1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Şeyh Said’in de İskilipli Atıf Hoca’nın da İade-i İtibara İhtiyacı Yok!

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Şeyh Said’in de İskilipli Atıf Hoca’nın da İade-i İtibara İhtiyacı Yok!

Şubat 2013A+A-

Geçtiğimiz ay içerisinde yayınevimiz Ekin tarafından iki kitap yayınlandı. “Şeyh Said -Bir Dönemin Siyasi Anatomisi-” ve “İskilipli Atıf Hoca -İstiklal Mahkemelerinin Tarihî Misyonu ve Şapka İnkılâbı” adlı kitaplar özverili bir çalışmanın ürünü olarak cumhuriyetin ilk yıllarına ve tarihî yaşanmışlıklara ayna tutuyor. Aynı zamanda dergimiz yazarı olan Bahadır Kurbanoğlu ile kaleme aldığı bu kitapları konuştuk.

 

Geçtiğimiz Ocak ayı içerisinde Ekin Yayınları arasından iki kitabınız çıktı. Biri Şeyh Said kıyamı ve dönemin siyasi atmosferini ele almakta. Diğeri ise Bülent Gökgöz ile ortak çalışmanız olan “İskilipli Atıf Hoca”. Bu kitap da bir Atıf Hoca biyografisi olmaktan ziyade, İstiklal Mahkemelerinin siyasi misyonunu ve şapka inkılâbının ardında yatan sebepleri ele almakta. Öncelikle neden bu iki şahsiyet ve bu çalışmaların amacı nedir diye sorsak?

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki; günümüzde hemen her kesim tarafından haklı olarak gündeme getirilen resmi ideoloji ile yüzleşme meselesi, cumhuriyetin kuruluş dönemindeki sürecin ve kurucu kadroların ana mefkûrelerinin kavranabilmesiyle mümkün olabilir. Bu yüzden kısa zamanda bir diktatoryaya evrilen cumhuriyet döneminin İslam ve Müslüman ümmetine ilişkin politikaları kavranmadan resmi ideolojiyle gerçek anlamda yüzleşebilmek de mümkün olmaz. İşte Şeyh Said ve Atıf Hoca aslında bu yüzleşmenin önemli birer simgesi durumundalar. Aslında birbirinin devamı olan, biri hayata geçmeden diğerini uygulayabilmenin zor olduğu bir siyasi sürecin iki önemli halkasını temsil etmekteler.

Nasıl bir siyasi süreç bu? Burada Şeyh Said ve İskilipli Atıf'ın hedef olarak seçilmesine sebebiyet veren şey nedir?

Batılılaşma ana hedefine dayalı olmakla birlikte, bunu laik seküler değerler ışığında pozitivizm ve sosyal Darwinizmin kriterlerine göre yapmayı hedefleyen bir siyasal süreç. Amaç da bu değerlerle donanmış bir ulus yaratmak. Tabii kademe kademe izlenmesi gereken bir süreç ve ortada da bir ulus falan yok. Bunu yaratmak gerek. Bunu başarabilmek için de gerçek anlamda iktidar olmanız gerek.

İktidarda değiller mi?

Henüz tam olarak değil. Ve bu proje de henüz tam anlamıyla açıklanmış değil. Üstelik Osmanlı bakiyesi anasır-ı İslam’dan oluşan bu coğrafyada bırakın halkı, mevcut bürokratik kadrolar, halkın ileri gelenleri, kanaat önderleri, müderrisleri, şeyhleri vs. bu projeye ikna edebilmenizin imkânı yok. Hatta Milli Mücadele diye ifadelendirilen süreçte birlikte olduğunuz askerî bürokrasi bile bu ideallere çok uzak.

Ama işaret olarak görünen hususlar var.

Evet. Mesela Lozan'dan sonra, o atmosferin verdiği güçle Kazım Karabekir'e İsmet İnönü'nün söylediği bir söz var. "Hocaları toptan kaldırmadıkça, biz bu işi başaramayız. Bunu şimdi yapmazsak hiçbir zaman yapamayız." diyor.

Hocalardan kasıt Atıf Hoca gibi müderrisler mi?

Elbette. Cami imamlarından bahsetmiyor. Çünkü Atıf Hoca gibi şahsiyetler Müslüman halk üzerinde olabildiğince etkili ve nesil yetiştirmede başrolde olan insanlar. Mesela Atıf Hoca ‘müderrisler müfettişliği’ yapmış bir kişilik, bugünkü YÖK başkanlığına tekabül ediyor.

O halde İstiklal Mahkemelerinde seçilmiş olması bir tesadüf değil.

Öyle. Mesela İlk olarak şapka hadiseleriyle bağlantılı olarak Giresun'da yargılanıp beraat eder. Ama serbest bırakılmaz. İstanbul'dan Ankara'ya getirilir ve iki gün içinde kendisi hakkında müddeiumumilik (savcılık) makamı 3-10 yıl arası bir ceza istediği halde ertesi gün "salben idamına" kararı verilir. Yani ibretamiz bir şekilde ortadan kaldırılır. Ancak burada bir hususa dikkat çekmek gerekir ki, Ankara'da meclisin önünde üç gün boyunca asılı tutulur.

Yani...

Yani halka mesaj verilir. Mesaj şudur: Bakın artık öyle bir devlet yapısıyla karşı karşıyasınız ki; içinizden en kıdemlilere, hocalarınıza, akîl insanlarınıza bunu yaparsak, varın gerisini siz düşünün, dercesine.

Bir de İskilipli Atıf Hoca’nın hukuk geriye doğru işletilerek şapka risalesinden dolayı değil, vatan hainliğinden idam edildiğini iddia eden bir resmi söylem vardır.

Bu resmi söylem değil, sonradan uydurma bir karalamadır. Mahkeme kararının daha ilk cümlesinde risalenin yazıldığı dönemde taşıdığı anlama atıf vardır; halkı isyana ve irticaa teşvik diye. Vatan hainliğinden hukuken yargılanamayacağını savcı bile söyler ki, muhtemelen bu müfteriler gerekçeli kararı bile okumamışlardır. Vatan hainliği meselesi ise Yunan uçaklarından Milli Mücadele aleyhine atılan bir bildiri ile alakalıdır ki, bu bildirinin altında imzası olduğu iftirasına dayanmaktadır. Oysa Atıf Hoca, başkanı olduğu Teâli İslam cemiyetine ait olduğu öne sürülen bu bildiriyi daha yayınlandığı dönemde tekzip etmiştir. Mahkemede de bunun makbuzunu heyete sunmuştur. Ama nafile. Kurt kuzu hikâyesi yani. Şunun iyi anlaşılması lazım: Önemli olan bu insanların geçmişte ne yaptıkları değil, o gün ve gelecek açısından ne ifade ettikleri ve görünürlüğü ortadan kaldırılması gereken misyonlarıdır.

Birden kendimizi Atıf Hoca'yı konuşurken bulduk ama aslında Şeyh Said hadiseleri çok daha önce ve sanırız Müslüman halka yönelik cumhuriyet tarihi uygulamaları açısından ilkleri temsil etmekte.

Aslında her şey sizin de değindiğiniz gibi bu süreçte başlıyor. Şeyh Said kıyamı öncesi oluşan atmosfer, kıyam esnasında ve kıyamla bağlantılı imişcesine sürdürülüyor. Böylelikle en başta söylediğimiz ana mefkûrelerin hayata geçebilmesi için tüm muhalefetin sindirilebileceği bir ortam oluşturuluyor.

Bu ortamı oluşturan araçlardan bahsedebilir misiniz?

Bu döneme bakarken üç hususa dikkat etmek gerekir. İlki İstiklal Mahkemelerinin yeniden hayata geçirilmesidir. İkincisi Takrir-i Sükûn Kanununun çıkarılmasıdır. Üçüncüsü ise Hıyaneti Vataniye Kanununun birincisi maddesinin değiştirilmesi ve bazı hususların eklenmesi meselesidir. Bütün yapıp etmeler bu üç çemberin içinde ve bu üç unsur sayesinde hayata geçirilmiştir.

Peki, İstiklal Mahkemeleri Meclis'e bağlı olarak çalışmıyorlar mıydı?

Görüntü de öyle idiler ama pratikte değil. Ayrıca bu mahkemeler tam bir hukuk garabeti ve keyfiliklerle dolu. Hâkimler delil olmasa bile vicdanen karar verme yetkisine sahipler. Sanıkların temyiz hakkı yok, avukat bulunduramıyorlar, hiç kimseye karşı sorumlulukları yok…

Ama mesela Altemur Kılıç, "Babalarımız bu mahkemelerde kılı kırk yarardı!" diyor anılarında. İstiklal Mahkemeleri kitabının yazarı Ergün Aybars, M. Kemal ve İ. İnönü'nün sadece birkaç defa ricacı olduğundan ama genel anlamda mahkemelerin serbest çalıştıklarından söz etmekte.

Herkesin karşısında serbest oldukları doğru. Meclis de buna dâhil ama M. Kemal hariç.

O hariç derken...

Bakın mesela M. Kemal'in yakın arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında Kel Ali'yi Gazi'nin köşke çağırttığını ve "Senin mahkeme yarın kalkmış olacak" dediğini yazar. Bu durumda Meclis'e mi yoksa "Tek Adam"a mı bağlı olduklarını az çok anlamış oluyoruz!

Aslında İstiklal Mhakemelerinin "inkılâpların ruhu adına" çalıştıklarını ve normal hukuk mahkemeleri olarak değerlendirilmemeleri gerektiğini Ergün Aybars da söyler. Bu mahkemeler zaten Fransız İhtilali Mahkemeleri ve Bolşevik Devrimi esnasındaki yapılan yargılamalarla karşılaştırılarak az adam asmış olmakla övülürler. Zaten İstiklal Mahkemelerinin muhalifleri sindirme amaçlı ve ülkeyi kırımdan geçirmek, halka devletin yeni mantığını öğretmek amacıyla kurulduğu çok açıktır.

Peki, Şeyh Said hadiseleri?

Bunun sadece bahanesidir.

O halde amaç sadece kıyamın bastırılması değildi.

Elbette. Hatta İsmet İnönü'nün 1927 yılında yaptığı bir tahlil vardır bu dönemle alakalı. “O dönemde asıl tehlike Şeyh Said isyanı değil, memleketteki teşevvüş, fikir karmaşası idi.” diyor ve baş sorumluları da İstanbul basını ve bazı siyasiler olarak gösteriyor ki, aslında bir itiraf olarak okumak gerek bu sözleri.

Bu itiraf konusunu biraz açsak.

İstiklal Mahkemelerinde Şeyh Said kıyamının öncüleri yargılanıp idam edildikten sonra, esasen kıyamla bağlantılı oldukları iddiasıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapanmış ve ardından tüm ülke basını idamlarla yargılanıp susturulmuştur. Böylelikle ülke sathında tek bir muhalif ses bırakılmamıştır. Müslüman halkın aleyhine yapılan bütün inkılâplar bu dönem sonrasının ürünüdür. Çünkü artık ortam sütliman kılınmıştır. Ve muhalefete son darbe de İzmir Suikastı Davasıyla nihayetlenmiştir. Mesela İstiklal Mahkemelerinin kapandığı günü F. Rıfkı, "Çünkü artık Gazi'nin başka terör gösterilerne ihtiyacı kalmamıştı!" şeklinde yorumlamaktadır. Basın Takrir-i Sükûn Yasası ile dize getirilirken, Hıyanet-i Vataniye Kanunu da hem Terakkiperverciler için hem de ülke sathındaki tüm Müslümanlar için işletilmiştir. Artık bırakın din namına cemiyet kurup faaliyet göstermeyi, kişisel vaaz dahi vermek yargılanıp ceza almanın, hatta idama mahkûm edilmenin meşruiyet zemini olacaktır.

Peki, o günlerde Meclis'te hiç mi bu işlere karşı çıkanlar olmamıştır?

Oldu elbette. Çok şiddetli anayasa, hukuk tartışmaları oldu. Ancak bu sesler ya suikastlarla ya da bir sonraki seçimde siyasi yaşamı bitirilerek susturuldu. Kemalist radikaller ikinci Meclis'te sayıca güçlü idiler. Eylül 1927'de ise tamamen biatli 316 kişiden oluşan bir Meclis'le terör döneminden diktatoryal döneme geçilmiştir. Bundan sonra yapıp edilenlere karşı çıkabilecek bir güç ortada kalmamıştır.

Tam bir fetret dönemi diyebilir miyiz Müslümanlar açısından da...

Her açıdan. Medreseler kapanmış, Kur'an eğitimi bir süre sonra yasaklanmış. Zaten medreseler açık bile olsa buralarda ders verebilecek insanlarımız ya tenkil ve taktile ya da tehcire maruz kalmış. Can derdine, ailesini, yuvasını koruyabilme derdine düşmüşler. Düşünebiliyor musunuz Şeyh Said kıyamının ardından 500 binden fazla insan Batı illerine zorla göç ettirilmiş. Zaten gayrı resmi rakamlarla 80 bin kadarı kıyımdan geçirilmiş. Hem de çoluk çocuk demeden. Ardından Islahat Planı devreye sokulmuş. Asimilasyonist bir sürece ivme kazandırılmış.

Şapka hadiseleriyle ilgili de benzer bir hususa vurgu yapıyorsunuz kitapta. Şeyh Said kıyama zorlanmıştı, bu kıyam olmasaydı da bölgeye yönelik politikalar bir şekilde hayata geçirilecekti diyorsunuz.

Evet, aynen öyle. Zaten Şeyh Said kıyamı bahanesiyle işletilen süreç olmasaydı İskilipli Atıfları da idam edebilmek mümkün olmayacaktı. M. Kemal "Biz bütün bu işleri Takrir-i Sükûn sayesinde yaptık" der Nutuk'ta. Şeyhler, kanaat önderleri, muhalif kesimler 1925'te ortadan kaldırılıp susturulmasaydı, 1926 ve sonrasındaki zulümler işlenemeyebilirdi. Ya da işleri oldukça zorlaşırdı diyelim.

Azadi Başkanı Cibranlı Halit ve arkadaşlarının yakalanıp idam edilmeleriyle başlayan terör süreci, Şeyh Said kıyamına öngelişme olmuş, zaten pekçok haklarından mahrum bırakılmış bölge insanına yönelik bir operasyonel sürecin başladığı belli olmuştur. Bu yüzden Piran hadisesinden az önce Şeyh Said, "Onlar vurursa vuralım, vurmazlarsa siz de vurmayın!" diyor. Bu ne demek? Hiç lojistik ve askerî olarak aylar öncesinde planlar yaptığı iddia edilen bir kişilik, mahkemeler sürecinde de itiraflara yansıdığı şekilde "Toplar ele geçiriyorduk ama kullanabilenimiz yoktu." der mi? Ya da “Evet, şeriat istiyorduk ama önce hitabeten ve kitabeten bunu ortaya koymak arzusundaydık.” der mi?

Bu örnekle nereye varmak istediniz?

Kemalist tarihçiler bize planlı ve tertipli bir isyandan söz ediyorlar ki, mahkemeler de yargılamalar boyunca bunu ispata gayret ediyor. Bu işin içine sadece doğudaki şeyhler sokulmayacak, tüm muhalifler işin içine katılacak, İstanbuldakiler dâhil. Yani resmi tarih bize "Biz güzel güzel memleket yönetmek istiyor, Batılılaşma yolunda çağdaş hamleler ortaya koymaya çalışıyorken, önümüze haylaz yobazlar, gericiler çıktı, hatta bunların da hem Ankara'da hem de İstanbul'da destekçileri vardı!" demeye getiriyor. Aslında demeye de getirmiyor; Nutuk'ta Mustafa Kemal, bunu açıkça sürecin ideolojik meşruiyetini sağlama alma adına hikâyelendiriyor. Hatta “Tarihçiler bu hainlerin gerçek yüzlerini ortaya koyacaklardır!” diyor.

Koyabildiler mi peki?

Nasıl koysunlar, arşivleri kapattılar. Hayır, koyamadılar ama iftira ve karalamalar günümüze dek devam etti.

Peki, İstiklal Mahkemelerinin Şeyh Said hadiselerindeki rolü ile şapka hadiseleri arasında herhangi bir mahiyet ya da işleyiş farkı var mı idi?

Hayır! Aksine birebir örtüşen yönleriyle bize tam da Kürt, Türk, Laz, Çerkes vs. hiçbir anasır-ı İslam arasında fark gözetmediklerinin göstergesidir bu. Aynı zamanda İstiklal Mahkemelerinin de işleyiş misyonunu ortaya koyar.

Şapka hadiseleri dolayısıyla İstiklal Mahkemelerinin dolaşmak zorunda kaldığı söylenir hep.

Aslında şöyle bir soruyla cevap vermek gerek bu iddiaya: Şapka hadiseleri dolayısıyla mı İstiklal Mahkemeleri il il dolaşmak zorunda kaldı yoksa devletin yeni yüzünü ve inkılâplar yolundaki kararlılığını gösterecek olan İstiklal Mahkemelerinin il il dolaşabilmesi için şapka hadiseleri bahane mi kılınmıştı? El cevap: Farkeder mi diyebilirsiniz sonuçları itibariyle ama suçluları afişe etmek açısından ikincisinin doğru olduğunu belirtmek gerek. Mesela Tokat'a İstiklal Mahkemesi Şapka Kanunundan bir ay evvel gelmiş ve beyanname dağıtarak halkı şapka giymeye teşvik etmişti ki, sonrası malum.

Yani esas hedef İstiklal Mahkemeleri vesilesiyle inkılâplar hususunda kesin kararlılık gösterisi miydi demek istiyorsunuz?

Aynen öyle. Şapka isyanları diyebileceğimiz geniş çaplı isyanlar söz konusu değildir çünkü ve genellikle yargılananlar ya eski Terakkiperverci muhalifler ya da gariban imam, müezzin kimlikli insanlardır. Bazı yerlerde muhalifler sürülmüş ya da sindirilmiştir, bazı yerlerde ise göstermelik idamlar söz konusudur. Sırf halkın gözünü korkutmak amacıyla. Örneğin Hamidiye zırhlısı Karadeniz'de yol alıp bazı dağları vururken, amaç isyan bastırmak değil, devletin demir yumruğunu zihinlere kazımaktır.

Hep şalcı Şöhret Bacı örneğinden bahsedilir şapka hadiseleri anıldığı zaman.

Örnekler o kadar çoktur ki! Şalcı Şöhret Bacı da simgesel bir örnektir. Zavallı kadın meydana evlatlarını sormak için gitmiş, onları göremeyince "Başlarım sizin şapkanıza!" gibi laflar ettiğinden ötürü başına çuval geçirilerek idam edilmiştir, kadın olduğu için. Dönemin gazeteleri bu haberi yazmamıştır. Yıllar sonra Çetin Altan, Şalcı Bacı’yı asanın dedesi olduğunu yazdığında bu hadiseden geniş kitleler haberdar olmuştur.

Netice itibariyle "Hocaları toptan kaldırmadıkça başarılı olamayız!" diyen mantalitenin bütün bir cumhuriyet tarihine damgasını vurduğunu anlıyoruz. Rejimi tahkim eden, sacayaklarının oluşturulmasına sebebiyet veren olayın da Şeyh Said kıyamı olduğu ortada. Peki, bu iki örnek bize başka neyi anlatıyor?

Şunu anlatıyor: Ulus-devlet kurucuları İslam'la, İslami kurum ve değerlerle ve Müslüman kimliğiyle savaşmadan bu işi başaramazlardı. Seküler ulus kimliğin bu coğrafyadaki halklara üst kimlik olarak benimsetilmesi ancak bu savaşın sürdürülmesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Ki, hâlâ bu savaş devam etmekte ve proje ya da paradigma her nasıl isimlendirirsek isimlendirelim ciddi manada sorgulanmaya başlanmıştır.

Liberal-demokrat kesimler ya da gayrı müslimler de aynı gadre uğramışlık tarihine vurgu yapmaktalar.

Haklı olarak yapmaktalar. Ermeniler ve Rumlar da bu ülkede ciddi mağduriyetlere uğradılar. Bu açıdan ulusalcılığın sorgulanması iyi bir şeydir. Ulusalcıların tarihsel günahlarının orta yere serilmesi, nesiller üzerinde yarattığı kirliliklerin ve tahribatların onarılması adına faydalıdır. Ancak bunları hem mağduiryet konularını vuruşturmadan yapmak gerek hem de resmi ideolojinin mağdur kesimler arasına ördüğü duvarların kalınlığını gözeterek rahmet içeren bir dille tartışmaları yürütmek gerek. Çünkü toplumun önemli bir kısmı, bizim sorgulama hızımızda değil. Bunun için zaman gerek.

Bu süreçte İslami kimlik sahiplerinin üzerine ne tür görevler düşmekte sizce?

İslami kimlik sahipleri vahyin ve vahiy kültürünün kendilerine sağladığı geniş bir vizyon ve sağlam bir itikadla bu konulara eğilmeliler. Mesela Şeyh Said'in ve kardeşlerinin, Ermeni mezalimine karşı fetva yayınladıkları, bu fetvanamenin Ermeni Patrikhanesinde bulunduğu bilgisi birçoğumuz için yeni ve şaşırtıcı gelebilir ama Âdem’den bu yana varolan islami kimlik açısından yeni bir şey değildir bu. Tıpkı Ebu Hanife'nin "İsmet âdemiyetledir." sözünde olduğu gibi. Bilinçli Müslümanlar arasında dahi bu sözü kavramakta zorlanacaklarımız mevcuttur. Mezhebî, itikadi, siyasi taassupları bu sözü anlamaya engel olacaklarımız hâlâ vardır. Ancak can, mal, akıl, nesil, dinini korumamız gerekenlerin insan olmaları yeterlidir. Seleflerimiz böyle davranıyorlardı. Mesela Şeyh Said'in bir fetvanamesi "Müslim, gayrı müslim, her kimin canına, malına, dinine..." diye başlar ve karşılığının ölüm olacağı tehdidiyle biter. Said Nursi, Bitlis cephesinde Ruslara ve Ermenilere karşı savaşmış bir gazidir ama o da bir fetvanamesinde benzer cümlelere yer verir. Şunu kavrayabilmeliyiz ki, bu ülkenin hangi dine, fikre, düşünceye sahip olursa olsun tüm halklarının yegâne hamisi Müslümanlar olmalıdır. Aslında cumhuriyet tarihini kavrama çabası, sadece resmi ideolojinin zulümlerini ortaya koyma, kimliğini, felsefesini, icraatlarını deşifre etme değil, aynı zamanda bu vizyonel bakışı da geliştirebilmek, pekiştirebilmek, ezberleri bozmak için yapılmalıdır. Resmi ideolojinin çeperine aldığı muhalif ezberleri bozmak açısından da önemlidir bu çaba. Bugünkü sorumluluklarımızı layıkıyla ve hakkıyla kuşanabilmek açısından da.

Son olarak şu soruyu yöneltmek istiyoruz. İskilipli ve Şeyh Said gibi kişiliklerin devlet tarafından iade-i itibarları hususuna nasıl yaklaşmalıyız?

Ne Atıf Hoca'nın ne de Şeyh Said'in iade-i itibara ihtiyacı var. Onların itibarları zaten Allah katında. Onlar şehitlik gibi en yüce itibar mevkiine zaten kavuşmuş haldeler. Onların dünyadaki itibarları da zaten bizlerin gönüllerinde, zihinlerinde, itikadlarında yaşamakta. Bu hem onlar hem de bizler için yeterli görülmelidir. Biz asıl kendi itibarımıza sahip çıkalım ve onlarla saf tutabileceğimiz ve din günü salihlerle haşrolmamıza vesile olacak iman ve amelleri kuşanmak için Rabbimize yönelelim, yeter.

Cevaplarınız için teşekkür eder; cumhuriyetin ilk dönemin anlaşılmasına ve İslami öncü şahsiyelerin verdiği mücadelelerin aydınlatılmasına katkıda bulunan kitaplarınızın hayırlı olmasını umarız.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR