerime inanamadım. Nitekim 1974–76 yıllarından birinde Mehmed Şevket Eygi’nin çıkardığı Büyük Gazete’de “Mevdudi hakkında ne dersiniz?” sorusuna Ahmed Davudoğlu’nun “Kitaplarını okumadım ama duyduğum kadarıyla felsefe ile iştigal etmektedir.” sözlerini okuyunca aynı şekilde kulaklarıma inanamadım. Hele Saadet-i Ebediye yazarının ve izleyicilerinin yirminci yüzyılda derin uykulara dalmış Müslümanların gözlerini açmak için dişini tırnağına takarak çalışan Abduh, Afgani, Mevdudi, Kutub, Hamidullah gibi âlimleri karalamaya ve etkilerini sıfırlamaya çalışmalarını haklı, mantıklı ve bilimsel gösterecek hiçbir bilginin olmadığını esefle müşahede ettim.

Çok sonra anladım ve gördüm ki Saadet-i Ebediye yazarı ve izleyicileri bir yana, gerek merhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’a “Baidullah” (Allah’tan uzak) diyen Necip Fazıl’ın gerekse kitaplarını okumadığı halde felsefe ile iştigal ettiğine hükmederek idam fermanını imzaladığı Mevdudi’yi reformcu, mezhepsiz diye niteleyen Ahmed Davudoğlu hocanın İslam’ı doğru ve yeterli olarak bilmediklerini, kimi çevrelerin dolduruşuna geldiklerini ve kendilerine yapılan parasal yardımları istismar edenlerin onları kötü emellerine alet ettiklerini gördüm ve üzüldüm. Onun için Din Tahripçileri, Mezhepsizler, Dinde Reformcular gibi saf ve cahil halkın din duygularını tahrik eden isimlerle yayınlanan sözde kitaplarda o insanların iftira ve hakaret tufanına maruz kalmalarını çok görmemek gerekir. Umarız saflığının ve cehaletinin kurbanı olarak o insanlara iftira ve hakaret edenler tevbe ve istiğfar etmiş ve ahirette Allah’ın huzurunda bağışlanmış olur, emperyalizmin değirmenine su taşıyanlar da yaptıklarının hesabını verirler. Böylece yapılan haksızlıklar sahiplerinin yanında kâr kalmaz!

Muhammed Hasaneyn Heykel “Öfkenin Sonbaharı” adlı eserinde Seyyid Kutub’un Mevdudi’den etkilendiğini belirtiyor. Kutub, Mevdudi’nin hangi düşüncelerinden etkilenmiştir?

Kutub, siyasal İslam ve özellikle cihad anlayışında, haremlik-selamlık ve peçe gibi konularda merhum Mevdudi’den etkilenmiştir. Bunu kendisi belirtmekte, Kur’an’da Dört Terim kitabını takdir ettiğini söylemektedir. (Kutub’un Mevdudi’den etkilendiği cihad anlayışı için bakınız: İbrahim Sarmış, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutub, 85-105.)

Etkilenme kadar etkileyiciliği de söz konusu Kutub’un. Shahrough Akhavi, Kutub’un, çağdaş İslami hareketler için öneminin Ayetullah Humeyni’den bile daha büyük olduğunu savunmaktadır. Kutub’un İran’da da etkili olduğunu biliyoruz. Kutub’un küresel çapta etkili bir düşünür olmasını nasıl açıklarsınız?

Kutub’un küresel çapta toplumları nasıl ve ne kadar etkilediği konusu başlı başına bir araştırmayı gerektirir. Bununla beraber İslam coğrafyasında etkisinin büyük olduğunda şüphe yoktur. Nitekim çok önceden Fi Zilal tefsirinin Ayetullah Ali Hamaney tarafından Farsçaya çevrildiğini biliyoruz. İnanıyorum ki merhum Ali Şeriati’nin neredeyse bütün kitapları Türkçeye çevrildiği gibi Kutub’un diğer İslami kitapları da çevrilmiştir. İran’da İmam Humeyni’nin İslam devrimini gerçekleştirmesi büyük bir olay olduğu gibi Kutub’un onun gibi siyasal bir sonuç alamadıysa da Müslümanların İslam anlayışında bir tecdit yapması ve hem iç hem dış emperyalizme gözlerinin açılması açısından onun kadar büyük bir etkisinin olduğunda şüphe yoktur.

Kutub’un hem felsefeye hem de İslam felsefesine ilgi duymamış olmasını nasıl açıklarsınız?

Belirttiğimiz gibi Seyyid Kutub edebiyatla işe başlamış, Kur’an’ın anlatım üslubuyla devam ederek Kur’an’la tanışmış ve nihayet İhvan’la organik bağı kurulduktan sonra “siyasal İslam”la tanışarak orada karar kılmıştır. Bu zaman zarfında İslam kültürünün değişik bölümlerini okuduğunda şüphe yoktur, ancak bu okumanın lisans düzeyinde öğrencilerin yaptığı bir okumadan öteye geçmediği anlaşılmaktadır. Kur’an’la ve siyasal İslam’la tanıştıktan sonra artık o tür bilgilerin İslam’ı anlamak ve anlatmak için elverişli olmadığını, hatta zaman içinde Müslümanların metafizik ve fizik âlemle ilgili inanç, düşünce ve anlayışlarını Kur’an’ın öğretilerinden uzaklaştırdığını, bozduğunu, saptırdığını ve sonunda çıkmaza ve çöküşe götürdüğünü gördüğü anlaşılmaktadır. Nitekim İslam anlayışının özelliklerini ve temellerini açıkladığı İslam Düşüncesi kitabında İslam akidesinin kelam, İslam felsefesi, tasavvuf vb. bilimlerin metoduyla ele alınmasının yanlış olduğunu ve bunlarla İslam’ı açıklamaktan kaçınmak gerektiğini vurgulamaktadır. Bu konudaki düşüncelerini de­taylı öğrenmek isteyenler İslam Düşüncesi kitabına bakabilecekleri gibi, Prof. Dr. Mahmut Kaya’nın, Medeniyet Derneği’nin düzenlediği “Seyyid Kutub Sempozyumu”nda sunduğu mükemmel bildiriyi okumaları yeterlidir.

Peki, vahdet-i vücud düşüncesi hakkında hangi eleştirileri vardır Kutub’un?

Teorik tasavvufun bir bölümü olan vahdet-i vücud felsefesi İslam değil, panteizmin kendisidir. Sofular ne kadar tevil eder ve temize çıkarmaya çalışırsa çalışsın güneş balçıkla sıvanmaz. Çünkü İslam tarihinde bunun teorisyeni olan Muhyiddin İbni Arabi’nin “Ene huve huve ene = Allah benim, ben Allahım!” diyerek özetlediği bu felsefe Yeni Eflatunculuktan Yahudi Filo’nun felsefesine, Maniheizm’den Hermetizm’e kadar bir yığın İslam dışı din, inanç, felsefe ve anlayışların ürünüdür. İslam tarihinde sufîler tarafından Şeyhi Ekber ve Hatemu’l-Evliya olarak nitelenen Muhyiddin İbni Arabi onu sistemleştirerek İslam’ın tevhid anlayışının canına okumuş ve yayıldığı Osmanlı toplumunda Müslümanların hayat damarlarını kurutarak sonlarını getirmiştir. Seyyid Kutub diğer kimi disiplinler yanında bu felsefeyi de eleştirmekte ve İslam düşüncesinin bütün bunlardan kurtulması, hepsinden bağımsız olarak ele alınması ve sunulması gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır. Tespitlerinde ne kadar haklı olduğunu görmek için İslam Düşüncesi olarak çevrilen kitabına bakmak yeterlidir.

Doğrusu, müşriklerin, Yahudilerin, Hıristiyanların ve onlar gibi inanan başkalarının Allah hakkında sahip olduğu batıl anlayışlar tevhid açısından hiçbir şekilde kabul edilemez. Bunda şüphe yoktur. Ancak bunun yanında yukarıdaki sınıfların Allah hakkında taşıdıkları bozuk inanç ve anlayışlarını gölgede bırakacak ve rahmet okutturacak kadar tevhide aykırı inanç ve düşünceleri seslendiren kimi kişileri hatemu’l-evliya, kutb-u azam, ğavs-ı azam, arif billah ve evliyaullah olarak niteleyip yüceltmesi, onlara toz kondurmayarak savunması ve eleştirenleri dindışılıkla yahut düşmanlıkla nitelemesi asla kabul edilecek bir şey değildir. İsa, Allah’ın oğludur dedikleri için Hıristiyanlar; Uzeyr, Allah’ın oğludur dedikleri için Yahudiler ve melekler, Allah’ın kızlarıdır dedikleri ve onların heykellerini dikerek tanrılaştırdıkları için cahiliyye Arap müşrikleri kafir ve müşrik oluyorsa, Müslümanlar arasından “Ben oyum, o benim!” diyerek kendisini Allah ilan eden, “Enelhak = Hak benim; Allah bana hulul etmiştir!”, “Cübbemin içinde Allahtan başka bir şey yoktur!”, “Ayna tuttum yüzüme-Allah göründü gözüme!” ve “Öyle bir denizden geçtik ki peygamberler onun sahilinde kaldılar!” diyen, “Oynaştığım Kimya Hatun Allah’ın kendisiydi!” diyen, “İmamlarımızın makamına ne mukarreb melek, ne de mürsel nebi ulaşır!” diyen vahdet-i vücud, hulul ve ittihad felsefeleriyle her şeyin yanında kendilerinin de Allah olduğunu söyleyenler ve onların bu felsefelerini savunanlar acaba ne oluyor? İsa’nın ve Uzeyr’in Allah’ın oğlu olduğuna inanan ve savunan Yahudi ve Hıristiyanlar ile meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanan ve savunan cahiliyye Arap müşriklerini savunanlar kâfir ve müşrik oluyorsa, acaba yukarıdaki felsefelerle her şeyin ve kendilerinin Allah olduğunu söyleyenler ve onları savunanlar ne oluyor?

Onun için Hallac’ın ve İbn Arabi’nin hulul/panteizm felsefesini seslendirdiğini, sözde saf tasavvufa pek soğuk bakmayan sayın Prof. Dr. Mahmut Kaya’nın, İbni Arabi’nin “Her şekle girer kalbim, inanmak ona hastır - Putpereste tapınak, keşişlere manastır. Ceylanların otlağı, hacılara Kâbe’dir - Tevrat’ın levhaları, sayfa sayfa Kur’an’dır. Dilediği her yöne varsın gitsin kervanım - Aşk dinine inandım, budur dinim imanım!” sözleri için şu değerlendirmeyi yaptığını hatırlatmakla yetineceğim:

“İslamî akide açısından son derece sakıncalı olan bu anlayış şirk, küfür veya batıl diye bir şey tanımayıp hepsini hak kabul ederek aynı kefeye koymaktadır ki bu, başlangıçtan itibaren peygamberlerin tevhid mücadelesini ve semavi kitapların hak-batıl ayrımını tanımamaktadır.” (Prof. Dr. Mahmut Kaya, Kur’an ve Sünnet Sempozyumu, 185, Enes Matbaacılık, İstanbul, 1999). (Vahdet-i vücud ile ilgili bilgi ve değerlendirmeler için İslam ve Tasavvuf kitabımıza bakınız.)

Abdülkadir Hamid, “Mekke Dönemi Siyasi Metodolojisi” (Kur’an ve Siyaset) kitabında Kutub’un “cahiliye” kavramının kapsamını genişleterek bir aşırılığa neden olduğunu belirtiyor. Kutub’un “cahiliye” kavramsallaştırması hakkındaki bu yargıya ne dersiniz?

Seyyid Kutub’un İslam dışı yönetim ve sistemleri cahiliye yönetimleri ve sistemleri olarak nitelemesini yanlış veya abartılı olarak görenler ya dayak yememişler ya da sayı saymasını bilmiyorlar; ya cahiliyenin tokadını yememişler yahut Kur’an’ın öğretilerini tam özümsememişlerdir. Acaba Kur’an’ın cahiliye olarak nitelediği İslam öncesi Arap toplumunda bulunanlar, olup bitenler ve yaşananlar ile Seyyid Kutub’un cahiliye olarak nitelediği toplumlarda, yönetim ve sistemlerde bulunanlar, olup bitenler ve yaşananlar arasında ne fark vardır? Birisinde Arap putunun bulunması; diğerlerinde kapitalizm, komünizm, sosyalizm, faşizm, sekülarizm vd. sistemlerin egemen olduğu toplumların değişik adlarla putlarının bulunmasından başka ne fark vardır? Cahiliye Arap toplumunda insanlar Hz. İbrahim dininin kalıntılarını heves ve arzularından cahilce uydurdukları şeylerle karıştırıp oluşturdukları öğretiler, ibadetler, anlayışlar, sosyal ve hukuksal kurallar ve ilişkiler, insan, hayat, ölüm, hayır ve şer, üstünlük ve aşağılık, kâr ve zarar, dost ve düşman vd. değer yargıları ile üstad Muhammed Kutub’un Yirmi Asır Cahiliyeti dediği günümüz cahiliyye şekilleri arasında bu şeylerin yer değiştirmesinden başka ne vardır? Verilen bilgilere göre Sudanlı olan T. Abdulkadir Hamid’in yaşadığı cuntacı ve Abdunnasır işbirlikçisi Cafer Numeyri’nin sosyalist dönemi ile Ebu Cehil dönemi arasında zaman ve isim dışında acaba ne fark vardır? Onun için Kutub’u aşırılıkla suçlayanların tarafsız bir gözle önceki cahiliye ile şimdiki cahiliyyeleri çok yönlü karşılaştırıp değerlendirmeleri gerekir.

Merhum Seyyid Kutub özetle şunu söyler: İnsanlar ya Allah’ın dininde olurlar ya başkalarının dininde olurlar. Allah’ın dininde olmak isteyenler İslam’ı ya bütün olarak alırlar ve ona uyarlar yahut bırakırlar ve istedikleri dine uyarlar. İkisini sentez yaparak hem Allah’ın hem tağutun dininde olmak İslam ve tevhid değil, şirkin kendisidir. Hz. İsa servete kulluk etme bağlamında bunu “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya hem de paraya (mamon) kulluk edemezsiniz!” (Matta, 6/24, Luka, 12/33-36, 16/13) sözleriyle özetlemiştir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Kutub, fert bazında inanç ve yaşantısını bilmediği kişiler hakkında hüküm vermez. Sadece Allah’ın öğretileriyle dizayn edilmeyen ve yönetilmeyen toplumların cahiliyye toplumu olduğunu söyler. Bu toplumlarda Müslüman bireyler yaşıyor olabileceği gibi, Müslüman olmayan bireyler de yaşıyor olabilirler. Nitekim Müslümanlar Medine’ye hicret edip kendi toplumlarını kuruncaya kadar Mekke’de müşriklerin egemen olduğu şirk toplumunda yaşadıkları gibi Müslümanlıklarını da ellerinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışıyorlardı. Şirk toplumunda yaşadıkları için onları da müşrik saymak kimin haddinedir?! Ama o toplumun İslam toplumu değil, müşriklerin oluşturduğu ve egemen olduğu şirk/cahiliyye toplumu olduğunu, Kutub’u aşırı bularak eleştirenler de söylemiyor mu? Yoksa değerler altüst olup Resulullah’ın kurduğu Medine’deki İslam toplumuna cahiliye toplumu ve Ebu Cehil’in başında bulunduğu putperest Mekke toplumuna tevhid ve İslam toplumu mu diyorlar? Onun için merhum Kutub’un deyişiyle, nasların boynunu bükerek içinde yaşadığımız topluma uydurmak değil, hayatımızı bu naslara uydurarak yaşamak İslam olmalıdır.

Ekonomi üzerine görüş ve düşüncelerini en açık biçimde “İslam’da Sosyal Adalet” adlı eserinde açıklayan Kutub, “İslam ve Kapitalizm Uyuşmazlığı”nda da bu konuya değinir. Genel olarak Kutub’un ekonomi ile ilgili görüşlerini ele aldığımızda bu tartışmaların o yılların sosyal ve siyasi tartışmaları içindeki -özellikle de İslam ve sosyalizm tartışmaları- yeri hakkında neler söylersiniz?

Kutub, kapitalizme de sosyalizme de karşı çıkmış ve ikisinin de insanlığın mutluluğu ve kurtuluşu için çıkar yol olmadığını söylemiştir. Bunda ne kadar haklı olduğunu bütün dünya bilmekte ve görmektedir. Kapitalizmin zulüm ve adaletsizliğinden kurtulmak için büyük yığınlar çareyi ütopik olarak devletsiz ve mülkiyetsiz bir toplum oluşturmada bulurken, sözde gerçekleştirilen bu toplum bir süre egemen olduktan sonra tıpkı kapitalizmde olduğu gibi bir sınıfın iktidarı ve serveti ellerine geçirdiğini ve kapitalistler gibi politbüro olarak bir sınıfın topluma egemen olduğunu, böylece sınıflı ve adaletsiz bir topluma dönüştüğünü görür ve ondan da kurtulmak için dipten bir dalgalanma ile karşı devrim yapılarak servetin ve mülkiyetin serbest olduğu sınıflı kapitalist toplumuna dönüş yapılır. Hegel’in tez, antitez ve sentez teorisinin gerçekleşmesinden başka acaba çağdaş toplumlardaki bu mücadelenin bir anlamı ve şekli var mıdır? Seyyid Kutub işte bu toplumlarda egemen olan bu sistemlerin insanlığa mutluluk ve kurtuluş sunamayacağını, çünkü hepsinin her türlü eksiklik, çıkar, hırs, şehvet, tahakküm, kayırma, bilgisizlik gibi hastalıklarla malul insanın irade, bilgi ve gücünün ürünü olduğunu ve insanlığa mutluluk ve huzur getiremeyeceğini söyler. Onun için İslam öğretilerinin global olarak yasakladığı faiz, hırsızlık, rüşvet, aldatma, haksız kazanç gibi haramlar dışında ilke olarak her türlü girişimin ve kazancın helal olduğunu ve dünya hayatında bütün güzelliklerin insan için yaratıldığını, insanın sahip olduğu servetin üzerinde zekât, sadaka, infak, vergi gibi yükümlülüklerin bulunduğunu söyler ve İslam’ın ekonomik ilişkileri salt kanun ve kurallarla düzenlemek ve yönetmekle yetinmeyip bireylere verdiği İslami inanç, eğitim ve ahlakla düzenlemeye çalışır. Kutub, bütün kitaplarında bunu söylemektedir.

“Yoldaki İşretler” Seyyid Kutub düşüncesi içinde nasıl bir yer tutar?


 

Yoldaki İşaretler kitabı Seyyid Kutub’un İslam’da Sosyal Adalet kitabından beri seslendirdiği ve olgunlaştırdığı düşüncelerinin zirvesini oluşturur. Bununla beraber kitaptaki düşünceler ile 1949 yılında yayınladığı İslam’da Sosyal Adalet kitabındaki düşünceler arasında bir paralellik bulunmaktadır.

Mesela bu kitapta yazılanlar, İslam’da Sosyal Adalet ve daha sonra cezaevinde yazdığı Fi Zilal’de yazılanlarla karşılaştırıldığında hepsinde ortak şeyler söylediği görülür. Örneğin, yayınlanınca krallık rejiminin yasakladığı, ihtilal subaylarının neredeyse ders kitabı gibi okuyup elden ele dolaştırdığı İslam’da Sosyal Adalet kitabında söylediklerinden bir pasaj aktaralım: “Yolların ayrılış noktasındayız. İster istemez İslam’ın veya komünizmin yoluna sapmamız kaçınılmazdır. Başka çaremiz yoktur. İlkelerini benimsediğimiz ve İslam’a tercih ettiğimiz Avrupa ve ABD’deki sistem er geç komünizme dönüşecektir. Tekrar edelim, bugün yolların ayrılış noktasındayız. Ya kendine demokrasi diyen Avrupa kafilesinin kuyruğunda kalıp onunla birlikte komünizm denilen doğu kafilesine varacağız veya canda ve malda sorumluluklarını yüklendiğimiz, genel ve kapsamlı ülküsü çerçevesinde detaylarını geliştireceğimiz ve hayatımızın ruhsal, fikri, ekonomik alanlarında düşüncesini benimseyeceğimiz İslam’a döneceğiz.” (el-Adaletu’l-İctimaiyye fi’l-İslam, 293)

Onun için Yoldaki İşaretler’le ilgili olarak seslendirilen iddia ve suçlamalar dayanaktan yoksun, delilsiz ve idam edenlerin salt bahane üretmesinden başka bir şey değildir. Kutub’un ömrü vefa etseymiş Yoldaki İşaretler ve Fi Zilal’de seslendirdiği anlayıştan geri dönüş yapacak olacağı, kendisinin de bunları aşırı bulduğu gibi iddialar anlamsız ve dayanaktan yoksundur.

Ali Bulaç, Seyyid Kutub’un eserlerinin yeniden çevrilmesi gerektiğinden bahsediyordu bir yazısında. Kutub’un büyük eserlerinin çoğu gerek Türkçe’de gerek başka dillerde gerekse ilk yazıldıkları Arapçada defalarca yeniden basılmıştır ve yeni basımların sık sık farklılık arz ettiği ifade ediliyor. Sözgelimi, 1952 Devrimi’nden sonra, Kutub’un “İslam ve Evrensel Barış” (Cihan Sulhu ve İslam) adlı kitabının, Amerika’nın Ortadoğu’daki politikasının ikiyüzlülüğünü işleyen bölümü hükümet tarafından yasaklanmıştır. Öte yandan, bazı değişiklikler, Kutub’un politika ve İslam hakkındaki sonraki görüşleri ışığında kendisinin yaptığı değişimlerdir. Örneğin Kutub’un, “İslam’da Sosyal Adalet” kitabının en azından altı baskısı vardır ve bu baskılar arasında yapılan kıyaslamalar, Kutub’un sonraki baskıları düşünsel farklılaşmaları ışığında yeniden düzenlediğini göstermektedir. Bu noktada siz ne düşünüyorsunuz?

Herkesin düşünce yapısında tekâmülün, hatta değişimin olması doğal olduğu gibi, Seyyid Kutub’un düşünce yapısında da tekâmülün olduğu bir gerçektir. Bu ne ayıptır, ne bir kötülüktür. Fi Zilal tefsirinin üç aşamadan geçerek son şeklini aldığını belirtmiştik. İslam’da Sosyal Adalet ve diğer bazı kitapları da benzer süreçten geçmiş olabilir. Bunun tespit edilmesi için özel bir çalışmanın yapılması gerekir. Gerek Cihan Sulhu ve İslam kitabı, gerekse İslam’da Sosyal Adalet ve Fi Zilal kitaplarındaki bazı bölümlerin yahut paragrafların yayınlandığı yahut çevrilip basıldığı ülkelerdeki yönetimler ve rejimler tarafından uygun görülmeyeceği endişesiyle çıkarılmış olması muhtemeldir ki Türkiye’de çevrilip yayınlanan Fi Zilal kitabı için bunun örnekleri bilinmektedir. Bu da herhalde toplumların karşı düşüncelere tolerans gösterecek kadar gelişmesini yahut hoşgörülü olmasını beklemeyi gerektirecektir.

Seyyid Kutub’un Türkçeye çevirisi ve Türkiye’deki İslami uyanışa katkıları hususunda neler söylersiniz?

Türkçeye henüz çevrilmemiş yahut dili demode olup yeniden çevrilmesi gereken kitaplarının çevrilerek yayınlanmasında elbette yarar olur. Çünkü özellikle toplumumuzda dilde hızla bir erozyonun olduğu ve bunun planlı programlı yürütüldüğü bilinmektedir. Böyle bir süreçte neredeyse yirmi yıl önce yazılmış yazılar bugün genç kuşaklar tarafından anlaşılamamaktadır. Onun için Kutub’un bu duruma düşmüş kitaplarının yeniden çevrilip yayınlanması yararlı, hatta gerekli olabilir.

Sonuç olarak İslam’ı anlatmak üzere kaleme aldığı bütün eserlerinde düşüncelerini kanı ile besleyen Kutub’un eserlerinin diri olarak kalmasını ve gün geçtikçe yükselen bir ağaç gibi bütün toplumu gölgesiyle gölgelendirmeye devam etmesini dilerken, kendisinin de cennetin en yüce makamlarında ağaçların gölgesinde gölgelenmesini Yüce Allah’tan dileriz.

Söyleşi için teşekkür ederiz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR