1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Şeyh Said Kıyamı ve Sonrası Hükümet Politikaları: Diktatörlüğün İnşasına Doğru

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Şeyh Said Kıyamı ve Sonrası Hükümet Politikaları: Diktatörlüğün İnşasına Doğru

Eylül 2012A+A-

1960 darbesi öncesinde Türkiye tarihinde iki darbe yaşandığı söylenebilir. Bunlardan ilki; çok renkli, çok sesli ve Mustafa Kemal’in kişisel ihtiraslarının ve gizlediği mefkurelerin farkında olanlardan müteşekkil Birinci Meclis’in çeşitli provokasyon, suikast ve ayak oyunlarıyla feshedilip, yerine Baas ya da Mübarek rejiminin “seçilmiş”lerine benzer tarzda ‘atanmış’lardan oluşan İkinci Meclis’in oluşturulmasıdır. Bir diğeri ise Şeyh Said kıyamının öncesindeki koşulları da belirleyen bir gelişme olarak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasının ardından, halkta oluşturduğu teveccühün farkına varılıp, Şeyh Said hadiseleriyle “irticakârane” bağı bulunduğu iddiasıyla kapatılıp, basın da dâhil tüm siyasi muhalefetin ortadan kaldırılması idi.

Şeyh Said kıyamının öncesindeki koşullara, bizzat iktidar erkinin kendi gözlüğünden bakmak ne demek istediğimizi anlaşılır kılacaktır.

Paşaların İktidar Kavgası

Mustafa Kemal, Nutuk’ta, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi paşaların, o günlerde, kendisine yönelik planlı bir tertip içerisinde olduklarına dair şüphelerini şu şekilde izah ediyor:

“Bir sene evvel… Rauf Bey, Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve saire arasında bir tertip düşünülmüştür. Bunda muvaffak olabilmek için orduyu ele almak lüzumu görülmüştür…”1

Mustafa Kemal, bu paşaların bir sene zarfında orduda faaliyet gösterdikleri ve siyasete atılmalarının da bu planın bir parçası olduğundan bahisle şöyle devam etmektedir:

“Bu bir sene zarfında, Cumhuriyetin ilanı,2 Hilafetin lağvı gibi icraatımız, müşterek tertip sahiplerini daha ziyade birbirine takrib ederek [yaklaştırarak] müşterek harekete sâik oldu. Harekete politika yolundan geçeceklerdi. Bunun için münasip an ve fırsata müterakkip [gözetleyici, kollayıcı] idiler. Siyasi sahada ve orduda hazırlıklarını kâfi addediyorlardı. Filhakika Rauf Bey ve emsali… İkinci Grup mensupları vasıtasiyle bütün memlekette, milleti aleyhimize ifsat için çalışmak fırsatına malik oldular. Memleket dâhilinde bazı hâfi [gizli] teşkilat ve teşebbüsata da geçtiler. İstanbul’da Vatan, Tanin, Tevhid-i Efkâr ve Sontelgraf, Adana’da Abdülkadir Kemâli bey tarafından çıkarılan Toksöz gibi gazetelerle birleştiler.3 Bu gazetelerle aleyhimize bir anonim taarruza geçtiler. Memlekette umumî bir teşettüt-i efkâr [fikir karmaşası] hâsıl ettiler…”4

20 Ekim 1924 tarihinde Kâzım Karabekir’in, 30 Ekim’de de Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Cevat Paşa’nın da askerî görevlerinden istifa edip Meclis’e dönmeleri; bunlara Rauf Bey, Refet Paşa’nın da destekleriyle muhalefetin güçlenmesi sonucu Mustafa Kemal korkmuş ve meseleyi “Paşalar Komplosu” olarak tanımlayıp, ordu ve Meclis üzerindeki denetim ve hâkimiyetini artırmaya yönelmiştir. İlk önlem olarak da Fevzi Çakmak’la birlikte kendilerine güvendiği asker mebusları milletvekilliği görevinden istifa ettirerek orduya dönmelerini ve söz konusu paşaların yerlerini kendisine bağlı askerî-mebusların doldurmalarını istemişti.5

Bu muhalif addedilen paşalar kadrosuna ve savundukları fikirlere o dönem nasıl bakıldığının önemli bir örneği Vakit gazetesinde 18 Teşrinisani 1340 tarihli nüshasındaki “Bâsubadelmevte Doğru mu Gidiliyor?” başlıklı yazıdır. 17 Kasım 1924 tarihinde başkanlığını Kâzım Karabekir’in yürüteceği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) kurulduğunda, mezkûr gazetede muhtemelen yazdırılmış olan şu sözler çok açık bir cepheleşmenin olduğunu izhar etmektedir:

“Biz Saltanat, hilafet, medreseler, şer’iye ve evkaf gibi dine ait unsurları öldürmüşken, şimdi bu hareketle yeniden ‘öldükten sonra dirilmeye doğru mu gidiliyor?’…”6

TCF’nin kuruluşunun üzerinden üç gün geçtikten sonra İsmet İnönü sağlığını bahane göstererek başvekillikten istifa ediyor ve Mustafa Kemal de olayları değerlendirmek üzere gizli bir toplantı tertip ediyordu.7 M. Kemal bu toplantıda “dinsel gericiliğin bir karşı-devrim tehlikesi yarattığı”ndan bahisle yürütme organının durumunu güçlendirecek bazı yasal değişikliklerin bir an önce yapılmasının gerekliliğinden bahsetmiştir. Bu ve sonrasındaki sözler Takrir-i Sükûn yasasını ima etmektedir. Diyarıbekir mebusu Pirinççizade Fevzi Bey ve diğerleri olağanüstü tedbirlere gerek olmadığını söylemelerine rağmen o, “Benim burnuma barut ve kan kokusu geliyor, inşallah ben yanılmışımdır.” diyerek yapılacak hükümet değişikliğini açıklamış ve aynı gün Fethi Bey yeni kabineyi kurmuştur.8

Mustafa Kemal, Nutuk’ta, TCF’nin kuruluşunu “Muhalifler maskelerini atmak zorunda bırakıldılar. Bilindiği üzere ‘Terakkiperver (yani ilerici) Cumhuriyet Partisi’ diye bir parti kurdular. Gizli ellerin düzenlediği parti programını da ortaya attılar.”9 dedikten sonra partiye bakışını şu sözlerle sürdürmekte:

“Cumhuriyet sözcüğünü bile söylemekten çekinenlerin; Cumhuriyet’i daha doğduğu gün boğmak isteyenlerin kurdukları partiye ‘Cumhuriyet’, hem de ‘İlerici Cumhuriyet’ adını vermeleri, içten gelme ve inanılır bir davranış sayılabilir mi?...”10

“… ‘Parti, dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır’ sözlerini ilke edinip bayrak gibi kullanan kişilerden iyi niyet beklenebilir miydi?... Türk Ulusu yüzyıllardan beri, sonu gelmeyen yıkımlara, içinden çıkabilmek için büyük özveriler isteyen pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi?... Yeni Parti, inançlara saygı perdesi altında ‘Biz Halifeliğin yeniden kurulmasını isteriz. Biz yeni yasalar istemeyiz… Medreseler, tekkeler, bilgisiz softalar, şeyhler, müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlik olunuz! Çünkü Mustafa Kemal’in partisi Halifeliği kaldırdı. Müslümanlığı zedeliyor. Sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecek!’ diye bağırmıyor muydu: Yeni Parti’nin ilke edindiği sözler, bu gerici haykırışlarla dolu değil miydi?”11

Mustafa Kemal, Nutuk’taki bu tespitlerinin devamında, ismini vermediği ama TCF’li olduğunu ifade ettiği bir şahsın, Cibranlı Halit Bey’e 10 Mart 1923’te yazdığı mektupta geçen şu cümleleri alıntılar:

“Âlemi İslam’ın ebedi olmasını sağlayan ilkelere saldırıyorlar. Bu konudaki teşrihatınızı [tafsilatlı açıklamalarınızı] arkadaşlara da okudum. Hepsinin çabalarını artırdı. Batılılaşmak, tarihimizi, uygarlığımızı yitirmeyi zorunlu kılar… Halifeliği yıkmak, din işlerine karışmayan bir hükümet kurmayı düşünmek; bunlar Müslümanlığın geleceğini tehlikeye atacak etkenleri yaratmaktan başka bir sonuç vermez.”12

TCF’nin Nutuk’taki -tarihî gerçeklerle bağdaşmayan- ipe çekilme seansı şu cümlelerle son bulur:

“Efendiler, olup bitenler de gösterdi ve kanıtladı ki, TCF (…) yurtta cana kıyıcıların, gericilerin sığınağı ve dayanağı oldu; dış düşmanların yeni Türk Devleti’ni, körpe Türk Cumhuriyeti’ni yıkmayı öngören planların kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. Tarih; gizli amaçlarla düzenlenmiş, genel ve gerici Doğu başkaldırısının nedenlerini inceleyip araştırdığı zaman, onun önemli ve belirli nedenleri arasında TCF’nin dinsel konularda verdiği sözleri ve Doğu’ya gönderdiği sorumlu yazmanın kurduğu örgütleri ve yaptığı kışkırtmaları bulacaktır.”13

Parti programındaki maddelerden de anlaşılacağı üzere, TCF’nin Mustafa Kemal’i partilerüstü bir konuma bağlayıp yönetim dışında tutmak istemesi, onun keyfi uygulamalarını engellemeye çalışması, “devrimler”in halka karşı ve halka rağmen, oldubittilere getirilmesinin engellenmesi ve 5. maddede yer alan, “halka danışmadan anayasada hiçbir değişikliğe gidilemeyeceği” ifadeleri aslında daha Birinci Meclis’ten itibaren, çeşitli milletvekillerinin Mustafa Kemal’in benmerkezci ve ihtiraslı tutum alışlarına karşı ortaya koydukları tepkilerin bir özeti mesabesinde idi. Fark, artık bu muhalefetin açıktan ve örgütlü bir tarzda bir siyasete dönüşmüş olmasıydı. Gerçekte, Mustafa Kemal’in Nutuk’ta abartarak anlattığı ölçüde temel ideolojik hedeflerde bir farklılık yoktu. Ne saltanatın geri getirilmesi, ne hilafetin ihyası, ne Batılılaşma ve medenileşme ne de Türk milli kimliğine dayalı bir Cumhuriyet konusunda ayrım söz konusuydu. Fark bütün bunları yorumlama ve uygulamada idi. TCF mensupları, başta Kâzım Karabekir olmak üzere, hukuk, özgürlükler, halkın yaşam alanları ve değerlerine saygı konularında ilkeli idiler.14 Kişi taassubuna ve otoriteryanizme karşı çıkmaktaydılar. Gidişatı doğru okuyorlardı. Hukuk devletinden yana, merkezde temel hakların olduğu bir anayasa ve devlet yapısında taraftar idiler. Bu ilkelerle siyaseten yürüyebileceklerini, hatta bu ilkelerin halk tarafından da benimsenmesi neticesinde ülkeyi her açıdan daha da geliştirebileceklerini ve kişi merkezli otoriter yapılanma tehlikesini de bertaraf edebileceklerini düşünüyorlardı. Ancak gördüklerinin yanında göremedikleri, tahmin bile edemedikleri hususlar da vardı: Mustafa Kemal’in geleceğe dair planlarının hudutlarının ne olduğu!15

Takrir-i Sükûn; Hıyanet-i Vataniye Kanununun birinci maddesindeki değişiklik; İstiklâl Mahkemeleri; Divan-ı Harbi Örfiler vb ile ilgili kendi sonlarını da hazırlayacak süreçlerdeki Meclis tartışmalarında sürekli anayasaya ve kanunlara yaptıkları vurgular, her ne kadar tartışmaları alevlendirse de Meclis’te oluşan ve M. Kemal’e bağlı çoğunluğun kararlarını etkilemiyor, bilakis akıbet hızlanıyordu.16 Şeyh Said hadiseleri karşısında sert tedbirlerin alınabilmesi, isyanın hudutlarının abartılması sayesinde gerçekleşiyor,17 aslında basın da dâhil olmak üzere bütün bir muhalefetin susturulması ve arzu edilen politikaların hayata geçirilmesi hedefi güdülüyordu. Bu, adım adım gerçekleşen ve TCF ile olan ideolojik yaklaşımların ortaklığından da güç alan bir süreçti. Yani TCF, her ne kadar isyanın karşısında ve alınan tedbirlerin -kısmi itirazlarla- yanında olsa da bu, hedefleri çok uzaklara dayanan ve bu yolda isyanı kendisine önemli bir bahane unsuru kılan muktedirlerin gözünde bir değer ifade etmiyordu. Onların halka, halkın değerlerine, bunları temsil ettiklerini ifade eden ve Milli Mücadelede de önemli roller üstlendikleri çok iyi bilinen siyasiler, gazeteciler, kanaat önderleri, mütefekkirlerin uyarılarına, bölgedeki Kürt, Arap vb. Müslüman halkların genel maslahatlarına olan yaklaşımları, tamamen yeni kurulmuş olan ulus-devletin tali çıkarları ve kendi erklerinin devamı açısından bir anlam ihtiva ediyordu.18 Muhalifler; İslam ve hilafet düşmanlarından kurtulmuş olduktan sonra, Türk milli kimliğinin muktedirliği altında olsa da hep birlikte, Anasır-ı İslam’a dayanarak ülkeyi imar ve inşa edeceklerini düşünürken; muktedir olan ve meşruiyetini Milli Mücadele başarılarına dayalı gücünden alan radikal kadro,19 adeta esas savaşın şimdi başladığını, başta halkı etkileyen ileri gelenleri ortadan kaldırmak olmak üzere,20 olmayan bir ulusu mezkûr coğrafyada kendi zihinlerindeki pozitivist, materyalist, sosyal Darwinist, laik-Batılılaşma formülleriyle inşa etmenin derdine düşmüşlerdi. Gerçekte, kendi iktidarlarının da bekasını bu politikada görmekteydiler. Aksi hareket etmek, bir süre sonra bu güçlü ve ülke sathında yaygın muhalefet tarafından tasfiyeyi beraberinde getirebilirdi. Bu açıdan her gelişmeden istifade şarttı. (Şeyh Said kıyamında olduğu gibi.) Yani siyasi gelişmelerin kendi seyrinden öte, getireceği avantajlı sonuçlar önemliydi. (İzmir suikastında ve davasında olduğu gibi.) Gelişme yoksa gerekirse yaratılmalı idi. (Menemen hadiselerindeki gibi.) Engelleri bertaraf etmede her türlü ve ayrım gözetmeden herkese yönelik ayak oyunları dönemin iktidarının temel prensibi idi. Ki çoğu zaman iktidara yakın olanlar bile, bütün bunların sadece idealler ve tartışılamayacak radikal prensipler adına yapıldığını zannediyorlardı. Bir kısmı da ancak başlarına gelen felaketlerden sonra uyanıyorlar ya da bunu fark ettiklerinde oyunu kurallarına göre sessiz sedasız sürdürüyorlardı. Bu açıdan, sadece Milli Mücadeleyi birlikte vermiş olmak, büyük fedakârlıklarda bulunmuşluk, aynı Batılılaşma hedeflerine yürüyor olmak, iktidarı paylaşmak hakkını mahfuz kılmıyordu. Kurtluk kanununda ilkeler, prensipler, paylaşmak ya da hakkı olduğunu düşünmek yoktu. Kim kimi yerse! Şeyh Said hadiselerindeki somut gelişmelere bir de Türk milliyetçilerinin bu kavgası üzerinden bakmakta fayda var.

Kurtluk Kanunu

Milli Mücadelenin muzaffer kumandanlarından ve TCF kurucularından Cafer Tayyar Paşa, Kâzım Karabekir’in damadı Prof. Dr. Faruk Özerengin’e anlatıyor:

“Biz İktidar hırsı düşünen insanlar değildik. Biz bir denge unsuru olmak istiyorduk. Ve Amerikan liberalizmini esas almıştık. Onda da dine hürmetkârdık… Onun için bu partiyi kurduk. Fakat bu parti birden büyük rağbet gördü. Bunu hiç söylemiyorlar. Ve seçimleri kazanma ihtimali büyük çapta belirdi. Bunun üzerine Doğu’da bütün İstiklâl Harbi sırasında hiçbir isyan çıkmamışken, nasıl olduysa oldu, Doğu’da isyana yönelik kıpırtılar başladı. Bunu Dâhiliye Vekâleti bildiği halde, gerektiğinde tedbirler alınmamak suretiyle isyana (Şeyh Said isyanı) dönüştü.21 Bunun üzerine Halk Partisi de ‘Takrir-i Sükûn’ kanunu çıkardı. Gayet sert bir kanun. Ve o kanun çıktığı gün Meclisi de tatile soktu. O tarihte başvekil olan Fethi Bey, Halk Partisi’nin yaptığı ceberutluğun aleyhinde idi ve istifa etti. İsmet Paşa başvekilliğe gelir gelmez ilk işi Takrir-i Sükûn kanununu çıkardı. Takrir-i Sükûn kararlarına dayanarak da bu partiyi (TCF’yi kastediyor -B.K.-) feshettiler. Bunların demokrasiyle, şunla bunla alakası yoktur.

Bu adamlar iktidarı ele geçirmişler ve dedikleri her şeyi yapma sevdasında olan insanlardı. Ne yapacaklarını da doğru dürüst bilmiyorlardı. Kimisi komünist olalım peşinde idi, kimisi dindar olalım peşinde, kimisi bilmem ne? Sonunda tabii güçlü grup, laiklik namı altında din düşmanlığına ve diktatörlüğe yürüdü. İslami Cumhuriyetti ama yönetim tam şekliyle diktatördü. Tam diktatörlüktü. Bilindiği gibi sonra da her şeyi yaptılar.”22

Şeyh Said kıyamı bahane edilerek TCF, İstanbul basını ve sair muhalifleri sindirme amaçlı niyetleri ortaya koyan Dr. Rıza Nur’un şahitliği de yukarıdaki aktarımı tamamlar mahiyette:

“Mustafa Kemal, Fethi Bey’e Takrir-i Sükûn unvanlı bir kanun yapılıp işe girişilmesini teklif eder. Bunu yalnız isyan mıntıkasına değil, her tarafa hatta İstanbul’a da teşmil etmek ister. Çünkü ona göre İstanbul basını da bu isyanın sebebi ve Şeyh Said ile berabermiş(!) Hatta yeni fırkayı [TCF] da işin içine sokuyor. Nutkunda buna delil olarak Şeyh Eyüp’ün mektubunu gösteriyor. Olabilir ya, bir adam böyle diyebilir. Bundan fırkanın dini isyan yaptırdığına nasıl hükmedilebilir? Fırka ‘dini alet edip isyan edin’ demiş mi? Hayır. Şeyh Said’in isyanına bir sebep de bu fırka imiş. Çünkü delil de programlarına dinî bir kayıt koymaları ve şark vilayetlerine gönderdikleri teşkilata memur adamlarının, oralarda dini propaganda yapmaları imiş… Bu vesile ile yeni fırkayı, İstanbul basınını, başka ne kadar muhalif veya şüphelendiği ve korktuğu adamlar varsa hepsini imha edecek… Hâsılı ciddi bir karakırım yapacak ki, koleralar, türlü salgınlar yapamaz…”23

Şeyh Said Kıyamına Dair Alınan Tedbirler: Hükümet ve Muhalefetin Meclis Tartışmaları

Başvekil Fethi (Okyar) Bey ve Mustafa Kemal’in hadiseye yaklaşımlarındaki farklar daha ilk günlerde ortaya çıkmıştı. Sıkıyönetim tedbirlerini yeterli gören Fethi Bey’in karşısında Mustafa Kemal’e tam destek veren ve sert tedbirlerden yana olan bir çoğunluk vardı. Ancak ayrılık sadece bu alanda değildi. 25 Şubat günü Meclis’te yaptığı konuşmada; “Hadise padişahlık, hilafet, şeriat, Abdülhamid’in oğullarından birinin saltanatını temin gibi irticakâr bir propaganda örtüsü altında Kürtçülüktür.”24 diyen Fethi Bey’in söylemine karşı Mustafa Kemal “irticai isyan” denilmesinden yanadır.25 Fethi Bey, konuşmasının devamında, “Anayasanın 2. maddesindeki Türkiye Cumhuriyetinin dini, din-i İslamdır!” ibaresine atıf yaparak; bu böyle bilindiği halde dini alet ederek memleket dâhilinde isyan çıkaranları 31 Martçılara ve Arnavut ayaklanmacılarına benzetmektedir. Bu konuşmanın amacı, önceden belirlenmiş olan Hıyanet-i Vataniye Kanununun birinci maddesinin değiştirilmesidir: “…Dinî duyguları siyasi gayelere esas veya alet etmek amacıyla…” cemiyet (örgüt) kurmak, bunlara girmek vatana ihanet sayılacaktır. Aynı şekilde devlet şeklini değiştirmeye veya genel emniyeti bozmaya, halk arasında fesat sokmaya yönelik konuşma ve yayınlar da “keza” vatana ihanet sayılacaktır.26 TCF’lilerin de desteğiyle kabul edilen ve basını da hedef aldığı çok açık olan bu madde, sonrasında kendilerine de uygulanacaktı.

Hadiselerle bağı oldukları iddiasıyla daha sonra kapatılacak ve tüm üyeleri yargılanacak olan TCF Başkanı Kâzım Karabekir de hükümete tam destek vermekte ve şiddetli alkışlar arasında Meclis kürsüsünde şu konuşmayı yapmaktadır:

“Hükümetimizin beyanatı nazaran Şark vilayetlerimizde idare-i örfiyeye mucip hâdiseler zuhura gelmiştir. Bu mahdur mütegallibenin haricî teşvikatla bazı emellere nail olmak için halkı, dini tahrikle izlâl ettikleri anlaşılmıştır.

Dini âlet ittihaz ederek mevcudiyeti milliyemizi tehlikeye koyanlar her türlü lânete lâyıktır. Hükümetimizin kanunî olan icraatına, biz de bütün mevcudiyetimizle müzahiriz [yardımcıyız].

Dâhilî ve haricî herhangi bir tehlike karşısında bütün cihan yekvücut evlâtları, her zaman, her fedakârlığa amadedir.”27

O günlerde muhalefetin Fethi Bey’e sürekli destek olması, gerçekte M. Kemal’in daha sert tedbirlerle farklı bir amaca yürümek istemesinden ve buna engel olma çabasından kaynaklanmaktaydı. Onun tüm ülkeyi sarabilecek ve içine kendilerinin de dâhil edileceği bir politika izleyebileceği şeklindeki endişeleri boşuna değildi. Nitekim beklenen gelişmenin ilk adımı yaşandı. Bu değişikliğin kabulünden bir gün sonra Fethi Bey, Kâzım Karabekir’e gelerek, Mustafa Kemal’in kendisini fırkayı kendi kendinize dağıtmanız için tebliğe memur ettiğini belirterek şöyle dedi: “Dağıtmazsanız geleceği çok karanlık görüyorum. Çok kan dökülecektir.”28

Dikkat edilirse, bu konuşmalar Şeyh Said kıyamından bağımsız olmasa da kıyamın boyutları ve hükümetçe hissedilen tehlikelerinden bağımsız olarak gelişmekte ve politik sürecin M. Kemal’in hedefleri doğrultusunda yönlendirildiğini göstermektedir. Öte yandan, Şeyh Said kıyamı devam etmekte, hatta 12-13. gününe varmış bulunmakta ama Meclis’te hâlâ, kıyamın ciddiyeti ile abartılması arasında gidip gelen tartışmalar olmakta ve alınacak tedbirlerin dozajı konusunda şiddetli münakaşalar serdedilmektedir. Münakaşaların merkezinde de Anayasa ve hukuka uygunluk ile halka ve muhaliflere yönelik ideolojik saiklerin kanunlaştırılmaya çalışılıp bunların sert tedbirlere bahane ve meşruiyet unsuru kılınması konusu gelmektedir.

Metin Toker,29Şeyh Said ve İsyanı başlıklı çalışmasında açık ve net bir biçimde konuya açıklık getirmekte; Fethi Bey’in baştan beri, Halk Fırkası’ndaki radikallerin Şeyh Said isyanı için aşırı sert tedbirler aldırıp bu tedbirleri “muhalefete karşı bir silah” olarak kullanmalarından endişeli olduğunu belirtmektedir.

Toker’in tespitleriyle konuyu daha da açalım:

“Gazi’nin istediği, bütün memlekete şâmil sıkı tedbirlerin alınması, ihtilalin yumruğunun ‘karşı ihtilal’in boğazına bastırılmasıydı. Buna mukabil Fethi Bey, isyan bölgesinde bunu yapmaya hazırdı; fakat bütün memlekette bunun yapılmasına lüzum görmüyordu. Durum Gazi’nin sandığı kadar vahim değildi. ‘Karşı ihtilal’ denen hareket totaliter bir idarenin kurulmasını gerektirecek önemde olmaktan uzaktı… Fethi Bey, sert tedbirlere lüzum hissetmiyordu.”30

Toker’e göre TCF açısından da durum şu minvalde idi:

“Fethi Bey’in hükümetin başında bulunması, Karabekir ve arkadaşları için bir teminattı. Eğer o gider de İsmet Paşa ve radikalleri iktidara gelirlerse kendi çanlarına ot tıkanacağından emindiler. Açıkta Gazi Paşa’yı övüyorlar… Fakat hepsi Gazi’nin eski arkadaşları oldukları için onun asıl meşrebini biliyorlar, az olan ‘tahammülünün’ yakında son bulmasından endişeleniyorlardı… Yapacakları Fethi Bey’i ellerinden geldiği kadar tutmak, onun sunacağı her teklifi Meclis’te desteklemekti. Ta ki, Fethi Bey’i yerinden edecek bir kriz patlak vermesin.”31

Örgeevren de konuyla ilgili olarak; Fethi Bey’in isyanı, sadece “irticai ve mahalli” gördüğünden32 bahsetmekte ama hükümet yanlısı olduğu için bu bakışı eleştirmektedir.

Fethi Bey, bu tavrını Meclis’te sonuna kadar savunmuş, M. Kemal’in görüşlerini sert ifadelerle savunan radikallerden biri olan Recep Peker’in “Şiddet şarttır!” sözlerine karşı şu cevabi ifadelerde bulunmuştur:

“Bir hadise çıktığı zaman, yalnız o hadisenin failleri aleyhinde hareket etmek ve genel huzur ve sükûnu bozmaktan çekinmek lazımdır. Birkaç kişinin hareketinden dolayı milyonlarca vatandaşın rahatını kaçıracak bir siyaset takip edemem…”33

Toker’e göre, “Lüzumsuz şiddetle ben elimi kana boyayamam!” diyen Fethi Bey, arzulanan başbakan olmadığını ispat etmiş ve yerine İsmet Paşa kabinesi geçirilmişti.34

Takrir-i Sükûn Kanunu ve Şiddetli Tartışmalar

İsmet İnönü’nün güvenoyu almasının hemen ertesinde Huzurun Sağlanması Kanunu Tasarısı hükümete totaliter35 yetkiler ve İstiklâl Mahkemelerini kullanma imkânı veriyordu:

Madde 1 – İrticaya ve isyana ve memleketin içtimai nizamını ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale sebep olan bilumum teşkilât ve tahrikler ve teşvikler ve teşebbüsler ve yayınları, hükümet, reisicumhurun tasdiki ile resen ve idareten yasaklamaya mezundur [yetkilidir].36

Artık M. Kemal ve kurdurduğu hükümet takip ettiği siyaseti açıkça belli etmekte; Şeyh Said kıyamının boyutlarını aşar tarzda, kıyamı bahane ederek, sadece isyan bölgesini değil, tüm ülkeyi içine alan bir darbeci-ihtilalcı programı hukuk kılıfına uydurarak uygulamaya sokmaktadır. Herkes bunun farkındadır ve itirazlar anayasa ihlali ve hukukun katledilmesi tartışmaları üzerinden yürümektedir.

Meclis tamamen baskı altındadır. M. Kemal’e bağlı ve onun görüşlerini şiddetle propaganda eden radikaller tartışmalar esnasında ön sıralarda oturmuş, laf atıp, bağırıp çağırarak muhaliflerin konuşmalarını engellemeye çalışmaktadırlar.

Örgeevren’in deyişiyle “Şüphe üzerine kanun olmaz”37 görüşünü ısrarla savunan Dersim Mebusu Feridun Fikri şöyle demektedir:

“Açın bütün dünyadaki hükümet tarihini, açın siyasi tarihi, dünyadaki bütün keyfi hükümetler olanca icraatını, olanca yanlış hareketlerini ‘huzur ve sükûn’ kapısından, kaidesinden içeri sokmuşlardır.”

Fikri Bey’in bu sözlerine Zonguldak mebusu Tunalı Hilmi’nin ima ve istihza içeren cevabı manidardır:

“Sen de uslu otur çocuğum!”38

Feridun Fikri Bey, konuşmalarında 1924 Anayasasının “kişi dokunulmazlığı, vicdan, düşünce, ifade, yayın, toplantı, dernek kurma” özgürlüklerini sağlayan 70. Maddesini39 okuyarak, Takrir-i Sükûn Kanununun anayasaya aykırı olduğunu izaha gayret sarf ediyordu. Ona göre “irtica”, “isyan”, “memleketin içtimai nizamı”, “huzur ve sükûn” gibi kavramlar hukuken tanımlanmamış ve muğlâktı. Hükümetin istediği zaman temel özgürlükleri bu yasaklara sokabileceğini anlatmaya çalışıyordu. O, Takrir-i Sükûn’u, Fransız İhtilalı döneminde jakobenlerin çıkardığı “Şüpheliler Kanunu”na benzetiyordu.40

Artık TCF’liler için geri sayım vakti gelip çatmıştır. Fethi Bey hükümetinin tedbirlerine cansiperane bir nutukla destek veren Kâzım Karabekir, bu defa ciddi manada endişelidir:

“Yüksek huzuru âlinize getirilen kanun vuzuhsuz ve elastikidir. Eğer bu kabul edilirse … artık milletvekillerinin sesleri dahi bu kubbe altında harice çıkamayacaktır. Bu kanunu kabul etmek, Cumhuriyet tarihi için bir şeref değildir… İstiklâl Mahkemelerine gelince, İsmet Paşa Hazretleri eğer İstiklal Mahkemelerini ıslahat âleti zannediyorlarsa pek ziyade yanılıyorlar.”41

Rauf Orbay da yasanın anayasaya aykırı olduğunu ifade ediyor, Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemelerine karşı çıkıyor ve şöyle diyordu:

“…Genç isyanıyla Cumhuriyetimizin tehlikede olduğunu bendeniz kabule mazurum… İstiklal Savaşı zamanında en çetin hadiseler karşısında Millet Meclisi şu veya bu kanunu ihmal etmiş değildir. Millet Meclisi Teşkilât-ı Esasiyeye muhalif bir harekette bulunmuş değildir…”42

Rauf Orbay belki kısmen haklı idi. Ama İstiklâl Harbinden daha şümullü ve çetin bir iç siyasetin ülkeyi beklediği ortada idi. Öncelikli hedef Şeyh Said ve isyancılar gibi görünse de aslında öncelikle muhalif gruplar, bölge halkı ve ardından tüm ülke sathı esas hedefti. Asıl hedefe giden yoldaki öncelikli engeller temizlenmeden de bunu başarmak mümkün değildi.

Kozan mebusu Ali Saip Bey, İstanbul basınına Meclis’ten “Allah belalarını versin, kahrolsunlar!” diye bağırıyor; Recep Peker, kanunun “zehir yuvaları hangi köşede ise orada arayıp bulmak salahiyetiyle donanan bir hükümet vücuda getirmek” olduğunu söylüyor; “Görülecek zehir ve yılan yuvaları tahrip edilecektir… Dezenfekte edilecektir!”43 derken elbette sadece Şeyh Said ve arkadaşlarını ve İstanbul basınını kastetmiyordu.

Nitekim Takrir-i Sükûn’un kabulünün hemen akabinde Meclis’in de yetkileri kısıtlanıyor, Sıkıyönetim ve İstiklal Mahkemelerinin idam hükümleri Meclis denetiminden çıkarılıyordu. Rauf Bey ve arkadaşları hadiseleri “mütegallibe isyanı” diye niteleyerek modern ordunun bu işi halledeceğini savunurlarken, Ankara İstiklal Mahkemesi bütün bir basını ve kendileri de dâhil tüm ülke sathındaki muhalefeti susturmak için kolları sıvamıştı bile.44

Netice itibariyle bir süre sonra “İhtilal hukukunda inkılâbın kanunu anayasadan üstündür!” düsturu galip gelecek ve anayasaya göre dokunulmazlıkları olan muhalif milletvekilleri bile tutuklanıp idam edilecektir.

Ülke Sathındaki Tüm Basın Susturuldu

Şeyh Said’in ve Binbaşı Kasım’ın mahkeme tutanaklarındaki ifadelerinden yola çıkarak başladığı iddia edilen basındaki bazı kalemlerin yargılanması meselesi, tamamen kılıfına uydurulmuş bir süreçtir. Şeyh Said’in “Basın kinimizi artırıyordu.” ifadeleri ve bazı basın kuruluşlarının bu meyanda isimlerini zikretmesi, kendisine sorulan sorulara açıklıkla cevap vermesiyle ilgili bir husustur.45 İşin gerçeği, basının susturulması meselesi Hükümet ile İstiklal Mahkemeleri işbirliğince önceden hazırlanmış kurgular idi. Sebilürreşad, Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, Toksöz gibi birçok yayın kuruluşu ve gazeteci hem radikal mebusların hem de Falih Rıfkı, Yakup Kadri gibi hükümet yanlısı gazetecilerin hedefinde idiler. Bu meyanda sadece İslam referanslı olanlar değil, tüm muhalif basın sindirilmiştir.46

Şark İstiklal Mahkemeleri heyetinden Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası adlı kitabında basının yargılanması-Ankara ilişkisine dair şu itiraflarda bulunuyor:

“Beni cesaretlendirmek için, Ankara’dan ikinci derecedeki bazı zevattan [İsmet İnönü’yü kastediyor] her gün şifreler alıyordum. Bu şifrelerde, gazetecilerin Cumhuriyetin ilanından itibaren hükümete karşı aldıkları menfi durum izah olunarak, haklarında tatbik edilecek cezanın bana itibar sağlayacağı ifade edilmekte idi.”47

Sanıkların Hıyanet-i Vataniye’den yargılanmalarına48 sebep olan iddianameyi hazırlayan savcı Avni Doğan, gazetecilerin suçlandıkları konuları şu şekilde özetlemektedir:

“Cumhuriyet düşmanlarına, özellikle de Şeyh Said’e cesaret verdikleri, inkılâplara karşı eski düzeni getirmek istedikleri, basın hürriyetini suiistimal ettikleri, hükümeti ve hükümetin mensup olduğu partiyi diktatörlük ve tedhiş idaresi kurmakla suçlamaları.”49

Basına Gücün Kimde Olduğu Öğretildi

Gazetecilerden hiçbiri idam gibi ağır bir cezaya çarptırılmadı. Basının yargılanmasındaki amaç öncelikle, bu ülkenin sahibinin kim olduğunun öğretilmesine dönük bir güç gösterisi idi. Hedef, derslerini gereğince almaları, uslanmayanların susturulması ve gazetecilik hayatlarının son bulması, diğerlerinin de böylelikle hizaya getirilip, gazeteciliğin, iktidara ilke, prensip, hukuk, politika öğretmek değil, inkılâp kadrolarının yaptıklarını takdir edip övmek ve yapılanları sonuna kadar elbirliği ve yekvücut halde savunmak olduğunu öğretmekti. Nitekim böyle bir basın yok ise eğer, yaratılacaktı.

Eşref Edip, İstiklal Mahkemelerinde yaşadığı teatral yargılamaları Sebilürreşad’da yayınlayıp, detaylarıyla buradaki mizansenlerden bahsederken,50 Hüseyin Cahit Bey de “böyle adalete aykırı bir mahkemede mahkûm olmayı, hâkim olmaya tercih ettiğinden”51 bahseder. Eşref Edip, bir hukukçu olan, Mustafa Kemal’e çekilen “af” telgrafına imza atmayan Abdulkadir Kemalî Bey’in kendisine “Hukuki esaslara göre bu mahkeme bizi muhakeme edemez. Ceza usulünde suçun önceden oluşması şart değil mi?” deyip bunları mahkemede ifade buyuracağını söyleyince, kendisinin “O eli kanlı cellât Ali Saib de bu hukukî kaideleri dinleyecek öyle mi?” diye mukabelede bulunduğunu aktarır.52

Sebilürreşad ve Şeyh Said

Eşref Edip, kendisine usulen sorulan medreseler ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu hakkında yazdığı yazılarla ilgili suallerden sonra hatıratında okuyucuya şu mesajları veriyor:

“Zihniniz başka tarafa dalmasın. Her gün düzine ile adam asan İstiklal Mahkemelerindeyiz. Vatana ihanetle suçlanmış bulunuyoruz. Niye böyle konu dışı sorular soruyorsunuz, diye ben itiraz edecek değilim ya… Hakkımızda da peşin karar var ama niye böyle işi uzatıyorlar?”53

Edip, kendisine “Makalelerinizde dinin baskıya, yıkıma uğradığından bahsediliyor. Böyle bir şey var mı?” şeklinde yöneltilen suali de şöyle yorumluyor:

“Var desek; tamam işte. Şeyh Said isyanı bu yüzden oldu diyecekler; onun yolunu boylayacağız. Ne demeli? Dinde bir yıkılma, yok olma olduğunu bilmiyorum. Bu meseleler içtimai meselelerdir, münakaşalı konulardır. Bir takım muharrirler dine karşı saldırıda bulunuyorlardı. Sebilürreşad da bunlara cevap vermiş, ilmi münakaşalarda bulunmuştur. Muhatabımız hükümet değildir…”54

Eşref Edip’in Şeyh Said’in mahkeme beyanları ile ilgili yorumları ilginçtir. Bu yorumları naklettikten sonra, nakarat gibi tekrarlanan ve Şeyh’i zan altında bırakan bazı tarihî gerçeklere buradan cevap vermek elzemdir. Şöyle diyor Edip:

“Sebilürreşad’dan çok bahsetmesi canımı sıkmıştı. Birçok dini ve içtimai meseleler münakaşa konusu olmuş. Bunları nerede gördün, nereden öğrendin, denince, hep Sebilürreşad’da okudum, demiş. Kendisi Sebilürreşad’a abone değilmiş. Kardeşi abone imiş. O da kardeşinden alıp okuyormuş. Urfa’da mahkemenin kâtipleriyle görüştüğüm zaman, arkadaşlar beni korkuttular.  Müdafaanamesini/yazılı savunmasını gösterdiler. Nesih ile yazılmış, eğri harfler ve kelimelerle. Hâlâ gözümün önündedir. Saydım, on sekiz yerde Sebilürreşad’dan bahsetmiş. Sebilürreşad’a kastı mı var, nedir? Allah kusurlarını, günahlarını affetsin. Herhalde mertçe bir hareket değil. Bunu hoş görmek, tabiî telakki etmek mümkün değil. Böyle büyük işlere kalkan bir adamın şunu bunu haksız yere felakete sürüklemesi elbette doğru değil. Gerek insaniyet, gerek asalet, gerek İslâmiyet itibariyle de doğru değil. Herhalde mertliğe aykırı. Nerede okumuşsan okumuşsun. Bunu tekrar tekrar ileri sürmekte mana ne? Herhalde bunun bir hikmeti, başka bir sebebi var.

Biz Diyarbekir’den giderken, Diyarbekir’den garp vilayetlerine sürülen Kürd beyleri ile Urfa Hapishanesinde bir gece karşılaştık. Onlar bu işin hikmetini, içyüzünü anlattılar. Cebinde Ankara ile hususi şifresi olan Ali Saib, Şeyh Said’e hususi bir telkinde bulunmuş. Bu hareketinin sebebinin gazeteciler olduğunu ileri sürmesini söylemiş. Böyle yaparsa idamdan kurtulacağını; Edirne’ye sürgün edileceğini vaat etmiş. O da ciddi surette buna inanmış. Şeyh Said’le beraber hapishanede yatıp kalkan Kürd beyleri, yemin üstüne yemin ederek bunu bana anlattılar. Ve dediler ki;

‘Ali Saib, mahkemeyi bu maksatla biraz uzattı. Gazetecilerle, bilhassa seninle, Şeyh Said’i karşılaştıracak, konuşturacaktı. Herhalde özel bir maksadı vardı. Fakat siz Diyarbekir’e gelmekte geciktiniz. Hükümlerin verilmesini ve infazını daha fazla tehir etmeye imkân kalmadı…”55

Bu tanıklık ve tarihî şehadetler çok önemli; bu konunun vuzuha kavuşturulması da. Öncelikle ifade etmek gerekir ki, bazı mahkeme heyeti üyeleri özellikle Şeyh Said ile yakın ilişki kurmuş ve özel sohbetlerde bulunmuşlardır. Bunlardan biri de yazı dizimizin ikinci bölümünde anlattığımız üzere Ahmet Süreyya Örgeevren’dir. Ali Saip Ursavaş ise bir Kürt’tür. Onun da Şeyh’le özel sohbetlerde bulunmuş olduğu tanıklıklarla sabittir. Bu sohbetlerde muhtemelen, önceden hazırlanan ama Şeyh Said’in haberinin olmadığı bu mizansen sahneye konmuştur. Yani Ali Saip, Şeyh’e samimi bir şekilde yaklaşıp, gazetecilerden etkilendiğini belirtip, bu konuda da somut isimler verirse cezasının sürgüne çevrilebileceğini ifade etmiştir. Yine muhtemelen zaten yazıları matbu halde bulunan bu gazetecilerin bundan etkilenmeyecekleri ama cezasının hafifleyeceğine Şeyh ikna edilmiştir. Yani Ankara’nın Ali Saip’le birlikte gazetecilere hazırladığı kumpastan Şeyh’in haberinin olması mümkün değildir. Zaten Şeyh de hiçbir gazeteciye iftira atmamış, doğruları olduğu gibi aktarmıştır. Ali Saip’e hitaben mahkemede, “Hani doğruları söylersem kurtulacaktım!” demesi ve ahirette bunun hesabını kendisinden soracağını ifade etmesi bundandır.

Eşref Edip’in şüphe ve temkinlilik içerisinde sorduğu sorular da anlamlıdır. O da hadiseyi bilebildiği kadarıyla yorumlamaktadır. Lakin bu sorgulamada eksik bıraktığı bir husus vardır. Şeyh, bir kıyamın öncüsü, tasarlayıcısı ve idarecisi olma sıfatıyla akıbeti belli bir sona doğru sürüklenmektedir. Bir isyanın düzenleyicisi olma sıfatıyla suçlu konumdadır artık. Kısa bir süre önce savaştığı bir gücün elindedir ve kurtulma ümidi içeren küçük kıvılcımlara bile dikkat kesilmesi gayet doğaldır. Hatta mahkemede bütün bir süreci hiç inkârda bulunmadan, olduğu gibi anlatma yürekliliği göstermiştir. Öte yandan gazeteciler, hiçbir şekilde suçlu olmadıkları bir konudan dolayı gayrı kanuni bir biçimde yargılanırlarken ve tamamen bir mizansene maruz bırakılırlarken dahi nice oyun, mugalâta, hatta yalanlara başvurmuşlardır. Haksız da değillerdir. Çünkü onlar da can derdiyle bir an önce bu mizansenin son bulmasını arzulamaktadırlar. Adaletsiz bir mahkemenin ve cellâtların elinden bir an evvel kurtulma ümidi taşımak kadar doğal-insani bir duygu olamaz. Ali Saip’in de kişiliğini anılarında belirten ve öfkesinden, şerrinden uzak kalmak için ne dolaplar çevirdiğini aktaran Eşref Edip’in bu meselede daha derinlikli tahliller yapması yerinde olurdu kanaatindeyiz.

Gazetecilerin Yakarış ve Af Makamı: Reisicumhur

Affolunmalarının hikâyesi de tanıdıktır. Yargılanan gazetecilere Gazi’den af diledikleri takdirde beraat edebilecekleri söylenmiştir. Bu meyanda “Reisicumhur Gazi Paşa”ya hitaben bir telgraf çekerler:56

“Biz yüksek dehanızın kurduğu rejimin tabii ve samimi adanmışları ve hizmetkârlarıyız. Vücuda getirdiğiniz büyük binada samimiyetle fikir amelesi olarak çalıştık. Ortaçağı kaldırıp onun yerine az zamanda bu asrı ikame etmek hususundaki muazzam eseriniz, en büyük ve samimi emellerimizin gerçekleşmesinden başka bir şey değildir… Muazzam dehanızın büyüklüğü…”57

Gazeteciler inkılâba (daha doğrusu M. Kemal’e) candan bağlı olduklarına, bundan başka da bir idare tasavvur edemeyeceklerine vurgu yaptıktan başka, oynanan mizansene uygun şekilde, getiriliş amaçlarının önemini kavramış gibi yaparak Şeyh Said hadiselerine bakışlarını da özetlemeyi unutmamaktadırlar:

“[Yazdıklarımızın] Şeyh Said gibi hainlerin suikastını kolaylaştıracağı tarzında bir zannı hatıra getirebileceğini tasavvur etseydik kalemimizi kırmaktan saniye tereddüt etmezdik… Bundan sonra gazetecilik ve siyasetin tamamıyla dışında kalacağımızı ve sakin ve iktisadi çalışmalar ile memlekete faydalı olmaya çalışacağımızı temin ederiz.”58

Böylelikle aynı zamanda bir daha gazetecilik yapmayacakları taahhüdü de kendilerinden alınmaktadır. Ta ki, ikinci bir emre ya da Atatürk’ün sofrasında affedilene kadar.59

Reisicumhur kendilerini bir ay kadar beklettikten ve yalvarış-yakarışların dozajının her telgrafta artmasının ardından, Şark İstiklâl Mahkemesi Savcılığına telgraf çekerek “Hata ettikleri ve pişman oldukları hakkındaki telgrafnamelerini” ekli olarak iletip “Nazar-ı insafa almak muvafıktır” diyerek beraat işareti verdikten sonra affolunuyorlar.60

Zekeriya Sertel de Takrir-i Sükûn döneminin beş yıl sürdüğünden, basının bu dönemde sıkı baskı altında olduğundan bahisle şunları aktarır:

“Gazeteler, telefonla verilen emirlerin dışına çıkamazlardı. En ufak bir hata yüzünden gazete haftalarca kapatılır, sorumlular mahkemeye verilirdi. Yani tek kelime ile halk nefes alamıyordu. Havasızlıktan ve hürriyetsizlikten boğuluyordu.”61

İstiklal Mahkemelerindeki bu yargılamaların en önemli meşruiyet kaynağı “önleyici tedbir” mantığı idi. Bu yüzden, hem hukuk geriye doğru işletilerek, geçmişte yazılmış yazılar mahkemelerde konu ediniliyor hem de geleceğe dönük “riskli tüm unsurlar” bertaraf ediliyordu. Tıpkı İskilipli Mehmed Âtıf Hoca’nın durumunda olduğu gibi.62 Mahkeme heyeti onların da yüzüne karşı okuduğu kararlarda, inkılâbın geleceğinde bu tiplere yer olmadığını haykırıyordu! 

Basın mensuplarının yargılanmalarından birkaç gün önce Feridun Fikri Bey gibilerin hukuk, temel haklar, anayasa gibi hatırlatmaları ve “Hükümetin gayrı kanuni olarak tevkife hakkı yoktur!” sözleri karşısında, Mahmut Esat Bozkurtların, Recep Pekerlerin, hatta Ahmet Süreyya Örgeevrenlerin “Hürriyetler mutlak mıdır, yoksa kanunlarla mı kayıt altındadır? Matbuat kanunu yok mudur? Cemiyatı siyasiye vardır. Bunların kanunları yok mudur? Sınırsız özgürlüklerle Cumhuriyetin yıkılmasına mı müsaade edelim? Vatan irtica ateşiyle yanarken asilerin karşısına anarşizm hürriyeti ile mi çıkalım?”63 gibi mugalâta unsurlarıyla kendisine karşı çıkan mebuslara da Feridun Fikri’nin “Kanunlar vardır. Üç gün evvel siz kâfi görüyordunuz!”64 deyişi manidardır. Bu radikal tetikçilerin bir kısmının fikri, Mustafa Kemal’in işaret ve konuşmasının ardından değişmiştir. Yani Gazi’nin inkılâp kanunları devreye girince, hukuk, anayasa vs. mugalâtanın adresi oluvermiştir.

Olaylar yaşanıp bittikten sonra, 1 Kasım 1925 Meclis açılış konuşmasında M. Kemal hem Şeyh Said hadiselerine, hem İstiklal Mahkemelerinin basını yargılama konusuna ve hem de basın özgürlüğünün nasıl anlaşılması gerektiğine ilişkin şunları söylüyor:

“Şark isyanı, irticai, umumi, mürettep… İstanbul basınının yayınları eşkıyalık… Tarlasında çalışan vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağıtılmasına sebep oldu…65 Cumhuriyet inkılâbının kendi zihniyet ve ahlakıyla donanmış basınını yine ancak Cumhuriyetin kendisi yetiştirir.”

Mustafa Kemal bir yıl sonra, 1 Kasım 1926’daki yasama yılı açılış nutkunda “Takrir-i Sükûn Kanunu ile memlekette huzur ve asayişin sağlandığını… genelde fena hareketlere ve suiistimallere karşı fikir ve basın hürriyetini asla kısıtlamadığını” söyleyecektir.66

Hükümetin Emrindeki Basında Şeyh Said Figürü

Aynı dönemlerde bir de “özgür basın”(!) vardır. 13 Şubat’ta başlayan hadiseler, ancak 10 gün sonra basında yer alabilmiştir.67

25 Mayıs 1925 tarihli Cumhuriyet gazetesinin Şeyh Said’in kıyamına yönelik yorumu şöyledir:

“…Şeyh değil şaki, mürşit değil mufsit bu cabbar herifler… Başlarında koskoca sarıkları, ulema kisvesinde, okuma-yazma bilmeyen bu cahiller, abdest ve namaz bile bilmedikleri halde, nasıl şeyh ve mürşit olurlar. Müritleri yüzükoyun sürüne sürüne secde ederek geliyorlar. Kimi köpek, kimi çakal gibi şeyhlerinin önünde temsil ediliyorlar…”68

5 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir karikatürün altında şu ibare yazmaktadır: “Kürdistan tacı, Şeyh Said’in kafasından Türk süngüleriyle havalandı…”69

Şeyh Said hadiseleri Hâkimiyet-i Milliye ve Cumhuriyet gibi gazetelerde bazen Kürtçülük ve Kürdistan’la, bazen de irtica başlığı ile ele alınmış, hatta 2 Mart 1925 tarihli Cumhuriyet’te, TCF’lilerin hukuksuzlukları engellemek amacıyla Meclis’te ortaya koydukları çabalar karşısında “Muhalifler irtica ile işbirliği yapıyorlar…” gibi tenkitler de yer almıştır.70

Basında yaşanan kafa karışıklıklarına(!) 3 Mayıs 1341 tarihli bir kararname ile son verilmiştir. Önceleri dış bağlantılar, Kürdistan meselesi vb. üzerinden yapılan propaganda artık M. Kemal ve çevresinin iç siyasete dönük hedefleri doğrultusunda daraltılmalı ve netleşmelidir. “Umumi ve tertipli”71 olduğu hassaten altı çizilen hadiselerle ilgili artık sadece “irtica”72 olarak bahsedilmesi basından istenmektedir. “Kürt meselesi” şeklinde yazılmasının iç ve dış siyasette getireceği sakıncaların da belirtildiği bu kararnamede özetle şu ifadeler yer almaktadır:

“Son isyan karar-ı irticaiye hadisesinin matbuatımızda ve dış basında, İstanbul matbuatının kısmî a’zâmında umumî bir Kürd Kıyâmı şeklinde gösterilmesi dâhili ve harici bedhâhlarca propağanda zemini ittihaz edilmekte olduğundan… isyanın iftiraktan ziyade irticai ve cehalet ve iğfal eseri olduğu zemininde neşriyatta bulunulması için… Umumî ve tertipli bir irtica’ın tezahürü olduğu sebt ve malum olan hadisenin matbuatta Kürd meselesi şeklinde inhisar ettirilmesi hakikatine gayrı mutabık olduğu kadar, siyaseten de mahzurlu olduğundan keyfiyeti bu noktayı nazardan neşri için…”

Muhalefetin Sonu

Muhalefet, Meclis tatilde iken susturulmuştur. Şeyh Said hadiseleri sürerken, partinin çeşitli binalarında aramalar yapılarak kapatma gerekçeleri bulunmaya çalışılmış, Ankara’ya çuvallar dolusu evrak gönderilmiştir.

Önce Urfa İl Genel Sekreteri emekli Yarbay Fethi Bey Şark İstiklal Mahkemesinde yargılanmış, kendisini ve partisini suçlayacak hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen, 5 yıl hapse mahkûm edilmiş, 25 Mayıs’ta da partinin doğu bölgelerindeki tüm şubeleri kapatılmıştır.

Hükümet, Takrir-i Sükûn Kanununa dayanarak TCF’yi kapatma kararını 3 Haziran’da vermiş ve 5 Haziran’da da açıklamıştır. Aynı günlerde Şeyh Said isyanının bastırıldığı ve 31 Mayıs’ta da kısmi seferberliğin kaldırıldığını da özellikle zikretmek gerekir.

Mahkeme, dava sanıklarına 5-15 yıl kürek ve müebbet hapis gibi cezaları verdikten sonra, kararında “Efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkâr olma ilkesiyle gericiliğin kışkırtıldığının kanıtlandığını kabul ederek, gereğinin yapılması için hükümetin dikkatini çekmiştir.”73

Bu da yetmemiş, TCF’nin kapatılmasından birkaç ay sonra, anayasaya ve seçim yasasına aykırı olarak ikinci seçmenlerden imza toplanıp, bağımsız kalan milletvekillerinin vekilliklerinin düşürülmesi istenmiştir.

Fethi (Okyar) Bey o dönemi şöyle anlatıyor:

“TCF, Şeyh Said hadisesini takip eden günlerde çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu hükümlerine göre kapatılınca, Tek Parti devri bütün hususiyetiyle işlemeye başlamış ve politik hayat seçimden seçime, müntehib-i sânilerin sandıklara attığı, önceden ellerine verilmiş isimlerin sayılmasından ibaret olmuştur.”74

Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku adlı kitabında Cumhurbaşkanının da imzaladığı kapatma kararnamesini beş noktada özetliyor:

- İstanbul civarındaki bazı TCF görevlilerinin “Dini itikatlara hürmetkâr” maddesini irticai tahrikler yapmak ve kamuoyunu yanıltmak için kullandıklarının sabit olduğu mahkemeye bildirilmiştir!

- Şark İstiklal Mahkemesi kovuşturmalarında isyancıların bu maddeyi irticai propagandalarına vesile ettikleri anlaşılmıştır… Bu yüzden birçok vahim hadise vukua geldiği sabit olmuştur.

- Şark İstiklal Mahkemesi TCF’nin doğudaki şubelerini kapatmıştır.

- Hükümete çeşitli illerden ulaştırılan bilgiler bu partinin dini siyasete alet ettiğini göstermiştir.

- Ankara İstiklal Mahkemesindeki yargılamalarda görülmüştür ki, Vahdeddin etrafında bulunan vatan hainleri, Avrupa’da kurdukları çeşitli merkezlerden ve memleket dahilinde (eski) Hürriyet ve İtilaf’tan kalma fesat erbabından geniş bir irticai şebeke kurmaya çalışmak gibi teşebbüsler ortaya koymuşlardır.75

İsmet İnönü’nün Meclis’te yaptığı konuşmada; “Partiyi kapatma mecburiyetinde kaldık… Bunun zaruri olduğunu ispat edebilecek mevkideyiz.”76 sözlerini “Hâlâ ispat edilememiştir!” diye yorumlayan Akyol, Kâzım Karabekir’in bu konuşmayı “ret ve tekzip ettiğini” Kılıç Ali’nin “Belgeler var!” diye bağırdığını, Karabekir’in de “Belgeleri ortaya koyarsınız!” diye karşılık verdiğini aktardıktan sonra; “Hiçbir suçlayıcı belge ortaya konulamayacaktır.” tespitinde bulunuyor.77 Sonuç olarak, kapatılma kararı 21 ret oyuna karşı 159 kabul ile Meclis’e onaylattırılır.78

M. Kemal’in ise süngüyü hiç düşürmediği ve “Mecbur kaldık… Zaruri olduğu kanaatiyle…” gibi ifadeler kullanmadığı görülmektedir. Nutuk’ta bu bahis ağır ifadelerle anılır:

“TCF programı en hain dimağların ürünüdür; bu fırka memlekette suikastçıların, mürtecilerin sığınağı, ümit dayanağı oldu; harici düşmanların, yeni Türk devletini, taze Türk Cumhuriyetini mahvetmeye matuf planlarının tatbikini kolaylaştırmaya çalıştı.”79

M. Kemal, TCF’yi Şeyh Said isyanının “teşkilat ve tahrikçisi” olarak niteler ve tarihçilerin gün gelip bunu ortaya koyacaklarından emindir:

“Tarih mürettep, umumi, irticai olan Şark isyanının sebeplerini inceleyip araştırdığı zaman onun mühim ve belirgin sebepleri arasında TCF’nin dini vaatlerini ve Şark’a gönderdikleri katib-i mesullerin [parti müfettişi] teşkilat ve tahriklerini bulacaklardır.”80

İsyan Sürecinde Resmi Söylemin Propagandaları ve M. Kemal’in Siyasi Hesapları

Mustafa Kemal’in gerek Azadî teşkilatının faaliyetleri gerekse bölgedeki gelişmelerle ilgili olarak istihbari bilgiler aldığı malumdur. Şeyh Said’in bacanağı, Cibranlı Halit Bey’in amcaoğlu Binbaşı Kasım’ın da onunla gizli görüşmelerde bulunduğu, çeşitli raporları kendisine ilettiği mahkemedeki ifadelerinden de bilinmektedir. Piran hadisesinin çıkarılış biçimi de artık bir icma konusudur. Bunlara Fethi Bey kabinesine dikte ettirilen bazı uygulamaları ve kabinenin bir süre izlenen siyasetini de eklemek gerekir. Yani hadiselerin vuku bulduğu günlerde Meclis, hâlâ tedbirlerin dozajı ve mahiyetinin sorgulandığı tartışmalara sahne olmaktadır. Ardından ani bir manevrayla kabine düşürülüp İsmet İnönü idaresinde yeni ve sert tedbirlerin Meclis’e onaylatılmak istenmesi gelmektedir. Ve elbette hadisenin (kıyamın) cürmü ve gücüyle doğru orantılı olmayan, tüm ülkeyi içine alan söz konusu yargılama ve uygulamaların ideolojik saiklerle savunulup kıyam sona erdiğinde bile yargılanmaları devam eden muhalifler meselesi... Tüm bu tabloyu birleştirdiğimizde Mustafa Kemal’in inkılâp hamleleri için kıyamı bahane olarak kullandığı ve bunun için adım adım ilerleyen bir siyaset takip ettiğini sadece sol ya da liberal kimlikli araştırmacıların değil, Metin Toker gibi Kemalist şahsiyetlerin de ikrar ettiklerini daha önce belirtmiştik. Ama dahası var.

Altan Tan, bu iddiaları somutlaştırıyor ve şöyle diyor:

“Bazı iddialara ve yorumlara göre Ankara, olayları yakından izlemiş, belli bir dönem müdahale etmemiş, adeta bir süre isyanın genişlemesi ve yayılmasına seyirci kalmıştır. Daha sonra ise iç ve dış politikada varılmak istenen hedefler doğrultusunda ‘orantısız güç’ kullanmıştır.”81

Tan, bu görüşleri ileri sürenlerin en önemli iddiasının Başbakan Fethi Okyar’ın isyanı ilk günlerden itibaren mevzi ve talepleri sınırlı olmasına bağladıklarını belirtir. Bizde de oluşan kanaat, Fethi Bey’in düşürülmesine kadar geçen zaman içerisindeki tavrının aslında M. Kemal’in de işine gelmiş olmasıdır. Bu geçen zaman içerisinde isyanda mevzi kazanımlar olmuş ve Fethi Bey’in tedbirlerinin yeterliliği görülmeden ve isyanın gerilemesi beklenmeden hemen harekete geçilmiştir.

Gerçekten de Fethi Bey ilk günlerde yapılan gizli toplantılarda hedeflerin ne olduğunu görmüştür. “Elimi kana bulamam” demesi, Karabekir’e daha o günlerde ve sıkıntılı bir biçimde “fırkayı fesh etmesi gerektiğini” ifade etmesi, görünen köyün kılavuz istemeyeceğini ortaya koymaktadır:

“Bu isyan o kadar hiç ki, Harput’ta ahali onları tepeledi. Birkaç taburluk bir iş. Sizin maksadınız başka. Bunu bahane edip terör yapmak istiyorsunuz. Milleti asıp kesip ortalığı sütliman yapmak, kan ile mevkide oturmak istiyorsunuz. Ben böyle bir günahı işleyemem, alet olamam.”82

Mahkemelerdeki yargılamalarda ve basında “Kürtçüler” ve “Bağımsız Kürdistan” aranıp dururken, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün daha ilk günlerde meseleyi bir “irtica” ve “karşı devrim” olarak nitelemeleri uygulamaya konan malum planın parçası idi. “Kürtçülük” de “dış mihraklar” meselesi gibi önceleri belli amaçlara matuf olarak kullanışlı görülse de artık tamamen terk edilmesinin vakti gelmiştir. Hadiselerin yanlış bir tanılama olarak belirlenen “Kürtçülük” meselesi olarak anılmasının sadece dış politikada ya da bölgede getireceği dezavantajlardan dolayı değil; tüm ülke sathındaki siyasi muhalefetin ve basının sindirilebilmesi için bu itham yeterli değildi, hatta saptırıcı olduğundan ötürü terk edilmeliydi. Basının hangi veçhelerini ya da TCF’nin hangi mensuplarını “Kürtçülük”e hizmet, yardım ve teşvikle yargılayabilirsiniz ki?!

“İrtica” bile yeterli gelmemiş, “karşı devrim” nitelemesi de buna katılmıştır. “Umumi ve mürettep” oluşu; yani planlı, tertipli, organizeli ve yaygın olduğu iddiaları da sürekli olarak M. Kemal, İ. İnönü ve emir eri radikaller tarafından dile getirilmiştir.

Dikkat edilirse M. Kemal’e muhalif olanlar, isyan bölgesinin mevzi oluşu, isyancıların güçlerinin bilinmesi ve dinî taleplerinin somut oluşundan ötürü göğüslenebilecek; cezalandırmanın sadece isyancılarla sınırlanabileceği, konunun bütün bir halkı ilgilendirmediği, hukukun Milli Mücadele döneminde bile çiğnenmediği, dış destekli ve Cumhuriyeti tehlikeye atacak bir kalkışma olmadığı savlarına sarılmaktalar. Oysa M. Kemal, önceden de haberdar olduğu isyan bölgesi ve gücü ile alakalı bilgiler sayesinde ve Piran’da ortaya koyduğu tertiple iyi tanıdığı bölge insanını harekete geçirmeyi tasarlayarak, sadece bölgeye dönük değil, sürekli Cumhuriyete (aslında iktidarına) yönelik bir şüphe ihsarında bulunmaktadır. Daha evvel de “Paşalar Komplosu” teziyle, ülke yönetiminde kendi iktidarını sınırlayacak ve belki de bir süre sonra tasfiye edeceğinden şüphelendiği bir oluşumun daha da hareketlenmesini önlemek amacıyla erken bir manevrada bulunmaktadır. Üstelik seçimleri de kazanacak bir TCF, daha da güçlenmeden buna bir darbe ile son vermek fırsatını yakalamak istemektedir ki, Şeyh Said kıyamı ona bu fırsatı sağlamıştır. İsyanın abartılması, muhalefetin sürekli karşı çıktığı Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri uygulamalarına meşruiyet kazandırmış; meselenin künhüne varamayan bazı radikaller arasında ya korku yayarak ya da gizliden görüşmelerle, oylamaların da yönü belirlenmiş, Meclis’te ele geçirilen bu üstünlük, daha sonra Meclis organını da tamamen felce uğratacak, devrimlere, keyfi uygulamalara, Baasçılığın çağın başındaki nadir örneklerinden biri olan Tek Parti sisteminin ve resmi ideolojinin mukimleşmesini sağlayacaktır.

İsyan, Baştan Sona Ankara’nın Komplosu muydu?!

Gerek İngiliz gizli belgelerindeki Türk milliyetçilerinden şüphe eden yaklaşımlar, gerekse bazı maktullerin üzerinden çıkan mektuplar ve Diyarbakır gibi vilayetlerde hükümete ve paşalara hakaretamiz ifadeler içeren çeşitli beyannamelerin bulunduğu iddiaları, sadece Cafer Tayyar Paşa gibi TCF mensuplarını değil Naşit Hakkı Uluğ ve Mustafa İslamoğlu gibi bazı araştırmacıları da isyanın tamamen Ankara’nın komplosu olduğuna ilişkin şüphelere sürüklemiştir. Hatta M. İslamoğlu, Ömer Kürkçüoğlu’nun Türk-İngiliz İlişkileri 1919-1926 kitabında İngiliz arşivlerine de dayandırdığı bilgilere meylederek, buna artık “ihtimal” bile demenin zorlaştığını vurgulamaktadır.83 İslamoğlu’nun zihnini bu şekilde zorlayan hususlar yabana atılır cinsten olmamakla birlikte, bir sonraki safhada daha makul bir açıklamaya girişmektedir:

“Kesin olan şu ki, Ankara’nın parmağı, kıyamın başından sonuna kadar işin içinde olmuştur. Ne ki bu parmağın, kıyamın hangi safhasında ne kadar işin içine karıştığını net bir biçimde ortaya koyabilmek, kıyama ilişkin belgelerin tümünün gün yüzüne çıkmasıyla mümkün olacaktır… Bizim kanaatimiz, yönetimin, isyanı başından sonuna ajanları vasıtasıyla adım adım içeriden takip ettikleri yönündedir. Piran olayı bir kışkırtmadır. Bu kışkırtma, belki hiç olmayacak bir ayaklanmanın ilk kıvılcımı olmuştur, belki çok sonra doğacak bir hareketi erken doğuma mecbur etmiştir.”84

Sonuçları itibariyle, yakın dönemde büyük yıkımlar getiren, devrimler sürecini hızlandıran, iç ve dış politika hesaplarını belirleyen, doksan yıllık rejim politikalarının da temellerinin atılmasına sebebiyet veren bir hadisenin bu şüphelerle ele alınması yadırgatıcı değildir. Ancak gerek Kürt sorununda devralınan miras, gerek bölgede uygulanan Türkçü ve İslam karşıtı siyasetler, gerek Lozan dönemeci, gerek henüz kendisini sağlama alamamış iktidardaki çatışmalar ve gerekse kıyamın kendi öznel boyutu bir arada değerlendirildiğinde hem haksızlığa varabilecek hem de anakronizme düşülmesini engelleyecek bazı hususlara dikkat edilmesi zorunludur.

Bunlardan ilki, M. İslamoğlu’nun İngiliz belgelerine yaptığı atıftır ki, İngilizlerin bu şüphesinden Robert Olson da bahsetmekte; ancak bunun olayların gelişiminden evvel, daha en başında İngiliz Dışişlerinin bir şüphesi olduğunu, ancak gelişmelerin ardından onların da bu olayda Türk hükümetinin dâhili olmadığına, isyanın halifelik ve İslami taleplerle bağlantılı olduğuna kanaat getirdiklerinden bahseder.85

Bir diğer husus ise böyle bir isyanın hiç olmayabileceği keyfiyetidir. Yani Şeyh, bu hadisenin ardından farklı bir yol izleyebilir, mesela hicret de edebilirdi. Belki de akıbeti daha baştan Cibranlı Halit Bey gibi olabilirdi. Onların istedikleri yere ifade vermeye gitmeyen Şeyh’in kendisi idi. Bu kararda kimsenin -hele ki rejimin- bir dâhili söz konusu değildi.

M. Kemal’in daha Milli Mücadele yıllarından bölgeyi ve bölge insanını çok iyi tanıdığından ve bir İttihat Terakki geleneği olan, tehlikeyi gördüğünde büyümeden önce provoke et, sonra bastır taktiklerini iyi bildiğinden şüphe yoktur. Nitekim gelişen her hadiseyi, büyütmeden çözüme kavuşturmaktan daha ziyade, kendi çıkarına ve engellenmek istenen hedeflerine matuf olarak kullanmadaki mahareti bilinmektedir. Ortada hadise yok ise yaratmakta da mahir olduğunun örnekleri malumdur. Ancak buradan yola çıkarak -belki istikrarı değil ama- gücü, içeriği, hedefleri kendi öncülerince belirlenmiş bir hareketle ilgili olarak abartılı sorular ortaya atmanın da fazla bir anlamı yoktur. Nitekim Şeyh’in yazdığı davet mektuplarına gereken ilgi gösterilmiş olsaydı, kıyamın boyutları farklılaşabilirdi. M. Kemal de bundan ciddi endişe duymaktaydı. M. Kemal’in kıyamın gücünü kırmak için bölge aşiretlerine çektiği telgraflar ve verdiği rüşvetler de ortadadır. Kendisinin gelişmeleri takip ettiği ve yönlendirmek istediği vakıadır. Ama bölgedeki müfrit bürokratik uygulamalar, Ankara’nın merkezîliği sağlamlaştırma çabaları, hilafetin kaldırılmış olması, basın yoluyla ortaya konan ahlaki yozlaşma ve gayrı İslami teşrifat da ortadadır. Hatta TCF de bölge politikalarından rahatsızdır ve parti tüzüğüne “Fırka akaidi diniyeye hürmetkârdır.” ibaresinin eklenmesi de boşuna değildir; ülke gerçekliğinin içinde bulunduğu ahvali özetler mahiyettedir.

Dolayısıyla hadiseleri başlatmaya teşebbüs ya da hadiseler başladıktan sonra buna müdahil olma çabası, yönlendirme, provoke etme vb. hususlar zaten rejimin etkisi ve kıyamcıların gücüyle doğru orantılı olarak pek çok olaya yansımıştır ve gizli kapaklı da değildir. Ancak bu hadiselerin büyük bir resim içerisinde M. Kemal’in kendi mefkûreleri yönünde bahane kılınması, kıyamın kendi öznelliğinden ayrı bir bahistir. Ülkenin ve coğrafyanın içinde bulunduğu ahval gözetildiğinde şaşırtıcı da değildir. Bu mesele tıpkı Lozan’ın arka bahçesinde nelerin konuşulduğunu merak etmeye benzer. Önemli olan nelerin konuşulduğu değil, sonrasındaki icraatlardır. Eğer dış politikada da kendisini sağlama almış bir Mustafa Kemal, gerek bölgede gerekse ülke sathında birtakım politikalar ortaya koymuşsa, gerçekliğin kendisi budur. Bunu bir şekilde, o olmasa başka olayları bahane ederek yapacaktı(lar).

İsmet İnönü’nün 2 Mart 1927’de, İstiklal Mahkemelerinin kaldırılması esnasında, TBMM’de yaptığı konuşmaya atfen bitirelim: “İki sene evvel karşısında bulunduğumuz hadisatın en mühimi Şeyh Said isyanı ile tebarüz eden hareket-i fiiliye değildi. Asıl tehlike, memleketin umumî hayatında hâsıl olan teşevvuş ve tezebzüb idi.” Söz konusu kargaşayı, “küçük ihtirasatı [tutkuları] işletmeye alışmış mütereddi [soysuzlaşmış] münevverler” yaratıyorlardı.86

İsyanın Ardında İngilizler ve Musul Meselesinin Olduğu İddiası

Robert Olson, İngiliz Hava Kuvvetlerinin, istihbaratının ve Dışişlerinin arşivlerine dayanarak yaptığı çalışmasının uzunca bir bölümünde bu meseleyi tartışmakta ve madde madde neden böyle bir etkinin olamayacağını, İngilizlerin çıkarları meselesi üzerinden ortaya koymaktadır. Sonuç itibariyle pek çok sebep ona göre bu ilişkinin varlığını çürütmektedir. Üstelik İngilizleri suçlayan Türk resmi raporlarının da çok az olması ona göre şaşırtıcı değildir.

İsmet İnönü’nün Meclis’te ve Hatıralar kitabında; “Şeyh Said İsyanı’nı doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır.” diye itiraf etmesi bir yana, Türkiye’deki İngiliz Büyükelçisi Sir Ronald Lindsay’in isyandan bir yıl sonra İnönü’ye uyarı mahiyetinde söylediği şu sözler manidardır:

“Eğer Türkiye’de sorun yaratmayı isteseydik, ülkenin bir ucundan bir ucuna isyan başlatabilirdik. Fakat böyle yapmadık ve bunu bilmesi gerekiyor.87 Geçen yıl (1925) Mart’ta Şeyh Sait isyanı en üst noktadayken ona aktardığım bir gözlemimi hatırlamıyor mu? O zaman ona, hiç şüphesiz Türkiye’nin yakında isyanı bastıracağını; isyancıların esir alınabileceğini, bunların tek tek tahkikattan geçirilip yüzleştirilmelerinin mümkün olabileceğini anlattım. Fakat ona, İngiltere’nin isyanda yer aldığına dair hiçbir kanıt bulunamayacağını da peşinen söyleyebilirdim. Ve şimdi, İngiliz müdahalesine karşı ne gibi kanıtlar bulduklarını soruyorum.”88

Lindsay, bu konuşmanın ardından intibalarını şöyle özetliyor: “Bu, İsmet’i sarsmaya yetmiş görünüyordu. Böylelikle, 1925 Kürt isyanında İngiliz parmağı olduğuna dair bir suçlamada bulunmaya bir daha teşebbüs edemedi.”89

Olson’ın, Savaş Bakanlığı ve Ortadoğu Masasının Kürt isyanlarının desteklenmesine itiraz meselesiyle ilgili rapordan aktardıkları özetle şunlar:

Böyle bir destek, İngilizlere ciddi maliyetler getirir; isyan bölgeleri aşırı engebeli; Türkiye’ye bu şekilde bir hareket İslam’a saldırı olarak algılanır; isyan istenildiği zaman yarıda bırakılamaz ve Kürtler İngilizlerce yalnız bırakılıp, Türklerin zulmüne terk edilmelerinin getireceği bölgesel riskler büyüktür.”90 Bu tespitler Şeyh Said hadiseleriyle ilgili değildir. Olson, 1921 raporlarından alıntılarla maddelendirdiği bu hususlarla ilgili olarak, 1924 yılında da değişen bir görüşün olmadığını tespit ettiğini belirtip aynı hususun 1925 şartlarında da geçerli olduğunu ispata çalışmaktadır.

Büyük Britanya Dost Bir Türkiye İstiyordu

Ömer Kürkçüoğlu ve Bilal Şimşir’in İngiliz belgelerine dayalı olarak yaptıkları çalışmalardan da övgüyle söz eden Olson, Kürkçüoğlu’ndan şu alıntıyı yapar:

“Britanya’nın Kürt meselesinde menfaatleri mevzubahisti; dolayısıyla Şeyh Sait isyanını yakın takibe aldı, fakat destekleyici bir konumda bulunmaktan kaçındı. Britanya’nın isyanı desteklememiş olmasının sebeplerinden biri de Irak Mandasında bulunan Kürtlere hâkim olmak açısından yeterince sıkıntılı olmasıydı. Şeyh Mahmut bunun en iyi örneğidir. Öte yandan Britanya, genç Türkiye Cumhuriyetine karşı takip etmekte olduğu siyaseti değiştirme yolundaydı ve Türkiye’yle arasını bozarak tekrar Sovyetler Birliği’ne itme ihtimalini göze alamazdı. Britanya’ya bağımlı bir Kürdistan, Ortadoğu’daki güvenliğini pekiştirebilirdi. Fakat Türk-Sovyet İlişkileri bir kez daha yakınlaşacak olursa, Britanya’nın Lozan’da boğazlara ilişkin kazançları tehlikeye girebilirdi. Büyük Britanya, Türkiye ile dostça ilişkiler geliştirerek, Boğazlarda ve Arap Ortadoğusunda güvenliğini sağlama alabilirdi.”91

Olson, isyanın İngilizler tarafından desteklenmediğine dair birçok kanıt ileri sürdükten başka, Musul üzerindeki Türk politikalarının zayıflamasından İngilizlerin memnuniyet duyduklarını ve ellerinin güçlendiğini de vurgulamadan geçmemiştir.

Musul Meselesi Lozan’da Hallolmuştu

Altan Tan, “Şeyh Said olayından sonra Türkiye’nin Musul ile ilgilenmediği ve bu isyandan dolayı Musul’un İngiltere’ye bırakıldığı da doğru değildir. Musul konusunda ne olmuşsa Lozan’da olmuş ve elli yıllık gizlilik şartının üzerinden otuz beş yıl daha geçmesine rağmen İngiliz gizli belgeleri açıklanmamıştır.”92 diyerek, Ömer Kürkçüoğlu’na atıf yapmakta ve onun, kitabında tüm bu olaylarda belirleyici olanın hilafetin kaldırılması olduğuna dair tespitinin altını çizmektedir. Türk-İngiliz İlişkileri 1919-1926 adlı çalışmasında Ömer Kürkçüoğlu şunları söylüyor:

Halifeliğin Kaldırılması İngilizlere Nefes Aldırdı

“Halifeliğin kaldırılmış olması, Kürtlerin ayaklanmasında önemli rol oynadığı gibi, Kürt unsurunun çoğunlukta bulunduğu Musul üzerindeki Türk iddiasını da zayıflatmıştır. Milliyetçi düşünceye yabancı olan Musul Kürtlerinin, Türkiye’yi Irak’a tercih ettikleri söylenebiliyorsa, bunun başlıca nedeni, Halife’ye yani İslam’a olan bağlılıklarıydı… Musul sorununun çözüme kavuşturulmamış olduğu bir sırada Halifeliğin kaldırılması; İngiltere’nin İslam etkeni dolayısıyla duyabileceği endişeyi gidermek için ya da başka nedenlerle93 alınmış olsa da, sonuçta Türkiye’nin Musul tezine manevi94 bir darbe indirmişti. İngiltere’nin Musul’daki bir görevlisi, Halifeliğin kaldırıldığı yolundaki haberleri hayretle karşılayıp, buna inanmakta güçlük çektiklerini yazmaktadır. Bu İngiliz görevlisi, o zamana kadar Kürdistan’ı patlatmaya hazır bir volkan gibi kaynaştıran Türk propagandasının, Kürtlerin Halifeye kesin bağlılığına dayandırıldığını, Türklerin kendi bindikleri dalı kesmelerinin ise İngiltere için inanılmayacak kadar mükemmel bir şey olduğunu belirtmektedir. İngiliz görevli ‘Tabii bu yeni durumdan kendimiz için yararlanmayı ihmal etmedik’ diye eklemektedir.

Türk Hükümetinin Kürt ayaklanmasına karşı aldığı sert önlemler de Musul’daki mahalli Kürt ileri gelenlerinin tepkisine yol açmaktaydı. Bu tepkilerin İngiltere bakımından yararlanmaya elverişli bir ortam hazırladığı görülüyordu.”95

M. Kemal’in İngiliz Ajanı Bakanının İfşa Ettiği Doğu Politikası ve İktidar Oyunları

Olson, bu konuda bazı farklı bilgileri deşifre ediyor. Bu bilgiler, M. Kemal hükümetinde bakanlık yapmış bir şahsiyetin de içinde bulunduğu, İngilizler adına istihbarat geçen bazı şahsiyetlere ait. Olson, onların verdiği bilgilerin sonradan nasıl da doğru çıktığını ve hatta İngiltere’nin izlediği siyasetlere de etki ettiğinden söz eder. İçinde konumuzla bağlantılı olarak, iktidardaki politik farklılaşmalar, Kürt sorununa bakışta kırılma süreçleri ve Lozan-Musul meselesinin bulunduğu bu önemli bilgileri Olson’dan takip edelim:

“Türkiye’nin Lozan’da kazandığı topraklar, Churchill’in Aralık 1920’de taviz vermeye hazır olduğu topraklardır. Lozan’dan sonra İngilizlerin Kürtlere yönelik politikaları, Türkiye-Irak hududu meselesine tabi kılınmıştır. Hava Bakanlığı istihbarat ve Sömürge Bakanlığı raporları, (ve içlerinde 1921-1924 devresinde M. Kemal’in hükümetinde bakanlık yapmış bir şahsiyetin de bulunduğu İngiliz istihbarat ajanlarının da belirttiği) Türkiye’nin Musul vilayetini ele geçirmek için askeri kuvvete başvuracağını asla düşünmemiş olduğunu ortaya koymaktadır.”96

Azadî hareketlenmesinden de anlaşıldığı kadarıyla Kürtlerin de bunun farkında olduklarına gönderme yapan Olson, 1925 öncesi bakanlık yapmış bir Türk’ten elde edildiğini söylediği şu bilgileri aktarır:

“Eski bakana göre, Ankara hükümeti 1920 senesinde bir ‘sahte Doğucu’ siyasette karar kılmış ve bu, 10 Ekim 1922’ye kadar devam etmişti… Ekim 1922’den itibaren Ankara ‘Batıcı’ bir politika takip etmeye, … Turancı gayeleri daha çok vurgulamaya başladı. Bu politikayı takip edebilmek için İsmet İnönü seçildi ve Lozan’dan itibaren 22 Kasım 1924’te istifasına kadar bu politikayı sürdürdü. İstifa etti, çünkü Musul ve Suriye sınırları meselelerinin çözümü bekleniyordu… Ankara Musul meselesinden pek bir şey kazanamayacağına ikna olmuştu. Ankara’nın bütün ümidi, askeri ve iktisadi olarak kendini emin hissedebileceği şekilde bazı sınır değişiklikleri yapılmasıydı. Musul bölgesindeki Türk ırkına mensup olmayan halklar, Ankara’nın ‘Batıcı’ programının dışında kalmaktaydılar. Ankara, Türk nüfusa sahip Türk kasabaları olarak gördüğü Antakya ve İskenderun’a gönül bağlamıştı ve Adana’nın güvenlikte olmasını istiyordu. Bakan, bu hedefe varılabileceğinden emindi.”97

Olson, bu noktada aktarılanlar arasında İsmet Paşa’nın istifasının Musul meselesinin başarısızlığının sorumluluğundan kaçmak dışında, M. Kemal’in Halk Fırkası içerisindeki kaynamada ‘Doğucuları’ dengelemek ve aynı zamanda TCF’ye doğru esen rüzgârları dindirmek konusundaki endişelerinden ötürü Fethi Bey’in getirildiğinden bahsetmektedir. Muhbir, İsmet Paşa’nın istifasının ardından yeniden bir doğu politikası izlendiğinden söz eder. Aynı zamanda, Fethi Bey’in yarı doğucu-yarı batıcı bir siyaset izleme ve Panislami unsurların Büyük Britanya’ya karşı da harekete geçirilmek istendiği niyetinden bahseder. Yani hem Sovyetlerle iktisadi-askerî ilişkiler kurmak hem de doğu bölgesinde Britanya aleyhinde bir politika takip etmek. Tabii radikal Kemalistlerin bu planı bozmak amacıyla hemen nasıl harekete geçtiklerini ve hangi ayak oyunlarıyla Fethi Bey’i görevden uzaklaştırdıklarını aktarır.98 Ve elbette, Şeyh Said isyanının da bütün birikmiş sorunların hallinde radikaller lehine bir fırsat yarattığını kaydeder.

Aktarımlar arasında en önemli bilgilerden biri de “Diyarbakır Kongresinde uzlaşılan Diyarbakır Misakının şartlarının yerine getirilmemesinin isyanın gelişiminde oynadığı rol”den bahsedilmesidir. Muhbir bakan bile, Ağustos 1924’teki bu kongrede alınan kararların tatbiki noktasında Ankara’nın bu vaatleri yerine getireceğine dair bir açıklama yapabileceğinden bahsetmiştir. Olson’a göre yanıldığı tek konu bu olmuştur!99

İsyanın Bastırılmasından Sonra İzlenen Siyasetler: Laikleşme ve İnkâr, Baskı, Şiddet, Asimilasyon

1925-1927 yılları, büyük siyasi ve sosyal olayların yaşandığı, devletin, sosyal hayatın ve hukuk düzeninin laikleşmesinin startının verildiği dönem oldu. Mezkûr dönem Şeyh Said hadiseleriyle başlarken, İstiklâl Mahkemeleri marifetiyle sürece muhalefet edebilecek her kesim ya ortadan kaldırıldı ya da cezaevi ve sürgünlerle cezalandırılarak sindirildi. İstiklâl Mahkemeleri kitabının yazarı Prof. Dr. Ergun Aybars’a göre, bu süreç anlaşılmadan “Türk İnkılâbı” da gereğince kavranamaz. Ve eğer İstiklal Mahkemeleri bu inkılâbın ruhuyla çalışmasaydı belki de bu hiçbir zaman başarılamayacaktı:

“İstiklal Mahkemelerinin bu döneme vurduğu damga anlaşılmadan Türk İnkılâbı da yeterince anlaşılamaz.100 Klasik bir biçimde anlatıldığı gibi, Türkiye’nin laikleşmesi ve bütün sosyal değişimi gerçekleştiren olaylar birer yasa ile çözülmüş meseleler değildir. Şapkanın kabulü, tekke ve zaviyelerin kaldırılması, Medeni Kanun, kısaca Türkiye’yi çağdaşlığa götüren bütün atılımlar inkılâp yöntemiyle gerçekleştirildiler. Teokratik devletten laik devlete, ümmetten millileşmeye geçişin temelleri hep bu kısa dönemde atıldı. Bu bakımdan, bu dönemin gerçekleştirilmesinde İstiklal Mahkemeleri ‘İnkılâbın’ vazgeçilmez organları olarak çalıştılar. İstiklal Mahkemeleri dar anlamda Şeyh Sait ayaklanmasına karşı kuruldu. Fakat gerçek ve geniş anlamda bütün Türkiye’de karşı inkılâpçı bütün güçleri tasfiye etmek, ‘Türk İnkılâbı’nı gerçekleştirmek için kuruldular. Bunu da başardılar.”101

Artık başka akla, duyguya, hedefe ihtiyaç yoktur. Hedef tek parti iktidarınca, daha doğrusu “Tek Adam”ca belirlenmiştir. Adına Cumhuriyet denen ama aslında her kafadan bir sesin çıktığı döneme “dur” denmiş; geniş bir parantez açılmıştır.

Bu yıllar, diktatörlüğün, sadece “çağdaşlaşma” adı altında İslami tüm mirası yok etme pahasına laikleştiği değil, aynı zamanda bu boşluğun yeni bir dinî telakki olan Türkçülük ile doldurulduğu yıllardır. Yani sadece medreseler, camiler, vakıflar, tekke ve zaviyeler, kanunlar, kurumlar, eğitim sistemi ve rol model insanların yok edilmesi değil; aynı zamanda bütün ülke sathındaki kitlelere önce doğu bölgelerinden başlamak üzere yepyeni bir ideolojik kimliğin dayatıldığı, bunların tarih ve dil tezleri üzerinden teorilerinin geliştirilmeye başlandığı yıllardır. Şeyh Said hadiselerinin iki özelliği, yani kimliği ve söylemi itibariyle İslamiliği ve Kürt illerinde gerçekleşmiş olmasıyla da bölgeselliği, radikal inkılâpçı kadroların bu iki politika üzerinden yepyeni bir dizayna yönelmelerini de beraberinde getirmiştir. Önceleri zihinlerde makes bulan arzu ve ihtiraslar, artık devlet politikası olarak uygulanmaya başlanmıştır. Elbette bu süreç zıddı ile kaim olanların birbirlerine benzemelerini de beraberinde getirecektir. Çünkü Türkçüleşmenin kökenindeki asıl hedef “sekülerleşme”, “Batılılaşma” ve “medenileşme” ise Kürtçüleşmenin kökeni de aynı saiklerden beslenecektir. Düşmanlar arasında da çağdaşlığın yeni adresi uluslar ve ulus-devletlerdir artık. Kavgalar da bu yeni kutsallar adına verilecektir.

Şeyh Said kıyamı ertesinde yaşananlar ve bölgedeki değişimleri Mustafa Akyol şu tarihî verilerle yorumluyor:

“Bundan sonra ise Kürt isyanları102 birbirini izledi. Ve artık dinilikten tamamen ayrılmış, etnik bir Kürtçülük yeşermeye başladı. İsyan bölgesinde görev yapan Birinci Umum Müfettişi Dr. İbrahim Tali (Öngören) Bey şöyle diyordu: Bu hadiseyi takip eden günlerde Kürt’ün ruhuna tarikat telkinatı yerine Kürtlük mefkûresi aşılanmaya başlamıştır.”103

Peki, bu sürece hangi politikalar sayesinde girilmiştir? İşin gerçeği, muhalefetin de susturulduğu bu dönemde, meşru addettikleri teorilerinin pratiğe geçirilebilmesinde her türlü toplumsal mühendislik uygulamalarının her sorunun üstesinden gelebileceğine ve kendilerinin de bu konularda kadir-i mutlak olduklarına inanan bir bürokrasi vardır artık. Bin yıldan fazla bir süredir İslam’la yoğrulmuş, kendisini ümmetin bir parçası ve Osmanlı’nın Müslüman tebaası olarak görmüş olan Kürt halkını siyasi ve sosyal bakımdan entegre edebilmek ancak ortak dinî ve kültürel değerlere titizlik göstermekle mümkün iken, sert asimilasyonist tedbirleri besleyen Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi projelerle hem dejenerasyonların hem de ayrılıkların tohumları daha bir ekilmiştir.

Üstelik sadece yasaklar ya da zora dayalı uygulamalarla değil, resmi tezler ve söylemler eşliğinde maruz bırakılan aşağılamalarla da hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan gayrı fıtri asimilasyon uygulamaları, bürokrasinin inkârcı politikalarının zulmünü beslemekten başka bir işlev de görmüyordu.

1930 yılında “gayet gizli ve zata mahsustur” ibaresiyle damgalanmış TC İçişleri Bakanının genelgesinde şu görüşler ileri sürülüyordu:

“Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve cemiyet âdet ve ananelerinin milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve cemaatları mazilerine bağlayan rabıtalar olduğu unutulmamalı, binaenaleyh lehçeyle beraber bu gibi aykırı âdetleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiçbir suretle tergip ve teşçi edilmeyerek [isteklendirilmeyerek ve cesaretlendirilmeyerek] adi ve iptidai [ilkel] mahiyetleri her vesile ile teşhir olunarak takbih ve tayib edilmeli [çirkin gösterilmeli ve ayıplanmalı] o lehçeyi konuşan zümrelere mensup fertlerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe tashih etmek ve kendilerine hiçbir suretle mesela Boşnak, Çerkes, Laz, Kürt, Abaza, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak lakabı vermemek, köylerin o lehçedeki isimlerini değiştirmek, evlerinde ve aralarında Türkçe konuşturmak ve öz yürekten kendilerine Türküm dedirtmek, hülasa dillerini, âdetlerini ve dileklerini Türk yapmak, Türk’ün tarihine ve bahtına bağlamak her Türk’e teveccüh eden milli ve mühim bir vazifedir.”104

Tabiidir ki, belli bir müddet geçtikten sonra bürokrasinin diline pelesenk olacak pervasızlıklara ve siyasi basiretsizliklere kolay ulaşılmamıştı. En vahşi yöntemlerle ayaklanmaların bastırılmasını da içeren nice badirelerden sonra, kervan yolda düzülür mantığını da içeren tedbirler, valilerin105 de üstünde yetkilerle donatılmış Umum Müfettişlerinin raporları, Islahat planları (1925), İskân Kanunu (1926), Mecburi İskân Kanunu (1934) vb. ile pekiştirilerek, Ergun Aybars’ın deyişiyle söylersek “inkılâp ruhu”na uygun bu tespitlere varılmıştı.

Şeyh Said kıyamının bastırılmasının ardından, bu sürecin nasıl adım adım işletildiğine bir göz atalım:

“Doğudaki bütün aşiretler, boylar, şeyhler Şeyh Said ile beraber değildi. Daha çok Atatürk ile beraber olup bağlılık telgrafları çektiler. Türkiye Cumhuriyeti, Şeyh Said ile beraber devlete karşı kıyam edenleri yargılayıp cezalandırsaydı, tepki bu kadar büyük olmazdı. Derlerdi ki; ‘Cumhuriyete karşı geldiler… Biz de beraber yaşamak istedik, Atatürk ile beraberdik, biz de beraber yaşıyoruz…’ Ama… Atatürk ile beraber olanlar da horlanınca tepki büyüdü.”106

Uğur Mumcu’nun kendisiyle yaptığı söyleşide Abdülmelik Fırat aktarıyor:

“Paşalardan Hatip Bey, (binbir güçlükle) Atatürk’ün huzuruna çıkıyor: ‘Paşam biliyorsunuz size bağlılığımı ve saygımı. Biz sizinle Şeyh Said’e vurduk; onlar bizden öldürdü, biz onlardan öldürdük. Şimdi bizi assan, bize ağır gelmez, fakat sen bizi onlarla bir yaptın. Sürdün. Bu ağırımıza gittiği için sana geldik.’ Mustafa Kemal, ‘Hatip Bey, sen akıllı bir adamsın. Bir insan ki milletine hayındır; ondan hayır gelmez. Hadi gidin!’ diyor, kovuyor.”107

İlk etapta bölge illerinden binlerce insan, aileleri ve çoluk çocukları ile beraber başta Batı illeri olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanına sürgün edildi. Bu sürgünlere maruz kalanların sayısının kaynaklarda 500 bin civarı108 olarak belirtildiği düşünülürse, ulus devletin çıkarları mucibince, bölgeye muhacir olarak getirilecek olanlarca bütün bir coğrafyanın demografik yapısının belli bir plan dâhilinde değiştirilmek istendiği de anlaşılır. Zaten bu planlar, bölgeye yönelik müfettişlik raporlarında açıkça zikredilmiştir. Tabii bu sürgünler, ayaklanmaya katılan katılmayan on binlerce insana yönelik gerçekleştirilen temizlik harekâtının ardından gerçekleşti. Sadece resmi kayıtlara bakmak bile bu katliam, cinayet ve tecavüzlerin mahiyetini ortaya koymada yeterlidir. İsyan esnasında ve bastırıldıktan sonra 8.758 ev harap olmuş, 15.206 kişi ölmüş, sayıları tespit edilemeyen yüzlerce köy de yakılmıştır.109 Yaş, kuru demeden bütün bir bölgede yaşatılan bu trajedilerin akabinde 24 Eylül 1925 tarihinde, bütün bir Cumhuriyet dönemine damga vuracak hadiselerin başlatıcısı Şark Islahat Planı açıklandı.

Şark Islahat Planı

Bu plana göre bölge 5 Umumi Müfettişlik mıntıkasına bölünmüştür. Planın genel bir özetini şu şekilde yapmak mümkündür:

- Ermenilerden metruk bazı arazilere Türk muhacirleri yerleştirilecek…

- Ermeni arazilerini işgal etmiş olan Kürtler ya geldikleri yere ya da Batı’ya nakledilecekler…

- Yugoslavya’dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecekler planda adları zikredilen bölgelere naklolunacak; bunlara nakil iaşesi, ev, tarım aleti, hayvan ve bir yıllık iaşe temin edilip, geri ödemesi 20 yıla yayılacak…

- 10 senede Yugoslavya, Bulgaristan, Kafkasya ve Azerbaycan’dan 500.000 nüfus bölgeye yerleştirilecek…

- İsyana iştirak eden mıntıkalardaki halktan masraf alınacak; bunlar Batı’ya nakledilecek, terk ettikleri emval ve arazi hükümetçe satın alınacak ya da aynı kıymette emsal gösterilecek…

- Bu mıntıkalara Kürt memur tayin olunmayacak…

- Vilayetlerde, kazalarda, mektep, çarşı, pazar, hükümet binaları ve belediyelerde Türkçeden başka dil kullanılmayacak, mukavemet edenler cezalandırılacak…

- Arapça konuşan ahali Kürtlüğe karışmaktan Türk Ocakları ve mektepler vesilesiyle korunacak ve bunun için hassaten kız mektepleri açılacak…

- Fırat’ın batısındaki vilayetlerde de dağınık surette yaşayan Kürtler Kürtçe konuşmaktan mutlaka men edilecek, kız mekteplerine ehemmiyet verilerek bilhassa kadınların Türkçe konuşmaları temin edilecek…

- Doğuya tren yolu yapılacak… Telefon hatları, telsiz istasyonları kurulacak…

- Fırat’ın doğusu yabancılar için yasak bölge olacak, devlet izni olmadan bölgeye intikal edemeyecekler…

- Valilerin üzerinde yetkilerle donatılacak Genel Müfettişlik makamı110 oluşturulacak…

1934 Mecburi İskân Kanunu ve Genel Müfettişlik Raporlarında Asimilasyon

Türdeş bir ulus yaratmayı hedefleyen ve “Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle ve ayrı mahalle ve küme teşkil etmeyecek şekilde köy, kasaba ve şehirlere iskânını mecburi kılan” şeklinde özetlenebilecek 21 Haziran 1934 tarihli Mecburi İskân Kanunu, Kürt halkının asimile edilmeleri amacıyla çıkarılmıştı. İskân Kanunu ile aynı zamanda Batı Anadolu’dan Balkan kökenli muhacirlerin doğu illerine yerleştirilmesi öngörülmüştü. Kanunun gerekçesi ile ilgili tartışmalarda özellikle şu hususların altı çizilir:

“Türk bayrağına gönül bağlamamış iken Türk yurttaşlığını, kanunun ona verdiği her türlü hakları kullanmakta olanları Türkiye Cumhuriyeti uygun görmezdi… Türk’üm diyen herkesi, Türk benliğinde yerleştirip eriterek bir kardeş ve yurttaş havası yaratmak…”111

Bir yandan Şapka Kanunu, Harf İnkılâbı, Medeni Kanun vs. ile Batılılaşma-laikleşme yolunda adımlar atılır, bölge dışındaki ahali, şeyhler, kanaat önderleri, camiler, Müslümanların vakıfları bu süreçten nasibini alırlarken;112 öte yandan bölgede sürgün edilmeyip kalan halkın asimilasyonu ve kimliğinin inkârı yoluyla Türkleştirilmesi politikalarına hız verilmiştir. Bu yöndeki en önemli kaynakların başında da Umumi Müfettişlik raporları gelmektedir. Bu raporlardaki öneriler; “Kürtlerin Türkçe konuşur hale gelmesi için halkevleri ve resmi dairelerde alınacak tedbir ve cezalar… Türklüğü aşılayabilmek için kurulacak yatılı mektepler… Kürtleri Türk camiasında kaynaştırabilmek için öğretmenlere, baytarlara, seyyar doktor, veteriner ve ziraatçılara düşen görevler… Gazete ve mecmua okutmak… Köylerde Türkçe konserler vermek… Batı bölgelerinden gelip de Kürt kızlarıyla evlenip yerleşenlere arazi vermek…” şeklinde özetlenebilir.

Ancak bunlardan bir tanesi dikkat çekicidir. 1939 yılında CHP Genel Sekreterliğine sunulan bir raporda, 14 yıllık politikaların adeta bir özeleştirisi de yer almaktadır. Lakin artık Kürtlerden tamamen yabancı unsurlar şeklinde bahsedilmekte ve politik değişime gidilmesi önerilmektedir: “Asimilasyonu kuvvetlendirmede… pazar kadar kuvvetli amilin de ilkokul olduğunu son senelerin tecrübeleri bize öğretmiştir…” dendikten sonra şu vurgulara yer veriliyor:

“Dağ Türkü, Yayla Türkü gibi tabirlerle hakikati kendi gözlerimizden saklamak zarardan başka bir şey getirmeyeceği gibi, bunların Türk olduğunu da mazileri ne olursa olsun bugün ne kendilerini ne de başka kimseyi inandıramayız. Bunun için memleket dâhilinde yabancı bir unsurun toplu olarak yaşadığını bilmek ve itiraf etmek ve buna göre tedbirler almak zaruridir… Türk milliyetçiliğinin memleket dâhilindeki hedefi, anadili tek, ülküsü tek, birlik bir millet yaratmaktır. Bunun için memlekette her şerefin ve nimetin Türkçe ve kendisini Türk hissederek Türkçülükten başka bir kavmiyete bağlılık göstermeyenlere has olduğunun tam bir şuurla zihinlere nakşedilmesi gerekmektedir.”113

Bu dönemde hızını alamayan ve Batılı tezlere de cevap yetiştirme gayretine düşen Türkçü radikaller, Afet İnan ve Antropolog Şevket Aziz Kansu gibilerin katkılarıyla “kafatası ilmi”ne göre ve biyolojik, ırksal, kan bağına vurgu yapan tahlillere girişiyor, Avrupai ırkların atası olan Türkleri ispata çalışırken, Kürtler de bu tezlerden nasibini alıyor ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras gibilerin sosyal-Darwinist tezlerince Kürtlerin kültürel düzeyleri düşük ve zihniyetleri geri olduğu için Türk ulusal yapısı içerisinde barınmaya müsait olmadıklarını, giriştikleri yaşam mücadelesini kaybedip zayıfların yok olma sürecine tabi olacaklarını öngörmeye başlıyorlar.

Aynı Tezlerden Beslenerek Gelişen Kürtçülük

Şeyh Said hadiselerinden sonra sürgün ve hapislere maruz kalmamak için yurt dışına kaçan önemli sayıda Kürt ileri gelen bey, ağa, şeyh, mele ve muharebelerde bulunmuş insanlar özellikle Suriye’ye iltica etmişlerdi. 1930’un sonlarına kadar kesintisizce süren birçok isyan da bu insanlar tarafından örgütlenip idare edilmişti. Ve elbette aynı kaynaklardan beslenen Türkçü tezlerin panzehiri olan teoriler de özellikle bu bölgelerde üretildi.

Cegerxwin’in bu yıllara ilişkin şehadeti, hem Şeyh Said isyanında yoğunlukla var olduğu iddia edilen ulusalcılık hedefine hem de Kürtçülüğün gelişim seyrine ilişkin önemli ipuçları sunmakta:

“Rahatsız olsak da hepimiz bilmeliyiz ki Kürtler, isyan döneminde114 ulusalcılık denen o ağır sorumluluğu kavramamış, henüz millileşememişti. Ayaklanmaların ulusal kapsamını da bilmiyorlardı. Ulusallaşmanın, bilinçlenmenin ve değişimin rüzgarı Kürdistan’da henüz esmemişti. Çağdaş bir düşünceden yoksundular. Hareketin önderleri bilinçli, çağı anlayan insanlar değildiler ve Türkler tarafından rahatlıkla kullanılıyorlardı. Bireyciydiler. Tecrübeleri yoktu. Kürtçülük düşüncesi ve yönetim anlayışından yoksundular. Ya da bu anlayış henüz Kürtler arasında oturmamıştı.”115

“Bu ayaklanmalardan önce Ehmedê Xani ve Hacı Qadirê Koyi dışında kimse Kürt adından söz etmezken, Şeyh Said ve Şeyh Mahmud [Berzenci] isyanlarından sonra bütün şiirler, makaleler Kürtçe yazıldı. Halay türkülerinde bile Kürtlerin ulusal söylenceleri dile getirildi. Kürtler üzerine yazılan çok sayıda kitap ve makale dünyanın her tarafına yayıldı. İsyandan sonra kendi eksiklerini gören ayaklanmacılar Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ta çok önemli toplantılar yaptılar. Birçok toplantıda çok nitelikli konuşmalar oldu. Kürtlerin ulusal kimliklerini bu kadar ön plana çıkarmaları Kürt tarihinde ilk defa oluyordu.”116

Kemalistler “başarmışlardı!” Attıkları tohumlar hem ülke sathında hem de ülke dışında yeşermiş, halkları asırlardır bir arada tutan İslam’a ve değerlerine düşmanlığına dayalı katliam, tecavüz, tedip, tenkil, tehcirlerle oluşturulan mezalimden kendilerini taklit eden nur topu gibi bir ulusalcılık daha türemişti. Abdülmelik Fırat’ın da Uğur Mumcu’ya dediği gibi; bu konuda da başöğretmen Atatürk olmuştu!

M. Kemal’e af kanunuyla ilgili endişelerini uzunca bir mektupla dile getiren Celadet Ali Bedirhan, Kurmanc lehçesinin Latin harfleriyle yazımını ve Latin harflerinin Kürt diline uyarlanmasında ilk adımı atan kişi olmuş; çıkarttığı Hawar dergisinde Kürt siyaset, edebiyat ve kültür hayatını işleyerek laik-ulusal bilince katkı sağlamış; Cegerxwin ve arkadaşları 1938 yılında Civankurd (Jönkürt) derneğini kurmuşlar; isyandan sonra kurulan Xoybun (Hoybun) örgütü kısa bir müddet sonra İslam düşmanlığı da yapmaya başlamış ve Kemalist tezlerin kopyaları bu insanlar tarafından dillendirilmeye, ciddi ciddi işlenmeye başlamıştır. Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek117 kitabında bu konuda şu aktarımlarda bulunuyor:

“Bir başka ilginç yan, Kürt milliyetçilerinin tepki duydukları Türkçü milliyetçiliğini kopya etmeleriydi. Hoybun’un askeri lideri İhsan Nuri,118 Kürtlerin Arî ırktan geldiğini ileri sürüyor, ‘Aryan Kürtlerinin’ yiğitlik ve bağımsızlık uğruna kurbanlar verdiğini söylüyor, tarihteki feodal aşiret çatışmalarından ‘bağımsızlık savaşı’ kurgusu inşa ediyordu.”119

M. Kemal’e sitem dolu bir mektup gönderen Celadet Bedirhan, adeta Kemalistlerin izini sürüyor; başlarına gelen musibetlere sebep olan laik-pozitivist-efsaneci ulusalcılığın bir benzerini üretiyordu:

“Hoybun’un siyasi lideri olduğu kabul edilen Celadet Bedirhan’ın tezleri, 1930’lar Türkiye’sindeki resmî tezlerin adeta ‘Kürt versiyonu’ydu. ‘Güneş Dil Teorisi’ ve ‘Türk Tarih Tezi’, bütün medeniyetleri, en eski çağlarda, hatta tarihöncesinde Türklerin kurduğunu, bütün dillerin anasının Türkçe olduğunu iddia etmişti… Celadet Bedirhan da bütün medeniyetlerin kökeninde Mezopotamya ve Kürtlerin olduğunu savunuyor, yani bir tür ‘Kürt Tarih Tezi’ kurguluyordu. Ona göre ancak tarihöncesine uzanan bir medeniyeti olan milletler uluslar sahnesinde yerini alabilirdi. Türkler ise kültürsüz barbarlardı… İhsan Nuri, ‘Kürt Tarihi’ adlı kitabında Bedirhan’ın bu tezlerini tekrarladı.

Kadri Cemilpaşazade ise ‘Kürt dilinin eski ve güzel parlaklığını’ işleyerek adeta ‘Güneş Dil’in Kürt versiyonunu yazdı. Kürt milliyetçiliğindeki sosyal-Darwinizm ve lider kültü de Tek Parti devrinin ideolojisinden esinlenmişti. Nuri Dersimî, ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ne benzeyen bir ‘Kürt Gençliğine Çağrı’ metni yayımladı.”120

Bu kaba, şoven ve taklitçi tarih icadı, Şeyh Said kıyamının bastırılması sonrası yaşanan travmayla birlikte, çağın başından itibaren oryantalist tezlerden121 beslenen ulusalcı yönelimin meşruiyet dayanağı olacak; mezkûr ulusalcı çizgi de küresel gelişmelerin de katkısı ve radikal sol görüşlerden de beslenerek yoğunlukla İslam karşıtlığına, ihtiyaç hissettiğinde ise nevi şahsına münhasır İslam tanımlarına dayanarak yol alacaktır.122

Kürtlerin tarihteki en büyük hatası Müslüman olmaktır!” ideolojik yaklaşımı üzerine pek çok tezler irat ettikten sonra, bugün ulaşılan pragmatik retorik de Abdullah Öcalan ile Şeyh Said’i aynı potada eriten ve “Halkımız için Şeyh Said ne ise Abdullah Öcalan da odur!123 yaklaşımıdır.

M. Kemal’in, dönemine ve ulusalcı çıkarlara göre serdettiği pragmatik yaklaşımlarından aşina olduğumuz bu tutum; kökeninde aynı seküler, aydınlanmacı ve oryantalist tezlerin yer aldığı ulusalcılıkların hiç de şaşırtıcı olmayan benzerliğine dayanmaktadır: Çağdaşlığın ve Batılılaşmanın yegâne nirengi noktası olan ulusalcılığın, ulus olmanın, ulus bilincine erişmenin, ulus-devlete ulaşmanın ve “ilerleme”nin engeli olan İslam’a her yönüyle düşman ol; onu her yönüyle inkar et; beceremiyorsan ve gerçekler sana engel oluyorsa kendi gerçekliğini üret ve İslam’ı kullan! Milli bilince ve milli devlete giden her yol mubahtır. A. Melik Fırat’ın dediği gibi; ne de olsa başöğretmen Atatürk!

Son Sözler

Şeyh Said kıyamı sonrası, rejimi tüm ülkede tahkim eden, eğitimden hukuka, kıyafetten mabetlere, vakıflara kadar İslam düşmanlığına dayalı Türkçü-pozitivist uygulamalarla birlikte, bölgede de İslam düşmanlığı üzerinde şekillenen seküler Türk-ulusalcılığına dayalı bir Kürt sorunu üretilmiştir.

Yani Kürt sorunu; özünde, rejimin İslami kurumlara, İslami değerlere ve İslami kimlik sahiplerine düşmanlığının yattığı ve bu politikalar sonucu imha edilen bir halkın ve tahrip edilen bir coğrafyanın külleri arasından doğmuş bir sorundur. Çağımızın başındaki insanlık ve fıtrat düşmanı salgın hastalık Batılılaşmaya dayalı milliyetçilik/ulusalcılıktı. Her türlü marazlı duruma rağmen ümmetçiliğin hâkim olduğu Osmanlı’dan miras bu coğrafyada, Türkçü-ulusalcı laik elitin kendi iktidarlarını inşa sadedinde, tampon bölge olmanın küçük nimetlerine sığınarak, İslam düşmanlığına dayalı politikaları neticesinde ezdiği İslami kimliğin bakiyesi üzerinde de Kürt ulusalcılığı neşet etti. Önceleri Batı’da tahsil görmüş ya da Batılı fikirlerden esinlemiş dar bir kadroda neşvünema bulan bu görüşler, yerel ve küresel gelişmeler eşliğinde toplumsallaşmış ve bölge halkının kimliğini de tıpkı Batı illerinde olduğu gibi etkilemiştir. Böylelikle, birbirlerinden beslenmiş olan, aynı aydınlanmacı köklere sahip her iki çizgi de emperyalist küreselleşmenin sağına soluna yaslanarak günümüze değin güçlenerek gelişmiştir. 1930’larda tamamen netleşen resmi söylem, bugüne değin İslam düşmanlığı ve Kürt kimliğini inkâr üzerinde şekillendiği gibi, yakın geçmişe kadar biriken sorunlar yumağının da baş sorumlusu, Şeyh Said kıyamının sebeplerini üreten bu sistem olmuştur. Kürt ulusalcı hareketleri de sistemin belirlediği, küresel gelişmelerin kavileştirdiği bu ideolojik rotaya günümüze değin katkı sağlamışlardır. Bugün görece törpülenmiş olsa dahi, aynı sorunlar, çözümsüzlükler, açmazlar, düşmanlık ve paradokslar hâlâ aşılabilmiş değildir.

Şeyh Said, her türlü ulusalcılığın İslam düşmanı-cahilî boyutunu o günlerde görmüştü. O, bu kirliliklerin tümünden beri idi. O, anın vacibine göre hareket etti. Zamanı yoktu. Zamanın ruhu lehine değildi. Konjonktür ise hiç uygun değildi. Yıllar süren savaş ve kargaşa ortamından ötürü bölge halkı da bitkin ve perişandı.

Hükümet, halkın değerlerini ters yüz etmeye, bu meyanda önündeki tüm engelleri kaldırmaya kararlıydı. Kıyamcılardan da güçlüydü. Kıyamın gerekçesi İslam olduğundan uluslararası destek de arkasındaydı. Tampon bir devlet olmayı kabullenmenin nimetlerini de arkasına almıştı.

Şeyh’in silahı düşmanına göre zayıftı. Daveti genel kabul görmedi. İhanete uğradı. Ama hiç kimseye, ne dava arkadaşlarına, ne kendisine sadakat bildiren halk kesimlerine ne de uğrunda mücadele verdiği Rabbine sadakatsizlik etmedi. Ahdine sadık kaldı. O, halk ya da toprak için değil, İslami değerleri ayağa kaldırmak, Rabbini razı etmek için mücadeleye koyuldu. Bu yolda şehit düştü. Arzusu, kıyamının doğru anlaşılması idi. İdam sehpasına giderken, ardında kalanlara sahih bir mesaj bıraktı:

“Şüphesiz benim ölümüm Allah ve İslam içindir!”

Onun kıyamı üzerinden firavunî hesaplar yapanlar, ‘ekini ve nesli yok edenler’ de Şeyh’i hain ve kirli emeller peşinde gösterip Nemrutların siyasetini aklamaya çalışanlar da elbette mahşer günü yaptıklarının ve iftiralarının hesabını vereceklerdir.

Lakin onun yolundaymış, takipçisiymiş gibi görünüp de saf İslami mesajını bulandırmaya, ona söylemediklerini söyletmeye, niyetlenmediklerini yaptırmaya ve çağın kirliliklerine meze kılmaya çalışanlar hedeflerine ulaşamayacaklardır.

Günümüzde moda bir tabir haline gelen, oysa Müslümanların yıllardır tevhidî mesajlar eşliğinde haykırmaya çalıştıkları “resmi ideoloji ile yüzleşmek”, öncelikle hangi coğrafyada, hangi iklimde yaşadığını kavramayı gerektirir. Ve İskilipli Atıfların, Mehmet Akiflerin, Said Nursilerin, Eşref Ediplerin, Seyyid Rızaların, Şeyh Saidlerin ve on binlercesinin maruz kaldıkları mezalimle yüzleşmeden, bütün bunların Diktatoryal Cumhuriyetin daha ilk günlerinde ne anlama geldiğini kavramadan, Türkçü ulusalcıların neden öncelikle İslami kimliği ve değerleri hedef tahtasına oturttuklarını anlamadan, resmi ideoloji ve Kemalist diktatörlükle yüzleşebilmek mümkün olmaz! Hele ki mazlumiyeti ve gasp edilen hakları bahane edip, bunun ancak reel politik gelişmelere ayak uydurup, milli ya da dinî toplumsal bilinci tek bir potada eritip ulusal bir atmosfer oluşturmakla gerçekleşebileceğini zannedenler, tarihten gerekli dersleri çıkartamamış olanlardır.

Sadece seküler kimliklere atıf yaparak yüzleştiklerini zannedenler ise resmi ideolojinin bilinçaltlarında açtığı yaraları göremeyenler, öğrenilmiş ezberlerle aynı havuzda yüzdüklerini fark edemeyenlerdir.

İslami kesimler de layığınca kavramalıdırlar ki, başta kendisini İslam’a nispet edenler olmak üzere, hangi kimliğe sahip olurlarsa olsunlar, bu ülkedeki tüm gadre uğramışların umudu kendileridir. Kimse bilmese ve kavramak istemese de İslami kesimler bu ülke insanının derdiyle dertlenen, velisi ve yol göstericisi olabilme misyonunu üstlenmiş öncülerin mirasçılarıdırlar. Yeter ki bunu gerçekten hak edebilecek bir donanımla, samimiyet, mücadele ve gayreti omuzlayabilecek bir sorumluluğu üstlenebilsinler. İşte o vakit, Şeyh Saidlerin kıyamına gerçek manada saf tutulmuş olacak, hakiki yüzleşmelere de kapı aralanmış olacaktır.

 

Dipnotlar:

1-Nutuk, Türk Devrim Tarihi Ens. Yay, 1973, s. 854-855. Akt. Tunçay, s. 116. (M. Kemal, Kâzım Karabekir’in Birinci Ordu Müfettişliğine tayin olduktan sonra şark vilayetlerinde dolaştığının altını çizmektedir.)

2-Cumhuriyetin ilanı, bu paşaların olmadığı bir ortamda, bir gecede, onlardan habersiz bir tarzda gerçekleşmişti. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ertunç, s. 66-76.

3-Bu gazetelerin hepsi ve daha fazlası -Sebilürreşad gibi- ve pek çok gazeteci, Şeyh Said isyanıyla bağlantılı ve hadiselerin kışkırtıcısı oldukları suçlamalarıyla İstiklâl Mahkemelerinde yargılandı ve sindirildiler. Mustafa Kemal’e yazdıkları (daha doğrusu yazılmaları hususunda telkin edilen) “af taleplerini içeren ve altında toplu imzalarının bulunduğu” mektuplar sayesinde daha kötü bir akıbete maruz kalmaktan kurtuldular. Ancak gazetecilik serüvenleri de sona erdi. Mektuplara imza koymayı reddeden ama yine de Ankara İstiklal Mahkemesine sevkinin ardından affedilen meşhur gazeteci, M. Kemal’in Nutuk’ta adını zikrettiği Toksöz gazetesinin sahibi Abdülkadir Kemâli Bey’dir.

4-Nutuk, 1973, s. 854-855.

5-Ceylan, C. I, s. 222.

6-Ceylan, C. I, s. 223.

7-Tunçay, s. 110. Bu gizli toplantıyı Avni Doğan, “Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası” adlı kitabında anlatmaktadır. İnönü’nün de hangi planın bir parçası olarak istifa ettiğini ilerleyen bölümlerde değerlendireceğiz.

8-Tunçay, s. 111; Ceylan, C. I, s. 223.

9-Nutuk, M.Ü., s. 404-405.

10-M. Kemal bu noktada mugalâta yapmaktadır. Gerçekte, halkın ve halkı temsil edenlerin iradelerinin ortaya konduğu bir meclis ve bu meclisin meşru, ortak yetkilerle yönetilmesini ifade eden ‘cumhuriyet’ kavramına bakışta bir farklılık söz konusudur. M. Kemal’in zihnindeki cumhuriyet, neyi temsilen ortaya atıldığı malum olan inkılâpların tartışmasız ve muhalefetsiz bir şekilde uygulanabildiği rejimdir. Bunun adı da zaten -en azından teorik olarak- cumhuriyet olamaz. Dolayısıyla, Nutuk’ta eleştirdiği çevrelerin cumhuriyet karşıtı olduklarını söylemek, en hafif tabirle tarihi çarpıtmaktır.

11-Nutuk, M.Ü., s. 405. Olaylar olup bittikten sonra sarf edilen bu sözler, dikkat edilirse bazı anakronik ve çarpıtılmış tespitler içermektedir. Oysa hilafet ve saltanat aynı kadrolar eliyle kaldırılmıştır. Kanunlar konusunda parti öncülerine atfen kullandığı ifadeler doğru değildir. TCF’ye destek veren ve umut bağlayan halk kitlelerinde partiden beklentiler söz konusu olabilir ki, zaten parti de fırka tüzüğünde bunları maddelemiştir. Mustafa Kemal bu sözleriyle aslında, cumhuriyetçilik ya da halk adına değil, kendi iktidarını sağlama alma amaçlı olmak kaydıyla yok ettiği muhalefeti ortadan kaldırma sebeplerine ideolojik meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Zira TCF’nin arkasındaki halk desteği çok kısa bir sürede fark edilmiş ve iktidara yürüdüğü açıkça görülmüştür. Parti tüzüğüne bakıldığında, aslında birçok maddenin de Mustafa Kemal’in keyfi yönetiminin elini kolunu bağlama ve o güne değin yürütmenin ortaya koyduğu keyfiliği engelleme amaçlı ve halkın talepleriyle de görece uyum içerisinde olduğu görülür. Örneğin;

- Madde 12: Cumhurbaşkanı seçilen zatın, milletvekilliği sıfatı hemen zail olur.

- Madde 7: Hiçbir kimse kanunun emretmediği şeyi yapmaya zorlanamaz ve yasaklamadığı şeyi de yapmamaya (…) prensibi idarede bil ittifak bir prensip olacaktır.

- Madde 6: Partimiz efkâr ve itikadı diniyeye hürmetkârdır.

- Madde 24: Memurların tayin, atama ve azl’lerini (…) terfi ve tenzillerini keyfi işlemlerden arındıracak kanunlar behemahal vaz edilecektir.

- Madde 27: Fuhşun, içki ve kumarın intişar ve yerleşmesine mani olacak ve sinema, tiyatro vesair eğlence yerlerinde ve basın yayında ahlak ve adab-ı umumiyeyi ihlal ve ifsada meydan vermeyecek ahkâm hemen vaz’olunacaktır.

- Madde 1: Türkiye devleti halkın hâkimiyetine müstenid bir cumhuriyettir.

- Madde 2: Hürriyetperverlik ve demokrasi fırkanın meslek-i esasisidir.  

12- TCF’yi bu ilişkiler üzerinden suçlamak ve TCF ile Şeyh Said hadiseleri arasında birebir somut ilişki kurmak ne kadar gerçekçidir, TCF’nin ileri gelenleri Meclis’te isyana nasıl yaklaşmışlardır buna ayrıca değineceğiz. Ancak bu mektupta Azadî teşkilatının lideri olan Cibranlı Halit’in dindar kişiliği de ortaya çıkmaktadır. Araştırmacı Naci Kutlay, “Türk Siyasal İslamcılığında Kürt Damarları” (Beybun Yay., Ankara, 2005) adlı çalışmasında Cibranlı’yı ‘İslamcı’ olarak niteler ve Erzurum Kongresinin toplanmasını sağlayan nadir kişiliklerden biri olduğunu belirtir. (s. 136) 

13- Nutuk, s. 406. Mustafa Kemal’in TCF-Şeyh Said ilişkisine konu ettiği bu tekil mesele, Kadri Bey’den Şeyh Said’e gelen bir mektupta “Millet Meclisi’nde, Kazım Karabekir Paşa’nın partisi din kurallarına saygılı ve dinseverdir. Bize yardım edeceklerine kuşkum yoktur. Dahası Şeyh Eyüp’ün yanında bulunan Parti Sorumlu Yazmanı, Parti’nin tüzüğünü getirmiştir… Şeyh Eyüp de yargılanması sırasında da aynı sözleri söylediği”ni aktardığı konudur. (Nutuk, s. 406) 

14- Kâzım Karabekir, İzmir’de Halk Fırkası’nın açtığı kulüplere tepkisini şöyle dile getiriyor: “Yeni Anayasaya göre devletin dini İslam olarak tescil edildiği halde, Halk Partisi’nin Anayasaya aykırı olarak kulüpler açması kanuna ve mantığa uyar iş olmadığı gibi, ‘lâ-dini’  ve ‘lâ-ahlâkî’ yani ‘din ve ahlak dışı’ denilmesi, kamuoyunu ve halkı hiçe saymaktı… Bu tür yerler kurarak aydınların halkın içinden sıyrılıp çekilmesinin, onların duygu ve imanlarıyla taban tabana zıt bir âleme kapanmasının ne vahim bir hata olduğu… Batılaşmak veya Batılılaşmak adımlarımızı, hemen 100 yıldır halktan kaçmak ve onları kendi âlemlerine bırakmak suretiyle heder ettiğimizi bugün bile anlayamıyoruz! Daha doğrusu anlatamıyoruz!...” (Kızıl Pençe, s. 207-208)

15- Kâzım Karabekir, anılarında İsmet Paşa, Fethi Bey grubu ve Mustafa Kemal’den ayrı ayrı işittiği ve Lozan’dan sonra bu grubun hızını alamayarak ürettiğini düşündüğü “müthiş bir inkılâp hamlesi”nden bahseder: “Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Mevcut kudret ve prestijimizle bugün bu inkılâbı yapamazsak, başka hiçbir zaman yapamayız.” İslamiyet ilerlemeye engeldir; Arap oğlunun yavelerini Türklere öğretmeli; hocaları toptan kaldırmalı şeklindeki üç maddelik program karşısında artık kılıçların çekildiğini ve tek başına kalsa dahi oyunu bozmak için bütün imkânlarını seferber etmeye karar verdiğini söyler. Ve uzunca bir nutukla etkileyebileceğini samimiyetle düşündüğü bu üçlüye bir millette duygu birliği, inanç birliği ve çıkar birliği olmazsa, yönetenlerle yönetilenler arasında uçurum olacağı, dinle uğraşmanın bizi ilerlemekten alıkoyacağı, dini olduğu gibi kendi haline bırakmak gerektiği, ne etki yapmanın ne de etki altında kalmanın fayda getireceğini söyledikten sonra “Biz Milli bağımsızlığımız gibi özgürlüğümüzü de en kutsal gaye tanımalı ve bunun zevkini bütün millete tattırmalıyız” der.  Ardından da M. Kemal’in kendisini sükûnetle dinlediğini ve ayrılırken gösterdiği samimiyeti de kendisini haklı bulduğuna yorduğunu ifade eder. Ama 10 yıl sonra yazdığı anılarında aldanmış olduğunu şöyle ifade eder: “Fakat değerlendirmelerime hak vermekle birlikte tekrar ‘Mefkûre Hatırası’na döneceğini hiç mi hiç aklıma getirmemiştim.” (Kızıl Pençe, s. 107-109)

16- Kâzım Karabekir, Kızıl Pençe, Karabekir’in Gözüyle Kuruluş Yılları, 1922-1933 kitabında İkinci Meclis’i şöyle tanımlıyor: “Benim de içinde bulunduğum bu Meclis’in çehresi pek garipti: Sarıklı sarıksız muhafazakârlar, ilericiler, din ve ahlaka karşı çıkan züppeler yapay bir birlik gösteriyorlardı. Meclis, genel görüntüsü itibariyle Mustafa Kemal Paşa’nın emrine ram olmuştu. O sağa da sola da gitse hep beraber ona ayak uyduracaklardı. Dışarıda kendi emekleriyle hayatlarını fakirce kazanabilen bu zümre, pek az istisnayla şimdi devlet hazinesinden zenginleşiyor ve ihsanlara da gark oluyor, aristokrat bir tabaka halini alıyordu. Bunlar da mensuplarını memuriyetlere kayırarak veya kazandırarak etraflarında tabakalar teşkil ediyorlardı. İşte Cumhuriyet hükümeti, Türk milletine feyzini bu suretle dağıtıyordu!” (Kızıl Pençe, s. 111-112)

17- Bu konu ilerleyen bölümlerde tafsilatıyla ele alınmaktadır.

18- İslam’a yönelik yaklaşımlarını yakından bildiğimiz ve İstiklâl Mahkemelerinde de yargılanmaktan kurtulamayan Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın’ın ve yazarlardan ateist bir hukukçu olan Lütfi Fikri Bey’in hilafet hakkındaki görüşlerini Nutuk’ta konu edinen Mustafa Kemal’in, bu görüşlere tahammülsüzlüğünü ortaya koyarken sıraladığı ulusalcı sebepler manidardır. Önce Hüseyin Cahit’e kulak verelim: “Halifelik kalkarsa Türkiye Devleti’nin âlemi İslam’da hiçbir önemi kalmaz.” (Nutuk, s. 385) Lütfi Fikri Bey; “Şaşarak ve üzülerek görüyoruz ki, bugün şu manevi hazineye (yani halifeliğe) saldırmak isteyenler, dışarıdan kimseler, Türk’ü çekemeyen Müslüman uluslar değildir; biz Türkler kendimiz, kendi elimizle bu hazinenin elimizden temelli çıkarılmasıyla sonuçlanabilecek girişimlerde bulunuyoruz.” (Nutuk, s. 384) Şimdi de Mustafa Kemal’in itirazına bakalım: “Efendiler, yabancılar saldırıda bulunmuyorlardı ama Türk ulusu saldırıdan kurtulmuyordu… Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta, İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşanlar, Müslüman uluslardı…” İngilizlerin bile şaşkınlık ve sevinçlerini gizlemedikleri tarihî olguların bu şekilde saptırılmasının asıl sebebi, aslında hilafetin iç muhalefetin kendisine karşı her daim kullanabileceği bir gücü içermesindendi. Ama Nutuk’ta bu gerçeği “padişahlık-cumhuriyet” ikilemi ve karşılaştırmasıyla örtmeye çalışıyordu. Sanki kendisine muhalefet edenler de cumhuriyetçi değillermiş gibi.

19- Bu tespit Metin Toker’e aittir. Radikallerin yegâne meşruiyetlerinin hukuk ilkeleri, demokrasi vb. değil, muzaffer kumandanlıklarından gelen güçleri olduğunun altını çizer. (Bkz. Şeyh Sait ve İsyanı, s. 9)

20- Bkz. 14. dipnot ve İstiklâl Mahkemelerinde yargılanıp ölüme mahkûm edilen binlerce kanaat önderi.

21- Cafer Tayyar Paşa’nın bu tespit ve şüphelerini bilahare tartışmaya çalışacağız.

22- Teklif Dergisi, 1987, Sayı: 6, Akt. Ceylan, C. I, s. 256.

23- İslamoğlu, s. 670, Dr. Rıza Nur’dan aktarımla.

24- Örgeevren, s. 52. Akyol, s. 454. Fethi Bey’in isyanın niteliklerini ve gelişimini anlattığı 24 Şubat tarihli bu uzun konuşmasının tam metni için bkz. Örgeevren, s. 49-55.

25- Hatta isyan bastırıldıktan sonra, 3 Mayıs 1925 tarihli bir kararname basına gönderilip, “Kürtçülük” vurgusunun terk edilmesi; sadece “irtica” olarak lanse edilmesinin iç ve dış sebepler mesnet gösterilerek önemine değinilmiştir. Bu konunun M. Kemal’in iç siyasi hedefleriyle doğrudan ilgili olduğunu başka bir başlık altında tartışmaya çalışacağız.

26- Tam metni için bkz. Akyol, s. 455.

27- Örgeevren, s. 55. Akyol, s. 455. (Metin Toker, bu konuşmayı şöyle yorumluyor: “Aslında TCF, Doğu’daki isyanı, o bölgeye karşı iktidarın gösterdiği kayıtsızlığın sonucu sayıyordu. Halkı cahil halde bırakılmış Doğu illerinin çoğunda hükümet, iktidarsız valilerle birkaç tahrirat kâtibinden ibaretti… Ama TCF aksi yolu tercih etti.”  (Şeyh Said ve İsyanı, s. 34) Ve Genel Başkan Kazım Karabekir bu malum konuşmayı yaptı. Muhalefetin Fethi Bey’e verdiği bu destek, M. Kemal’in daha da sertleşeceği ve tüm ülkeyi sarabilecek bir politika izleyebileceği endişelerine dayanıyordu. (B.K.)

28- Akyol, s. 455.

29- Toker, konuyu ele aldığı kitapçığında açık, net, cesur eleştiri ve tespitlerde bulunmaktadır. Mete Tunçay da onun bu tavrının altını örneklerle çizmektedir.

30- Toker, s. 75.

31- Toker, s. 32.

32- Örgeevren, s. 57.

33- Akyol, s. 456.

34- Akyol, s. 457. Bu kabine 60 güvenoyuna karşı 92 güvensizlik oyuyla devrilmiştir. M. Kemal’in yaptığı konuşmaya rağmen, 60 oyun çıkması, Meclis’in de konuya yaklaşımını ve ikna olmakta zorlandığını göstermektedir.

35- Bu nitelemeyi sadece Taha Akyol ya da Mete Tunçay gibiler değil, Tarık Zafer Tunaya da yapmıştır. (Türkiye’de Siyasal Partiler, s. 569-570)

36- Örgeevren, s. 68.

37- Örgeevren, s. 70.

38- Akyol, s. 459.

39- Madde 70 – Şahsi masuniyet, vicdan, tefekkür, kelâm, neşir, seyahat, akit, say ü amel, temellük ve tasarruf, içtima, cemiyet, şirket hak ve hürriyetleri Türklerin tabii hukukundandır.

40- Akyol, s. 459.

41- Örgeevren, s. 73.

42- Örgeevren, s. 74.

43- Akyol, s. 462.

44- Akyol, s. 462-463. Bu konuda Meclis’te ciddi hukuk tartışmaları yaşanmıştır. İsmet Paşa’ya göre, İstiklal Mahkemeleri Kanununun 5. Maddesine göre Meclis, haklarını devredebilir. Feridun Fikri Bey’e göre ise bu 1922 şartlarına göredir. Oysa 1924 Anayasasının 26. Maddesi idam kararlarının Meclisçe onayını öngörürken, 103. Maddesi de Meclis’in hiçbir yetkisini “devir ve ferağ” edemeyeceğini belirlemiş; dolayısıyla hiçbir kanun bu anayasaya aykırı olamaz, hukuki tezini dillendirmiştir. Savcı Ahmet Süreyya Örgeevren, İstiklal Mahkemesi Kanunu hâlâ yürürlüktedir tezini savunurken, Feridun Bey ona, 103. Maddeyi okumasını tembihlemiştir. (Meclis Zabıtları, aktaran Akyol, s. 463-464) 

45- Nitekim Eşref Edip de mahkemelerdeki yargılamalarıyla ilgili yazdığı anılarında, Şeyh Said’in 18 yerde Sebilürreşad’ın ismini zikretmiş olmasından rahatsızlık duyduğunu belirtmişti. Hemen tüm araştırmacılar, Şeyh ile mahkeme heyeti arasında bu konuda bir pazarlık olduğundan bahsetmekte iseler de bunun mahiyeti tam anlamıyla bilinememektedir. Şeyh’in, etkilendiği basın organlarını açıkça zikretmesi, yani doğruyu söylemesi karşılığında cezasının hafifleyeceğine inandırılmış olması mümkündür. Ama bu örnek üzerinden Şeyh’in basın kuruluşları ve bazı kalemlere sanki mahkeme heyetiyle anlaşarak iftirada bulunduğuna dair yapılan imalar gerçeği yansıtmamaktadır. Nitekim mahkeme heyeti ve Ankara, Şeyh’in ifadelerinde geçen kalemlerin yazılarını zaten bilmektedir. Üstelik bu ifadelerde yer alan basın organlarından çok daha fazlası bu mahkemelere getirilip yargılanmış, af mektuplarıyla biate zorlanmış ya da susturulmuştur. İşin gerçeği, zaten çok önceden planlanmış olan basının yargılanıp susturulması meselesine Şeyh Said hadiseleri kılıf yapılmıştır. (İlerleyen bölümde bu konuyu tafsilatlandırıp vuzuha kavuşturmaya çalışacağız.)

46- 6 Mart 1925 günü kapatılan İstanbul’daki gazete ve dergiler şunlardır: Tevhid-i Efkâr, İstiklâl, Son Telgraf, İleri, Aydınlık, Orak Çekiç, Sebilürreşad. Bu uygulamalar sadece İstanbul’la da sınırlı kalmamış bütün ülke sathına yayılmıştır. Bazıları şunlardır: Yoldaş (Bursa), Presse de Soir, Resimli (ay) Hafta, Vatan’ın yerine çıkan Millet (İstanbul), Sada-yı Hak (İzmir), Doğru Öz (Mersin), Kahkaha, İstikbâl (Trabzon), Tok Söz, Sayha (Adana), İkaz (Afyon).  Ayaklanmayı kışkırttıkları iddiası ile tutuklanan gazeteciler: Eşref Edip, Velid Ebuzziya, Abdulkadir Kemalî [Öğütçü], Fevzi Lütfi [Karaosmanoğlu], Sadri Ethem [Ertem], İlhami Safa, Gündüz Nadir, Ahmet Emin [Yalman], Ahmet Şükrü [Esmer], Suphi Nuri [İleri], İsmail Müştak [Mayakon]. (Tunçay, s. 149) Şevket Süreyya, Sadreddin Celal, Hikmet Kıvılcımlı, Hasan Ali Ediz (Rusya’da olduklarından gıyaben) Nazım Hikmet ve Şefik Hüsnü [Deymer] (Akyol, s. 482)

47- Aktaran Tunçay, s. 150. Bu aktarımlarından aynı zamanda, “Ne kadar çok gazeteci… o kadar itibar” meselesini de öğrenmiş bulunuyoruz. Yani Şeyh Said hadiseleri bahane kılınarak sadece muhalif kurbanlar mahkemenin önüne atılmakla kalmıyor; aynı zamanda onlara nasıl muamele edileceği hususunda da mahkemeye şifreli destekte de bulunuluyordu.

48- Sebilürreşad’ın Romanı, s. 199.

49- Sebilürreşad’ın Romanı, s. 30.

50- Eşref Edip İstiklal Mahkemelerinde, Sebilürreşad’ın Romanı, 1958. İstiklal Mahkemelerinde yargılanan sadece iki gazeteci anılarını yazmıştır. Eşref Edip ve Ahmet Emin Yalman (Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1970). Mahkeme heyetinden de Mazhar Müfid Kansu (Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1988), Kılıç Ali (İstiklal Mahkemesi Hatıraları, 1955) ve Avni Doğan (Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, 1964)

51- Tunçay, s. 152.

52- Sebilürreşad’ın Romanı, s. 86.

53- Sebilürreşad’ın Romanı, s. 168.

54- Sebilürreşad’ın Romanı, s. 115. Mahkeme heyetinin bir mizanseni ortaya koymasından ötürü, gazetecilerin cevapları genelde bu minvaldedir. Detaylarına çok fazla giremediğimiz bu savunmalarda gazeteciler genellikle, zekâ oyunları ile mahkeme heyeti üzerinde tesir bırakma ve suçlamaları onların tahmin etmedikleri yönlere savurma biçiminde taktikler gütmüşlerdir. Suallere verilen cevaplar bazen okuyucuyu gazetecinin kimliği ve gerçek görüşlerini kavrama konusunda şaşırtabilir; zira amaç doğruyu söylemekten ziyade mizanseni bozmaktır. Mesela Şeyh Said ile ilgili sorulara yönelik savunmalar oldukça ironiktir. Edip, Sokratvari tarzda, mahkeme heyetine, önce Kur’an’a ve hadise göre böyle bir isyanın caiz olmadığını sorular sorarak kabul ettiriyor; sonra da “Bu adam Kur’an’a, Hz. Peygamber’in hadislerine … iftira atmıyor mu? O halde Sebilürreşad hakkında söylediklerini nasıl ciddiye alabilirsiniz?” diyerek onları kendi silahlarıyla vuruyor, hücumu püskürtüyordu.

55- Sebilürreşad’ın Romanı, s. 118-120.

56- Suphi Nuri, İsmail Müştak, Ahmet Emin, Ahmet Şükrü tutuklu olarak Diyarbakır’a götürülürlerken telgrafı Adana’dan çekerler.

57- Akyol, s. 483.

58- Akyol, s. 483.

59- Ahmet Emin Yalman, hatıralarında (Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C. II, s. 1004-1022) özür beyanının kendisine nasıl dikte ettirildiği ve Atatürk’ün “Yazdırdıklarımı yüksek sesle okuyunuz, herkes duysun!” hitabının kendisini nasıl etkileyip metni okuyamadığını, ardından eşi Rezzan Hanım’ın sandalyeye çıkıp bunu yüksek sesle okuduktan sonra lokantadakilerin nasıl da hararetle alkışladıklarını anlatır. (Akt. Ertunç, s. 128)

60- Akyol, s. 484.

61- Kinross, Atatürk, s. 495. Akt. Ertunç, s. 105.

62- “Takrir-i Sükûn Kanunundan önceki suç olmayan fiilleri, İstiklal Mahkemesi suç sayarak cezalandırmıştır.” (Akyol, s. 505) Akyol, İstiklal Mahkemelerindeki “Kanunilik İlkesinin İhlali”, “Delilsiz Hüküm”, “Savunma Hakkının Kısıtlanması”, “Dokunulmazlıkların İhlali”, “Geçmişe Yürüyen Ceza” gibi evrensel hukuk normlarının katledildiği icraatları örnekler vererek tartışır. (s. 502-506) Ayrıca bkz. “İstiklal Mahkemeleri, Şapka İnkılâbı ve İskilipli Atıf Hoca’nın İdamı”, Haksöz Dergisi, Sayı: 251.

63- Örgeevren, s. 79-80.

64- Örgeevren, s. 80.

65- Bu sözleri sarf edebilmek için, insanın gerçekten vicdanının taş kesilmiş olması gerekir. Hadi diyelim ki “Şark İsyanı”nı gerçekleştirenler suçlu; peki, isyanla hiç ilgisi olmayıp da katledilen binlerce, yerlerinden edilen yüz binlerce insanın günahı ne idi? Bunun da mı suçlusu basın idi?!

66- Akyol, s. 485.

67- Faik Bulut, Türk Basınında Kürtler, Melsa Yay., İst., 1992, s. 41. Bulut, bu çalışmayı hazırlarken, 1926-29 yılları arasında meydana gelen I. Ağrı, Reşkotan ve Sason gibi isyanları Cumhuriyet gazetesinde hiç bulamadığını belirtir. Daha büyük çaplı 1930 Ağrı isyanı bir ay sonra, Dersim ise bir buçuk ay sonra basında haber olabilmiştir. O da devletin izniyle!

68- Bulut, s. 56.

69- Bulut, s. 41

70- Bulut, s. 110. Elbette bu türden haberler, hükümet destekli olarak çıkmaktadır. Nitekim dönemin Times muhabirinin şikâyetlerine de yansıdığı üzere, basın sansür altındadır ve ancak istenilenleri yazabilmektedir.

71- Hadiselerin M. Kemal ve İ. İnönü tarafından sürekli “umumi ve tertipli” olarak nitelenmesi, sindirilip bitirilecek Meclis içindeki ve basındaki muhalefetin bu tertibin içerisine sokulmak istenmesi ile alakalıdır.

72- Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Hâkimiyet-i Milliye) gibi yazarlar, sürekli olarak TCF’li vekillere hücum etmekte ve ayaklanmanın ardında TCF’nin olduğunu ileri sürmektedirler. (Tunçay, s. 153)

73- Tunçay, s. 153.

74- Üç Devirde Bir Adam, s. 531. Akt. Tunçay, s. 155.

75- Akyol, s. 478, 479. Diğerleri bir yana ama özellikle bu son madde, Akyol’a göre tamamen kamuoyunu etkileme amacıyla kapatma kararına monte edilmiştir.

76- İnönü, yıllar sonra TCF ile ilgili yapılanların yanlış olduğunu itiraf edecektir. (Akyol, s. 480)

77- Akyol, s. 479.

78- İsmet İnönü’nün tedâbir-i mânia (önleyici tedbirler) kavramına da değinen Akyol, liberal olarak tanımladığı Fethi Bey’in başvekilliği sırasında bu kavramı reddettiği ve “hadise çıktığı zaman hadise hakkında tedbir” kavramını savunduğunu da not eder. (s. 480)

79- Nutuk, M.Ü., s. 406.

80- Nutuk, M.Ü., s. 406. (Oysa bu hadiseler vesilesiyle sağlama alınan rejim; liderinin kendinden çok emin olduğu bu konuları tarihçilerden yıllardır gizlemektedir. Arşivler hâlâ açılmayı bekliyor. M. Kemal ve İ. İnönü’nün sürekli vurguladıkları bu “umumi ve mürettep” olayların künhüne varmak istiyor.)

81- Tan, s. 227

82- Dr. Rıza Nur’un Hayat ve Hatıratım kitabından nakille Fethi Bey’in itirazları. (C. 4, s. 1326); Akt. İslamoğlu, s. 622-623.

83- İslamoğlu, s. 673.

84- İslamoğlu, s. 674.

85- Olson, bir sonraki bölümde de göreceğimiz üzere, isyana İngiltere ve SSCB’nin nasıl baktıklarını da özet olarak aktarır. Kitabının 192. sayfasında İngiliz istihbaratının, Türklerin isyanı neden desteklemiş olduklarına dair şüphelerini sıralarken bunları Irak Kürtleri ve Musul meselesi olarak işaretliyor; ardından 194 ve 195. sayfalarda İngilizlerin isyanı desteklemeye niyetli olmadıklarına dair kanıtları sunuyor ve ilerleyen bölümlerde SSCB’yi de konuya katarak şu tespitlerde bulunuyor: “Çeşitli nedenlerden ötürü hem Büyük Britanya hem de Sovyetler Birliği, M. Kemal’in milliyetçi Türkiye’sini desteklemiştir.”  (Olson, s. 226) Olson’a göre zayıf ve parçalanmış bir Türkiye’dense, tampon bölge olacak bir yönetim her ikisinin de işine gelmiştir.

86- Tunçay, s. 145.

87- Bu konuşmada kendisinden bahsedilen üçüncü kişi M. Kemal olmalı.

88- Olson, s. 196.

89- Olson., s. 196.

90- Olson, s. 191.

91- Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri., s. 314. Akt. Olson, s. 197.

92- Tan, s. 232.

93- Kürkçüoğlu’nun bahsetmediği bu başka nedenler, iç muhalefetin elini zayıflatmak ve iktidarın paylaşımını ortadan kaldırmak olmalıdır.

94- Tabii sadece manevi değil, aynı zamanda maddi olduğu çok açıktır.

95- Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, A.Ü. SBF Yay., Ank, 1978. s. 290-291. Akt. Tan, s. 233.

96- Olson, s. 131.

97- Olson, s. 132, 133.

98- Tabii İngilizler muhbirlerinden bu bilgileri alırlarken, şüphesiz radikal Kemalistlerin galebe çalmasını ümit ediyorlardı.

99- Olson, s. 138.

100- İnsan sormadan edemiyor: Peki, o halde niye yıllarca bu arşivler gizlendi? Hâlâ da bu döneme ait, pek çok olayın perde arkasının arşivlendiği bilgilerden de istifade edilmesinin önünde çeşitli engeller var. Madem meşru, haklı ve inkılâp ruhuyla hareket edilen bir dönemdi, korkulan, çekinilen ne idi? İnsanlık suçları işlendiğine dair bir suçluluk psikolojisi olabilir mi? Ya da adına “inkılâp ruhu” denen ama dar bir elit kadronun ihtiraslarını temsil eden, devletin sacayaklarını sağlamlaştırılabilmek için halka yönelik işlediği tecavüz, katliam, tehcir, tedip ve tenkil politikalarının akıllara durgunluk veren boyutları olabilir mi acaba? Bir devlet, “onur ve gurur tablosu” olan kuruluş yıllarının gereğince öğrenilmesini halkından neden gizlemek ister?

101- Aybars, s. 407.

102- Şeyh Said isyanını hariç tutarsak, 1930 yılının sonlarına dek bölgede yaşanan hadiseleri şu şekilde özetlemek mümkündür: 1- Raçkonan ve Raman Tedip Harekâtı (9-12 Ağustos 1925); 2- Sason Ayaklanmaları (1925-1937); 3- I. Ağrı Ayaklanması (16 Mayıs-17 Haziran 1926); 4- Koçuşağı Ayaklanması (7 Ekim-30 Kasım 1926); 5- Mutki Ayaklanması (26 Mayıs-25 Ağustos 1927); 6- II. Ağrı Harekâtı (13-20 Eylül 1927); 7- Bicar Tenkil Harekâtı (7 Ekim-17 Kasım 1927); 8- Âsi Resul Ayaklanması (22 Mayıs-3 Ağustos 1929); 9- Tendürük Harekâtı (14-27 Eylül 1929); 10- Savur Tenkil Harekâtı (26 Mayıs-9 Haziran 1930); 11- Zeylân Ayaklanması (20 Haziran-Eylül başı 1930); 12- Oramar Ayaklanması (16 Temmuz-10 Ekim 1930); 13- III. Ağrı Harekâtı (7-14 Eylül 1930); 14- Pülümür Harekâtı (8 Ekim-14 Kasım 1930). Tunceli (Dersim) Tedip Harekâtı da 1937-38 yılları arasında gerçekleşmiştir. Bölgeyle ilgili olmayan ama rejimin kimliğini hatırlatması ve diktatoryal sürecin politikaları açısından unutulmaması gereken bir diğer hadise de 23 Aralık 1930 Menemen olayıdır. (Tunçay, s. 134)  

103- Akt. Tan, s. 252.

104- Tan, s. 253, 254.

105- Valilerin de Tek Parti’nin atadığı emir erleri olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak formasyonlarının bu politikaları uygulamada yetersiz görülmüş olmasının bundaki payı büyüktür.

106- Mumcu, s. 182. Uğur Mumcu’nun kitabına alıntıladığı röportajda Abdülmelik Fırat’ın tespitlerinden aktarımla. Fırat, bu konuşmasının devamında da şunları söylüyor: “Bugün Türkiye’deki Kürtler eğer nasyonalist akıma girmişlerse, onların öğretmeni Atatürk’tür.”   

107- Mumcu, s. 173.

108- İslamoğlu, s. 664.

109- İslamoğlu, s. 664. Canlı tanıklarca verilen ifadelerde, hanelerine sokularak köylerle birlikte yakılan insanlardan söz edilmektedir. (Bkz. Makalemizin 1. Bölümü, Haksöz Dergisi, Sayı: 255)

110- Genel Müfettişlik makamına sırasıyla şu isimler geldi: Dr. İbrahim Tali Öngören (1932 yılı sonuna kadar); Hilmi Ergeneli (1933-1935); Abidin Özmen (1935-1943); Abidin Doğan (1943’ten kaldırıldığı yıl olan 1947’ye kadar).

111- Sever, s. 304.

112- Şeyh Said kıyamından sonra diktatörlüğün mukim kılınması konusunu tamamlayıcı mahiyette olan ve bölge dışındaki Müslümanların sindirilmeleri ve İslam düşmanlığını içeren bu politikalar aslında konumuzla iç içedir. Bu konulardaki detayları nasip olursa başka bir yazımızda konu etmeye çalışacağız.

113- Tan, s. 262.

114- Şeyh Said kıyamını kastediyor.

115- Hayat Hikâyem, s. 162.

116- Hayat Hikâyem, s. 165.

117- Emin Karaca’dan aktarımla, Ağrı Eteklerinde Ateş, Alan Yay., İst, 1991, s. 14-16.

118- İhsan Nuri Bey, Osmanlı ordusunda en son yüzbaşı görevinde bulunan ve Xoybun (Hoybun) örgütünün general rütbesine terfi ettirerek, ‘Paşa’ namıyla, 1927-1930 yılları arasında Ağrı isyanını yönetmek üzere görevlendirdiği kişidir.

119- Mustafa Akyol, s. 129.

120- Mustafa Akyol, s. 129. Hitabenin tam metni için bkz. Nuri Dersimi, s. 307-310. Kitabında, ‘Gençliğe Hitab’ başlığıyla yer alan ve “Ey Kürt Genci” diye başlayan bu uzun metin şu cümlelerle nihayetleniyor: “Hürriyet ilahına sunduğumuz binlerce kurban, kendileri için bizden bir türbe istiyorlar, hatıraları için bir abide bekliyorlar. Bu abide hür ve müstâkil Kürdistandır! Bu abide milletler camiası arasında mevkiini ihraz edecek olan müstakbel Kürt devletidir! Şehitlerimizin ruhunu şad edelim! Yaşasın kahramanlar yaratan Kürt Milleti, yaşasın hür ve müstakil Kürdistan!

121- Her türlü ulusalcılığın köken, tarih ve kimlik ve problemini çözen(!) oryantalist çalışmaların ulusalcıların ve özelde Kürt ulusalcılığının üretimine yönelik ne türden katkıları bulunduğuna dair bir çalışma olarak bkz. İsmail Aksu, “Kürt Meselesi ve Ulusçuluk Üzerine” başlıklı makale, Dünya ve İslam Dergisi, Yaz 1991, Sayı: 7, s. 11-22.  

122- Bu yaklaşıma en önemli örneklerden biri için bkz. Ali Fırat, Din Sorununa Devrimci Yaklaşım, Melsa Yay., İst, 1991. Abdullah Öcalan’ın müstear isimle yazdığı bu kitabın İslami bir kritiğiyle ilgili olarak bkz. İsa Can, “Paylaşılamayan Din: İslam” başlıklı makale, Dünya ve İslam Dergisi, Bahar 1993, Sayı: 14, s. 145-160.

123- Diyarbakır DTK toplantısında serdedilen ve tepkiler alan bu tespitin benzerini Öcalan da daha önce “Şeyh Said’in devamıydım (…) kullanıldım.” ifadesiyle mahkeme sorgulamaları esnasında dile getirmişti.

 

 

Kaynakça

- Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Doğan Kitap, İst., 2012.

- Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Tarih Vakfı Yurt Yay., 4. Baskı, İst., 2005.

- Metin Toker, Şeyh Sait ve İsyanı, Yenigün Haber Ajansı, İst., 1998

- Hasan Hüseyin Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri I, Risale Yay., 5. Baskı, İst., 1990.

- Mustafa Kemal, Nutuk (Söylev), Marmara Üniversitesi-Atatürkçü Düşünce Derneği, Haz. Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu.

- Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklâl Mahkemesi, Temel Yay., 2. Baskı, İst., 2007.

- Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı 1880-1925, Ter: Bülent Peker-Nevzat Kıraç, Özge Yay., Ank., 1992.

- Cegerxwin, Hayat Hikâyem, Evrensel Basım Yayın, İst., 2003.

- Eşref Edip, İstiklâl Mahkemelerinde -Sebilürreşad’ın Romanı-, Haz.: Fahrettin Gün, Beyan Yay., 2. Baskı, İst., 2005.

- Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 2. Baskı, İst., 2006.

- Altan Tan, Kürt Sorunu, Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik, Timaş, İst., 2009.

- Mustafa İslamoğlu, İslami Hareketler ve Kıyamlar Tarihi I-II, Düşün Yay., 9. Baskı, İst, 2007.

- Faik Bulut, Türk Basınında Kürtler, Melsa Yay., İst., 1992.

- Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925, Tekin Yay., 11. Basım, İst., 1993

- Tahsin Sever, 1925 Hareketi Azadî Örgütü, Doz Yay., İst., 2010.

- Naci Kutlay, Türk Siyasal İslamcılığında Kürt Damarları, Beybûn, Ank., 2005.

- Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Milliyet Yay., 2. Baskı, İst., 1998

- Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yay., 5. Baskı, İst., 2010.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR