1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Savaş Yalanları, İşbirlikçilik Çarkının Hizmetinde

Savaş Yalanları, İşbirlikçilik Çarkının Hizmetinde

Mart 2003A+A-

Irak krizi Türkiye'de sistemin işleyiş tarzını açığa çıkaran pek çok sonuç doğurdu. İlk elde vurgulanması gerekli nokta hükümet ve halk ilişkisinin kritik pek çok konuda olduğu gibi aynı paralelde seyretmemiş olmasıdır. Halkın kahir ekseriyetinin Amerikan saldırganlığına karşı görüş (maalesef tavır değil) sahibi olduğunun bilindiği bir ortamda hükümet ABD'nin suçuna ortak olmak için kararlı bir tutum sergilemekte.

Bu durum çift yönlü bir açmaza işaret etmekte. Evvela, kitlelerin edilgenliği, siyaseti halksız, toplumsallıktan uzak bir zeminde tanımlayan devletluların elini güçlendirmekte. Halkın çoğu savaş istemiyor ama bunu etkili bir talebe dönüştürmek şöyle dursun, yansıtmaktan bile aciz. Daha doğrusu bunun getirebileceği riskleri üstlenmiyor. Diğer taraftan seçim, temsil, halk iradesi, halkın egemenliği gibi kavramlar giderek bir aksesuara dönüşüyor. Hükümetle değişiyor, fakat politikalar baki kalıyor. Farklı politik program ve vaadlerle halkın karşısına çıkıp oy isteyen partiler iktidara geldiklerinde statükonun muhafızlığı görevini üstleniyorlar.

Sonuçta birbirini doğuran ve birbirini besleyen iki olgu bu: Halk taleplerine sahip çıkmayıp, pasif tutum sergiledikçe, siyaset statüko tarafından belirleniyor. Statüko ağırlığını hissettirdikçe halk daha da edilgenleşiyor. Henüz üç aylık ve kitlelerde beklenti doğuran Ak Parti hükümeti de Irak krizi karşısında sergilediği tavırlarla bu fasit daireyi güçlendirmiş oldu.

Savaş Sıcağında Kararan Ak Parti

Irak krizinin ilk günlerinde Ak Parti hükümeti geleneksel Amerikancı dış politika çizgisinden kısmen de olsa farklı bir tutum geliştirebileceğine dair bir kanaat uyandırmıştı. Ama balon çabuk patladı ve tüm düzen partileri gibi Ak Parti'nin de halkın değil, majestelerinin hizmetinde bir siyaset izleyeceği açığa çıktı. Aslında mantıken içeride Genelkurmayla, sermaye çevreleriyle, YÖK'le, Dışişleri bürokrasisiyle hesaplaşamayan, bunlar karşısında dik duramayan bir hükümetin Washington'a karşı durması zaten beklenemezdi. Mamafih yine de parti genel başkanının ABD'nin taleplerine karşı uluslar arası meşruiyet aranacağına dair açıklamaları, başbakanın bölge ülkeleri ile temasları, bakanlar ve milletvekillerinin keskin beyanları dikkat çekmekteydi.

Gerek Amerikan yönetiminin baskı ve taleplerine gerek içerideki savaş lobisinin çabalarına karşı Ak Parti ilk günlerde çok kararlı ve tutarlı olmasa da en azından teslimiyetten uzak, tavizkar olmayan bir tutum takınacağı beklentisini doğurmuştu. Ne var ki, iyimserlik havası bir anda altüst oldu; geleneksel devlet siyaseti etkisini gösterdi ve bir anda gündeme tezkere tartışması oturuverdi. Apar topar "üslerin ve limanların modernizasyonu" tezkeresini Meclis'ten geçiren hükümet "asker tezkeresi" için de gündemi hazırlamaya koyuldu. TÜSİAD'ı savaş kışkırtıcılığı ile suçlayanlar, aradan iki hafta geçmeden TÜSİAD'ın tezleriyle halkın karşısına çıkmakta bir beis görmemişlerdi. Daha bir ay önce Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen'i uçak dolusu işadamını yanına alıp aylar, yıllar sonrasına dair iş bağlantıları yapmak üzere Bağdat'a gönderen hükümet ani bir kararla Bağdat'taki elçiliğini boşaltma kararı alabiliyordu. (Bu noktada ister istemez akla Kürşat Tüzmen'in bugünlerde Sudan'a yaptığı "çıkarma" geliyor. Umarız yarın öbür gün hükümet Sudan'a da savaş açma konumuna gelmez!)

Ak Parti'nin tazeliği kısa sürede miadını doldurmuş; aşın olgunluk sendromu nedeniyle daha gençleşmeden ihtiyarlamış, içi geçmiş bir parti olarak düzen mezarlığında yerini almıştı. Bundan sonra ortaya çıkan manzara çelişkilerle, yalanlarla, ihanetlerle dolu tiksinti uyandırıcı ve utanç verici bir süreç şeklinde gerçekleşti. Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden Irak'a saldırısına yardım ve yataklık tezkeresinin Meclis'te reddedilmiş olmasını Ak Parti'yi temize çıkartmaya yönelik bir gelişme olarak sunma çabaları da beyhude çabalar olmaktan öteye gitmedi.

Öncelikle partinin politikası red değil, kabul yönündeydi. Yine red verenler bu kadar açık bir düşmanlığa onay vermemekle hiç de öyle abartıldığı gibi kahramanca sayılabilecek bir iş yapmış değildiler; olsa olsa ar damarlarının henüz çatlamamış olmasından söz edilebilirdi. Ayrıca yeni bir tezkere dayatıldığında bunların birçoğunun eski tutumlarından çark edecekleri kuvvetle muhtemel gözükmekte. Ve dahi bilinmekte ki, redcilerin önemli bir kısmı İslami ya da insani hassasiyetleri ön planda tutmaktan çok, milliyetçi kaygılarla hareket etmiştir. Bir kısmı pazarlık sonucu elde edilenleri tatmin edici bulmamıştır. Kısacası birçoğunun red gerekçeleri hiç de ulvi, saygın gerekçeler değildir. Hala hepsi aynı parti kimliğini sorgulamaksızın sürdürmekte, medyada duydukları zaman savaş kışkırtıcılığı ile suçladıkları tezleri genel başkanlarının ağzından dinlediklerinde hep beraber ayakta alkışlayabilmektedirler.

Nitekim ortada kararlı bir red tavrı olmadığından 2. tezkerenin gündeme gelmesi durumunda ciddi bir çözülme yaşanabileceği ihtimali giderek güç kazanmaktadır. İkna sürecinin işlemeye başlaması ile birlikte değişik saiklerle ABD'ye destek olunmasına itiraz edenlerin pek çoğunun itirazlarını geri çekebilecekleri konuşulmaktadır. Ülkenin, hükümetin ya da partinin âli menfaatlerini esas alan bir bakış açısının zaten ikna olmaya epeyce teşne olduğu da bellidir. İkna sürecinde ileri sürülen tezler nelerdir diye baktığımızda en temelde zorunluluk anlayışının belirleyici rol oynadığı görülmektedir. Zorunluluk temelinde pek çok iddia ve gerekçe sıralanmaktadır.

Savaş Suçuna Ortaklık Mazereti: "Kader Mahkumluğu"

Savaşa öncelikle akidevi-ideolojik temelde karşı çıkmanın gerekliliğinin altını çizmekle beraber, bu savaşa evet demenin hiçbir mantıklı, tutarlı gerekçesinin olamayacağından hareketle bir biçimde savaşı meşrulaştırmaya dönük iddialara kısa kısa değinmekte yarar görüyoruz.

Zihinsel Teslimiyet

Genel olarak Türkiye egemenlerinin ve de Ak Parti'nin savaşta ABD'ye destek verme yanlısı tutum içine girmelerinin en temel belirleyicisi ABD'yi her şeye muktedir, karşı konulmaz, yenilmez, üstün güç şeklinde görmelerinden kaynaklanıyor. Bu kirlenmiş zihinlerde ABD adeta "ilahlık" konumunda. Tarih boyunca karşılaşılan müşrik zihin yapısının günümüzdeki tipik bir yansımasını oluşturan bu tasavvur beraberinde acziyeti, teslimiyeti ve kulluğu getiriyor. Oysa ABD'nin sahip olduğu devasa güce rağmen hiç de yenilmez, karşı konulmaz olmadığının o kadar çok delili var ki! Ama önce kişilik ve inanç olmalı; ne yazık ki, ne bu düzen, ne de onu değiştirmeye çalışmak yerine değiştiğini iddia ederek kendisini beğendirmeye çalışan Ak Parti bu ikisinden de fersah fersah uzak.

"ABD ile ilişkilerimiz bozulursa kaybederiz" yaklaşımının sahipleri neden bir kere de "bizimle ilişkilerinin bozulmasından ABD daha çok zararlı çıkar" diye düşünmezler? Irak'a saldırısına destek verilmezse ABD'nin Türkiye'ye düşman olacağı ve cezalandırmak için her fırsatı kullanacağını düşünenler sadece teslimiyetçi değil, aynı zamanda da basiretsizdirler. ABD'nin Türkiye'ye düşmanlık yapmasının kendisine hiçbirşey kazandırmayacağı, bilakis uzun dönemde daha zararlı çıkmasına yol açacağı neden düşünülmez? Örneğin Kuzey Irak'ta ABD eliyle kurulacağından korkulan Kürdistan devleti meselesinde olduğu gibi; niçin ABD Türkiye gibi büyük bir bölge ülkesini sırf ceza olsun diye sürekli düşmanlık konumuna itsin? Bundan ne çıkarı olabilir ki?

Aynı şekilde Türkiye ekonomisinin batırılabileceği iddiası da aynı korkakça tutumun bir başka yansıması. Tamam diyelim ki, ABD destek vermeyecek, kredi temininde sıkıntı oluşturacak vs. İyi ama Türkiye ekonomisinin batmasından ABD'nin çıkarı ne olabilir ki? Hangi alacaklı borçlusunun iflas etmesini ister? Dış borçların ödenememesi korkusunu da anlamak imkansız. Bırakın da bu korkuyu öncelikle alacaklı(lar) yaşasın.

Ortalığın güllük gülistanlık olduğunu, hiçbir tehlikenin bulunmadığını ileri sürüyor değiliz. Elbette emperyal bir güçle on yıllardır sürdürülen bağımlılık ilişkisinin aksi tutumlar takınıldığında Türkiye'yi çok sıkıntılı durumlara sürükleyebileceği vakıası açıktır. Ama emperyal güçlerin blöfte de çok mahir olduklarını bilmiyor muyuz? Şantaj şeklinde önümüze sürülen tehditlerin birçoğunun sadece sonuç almaya yönelik taktikler olduğu, bir çoğunun tatbik edilmesi durumunda karşı tarafa da büyük zarar verebileceğinden hareketle tehdit olmaktan öteye gidemeyeceği bilinmelidir.

ABD'ye Yakın, Dünyaya Uzak

ABD'nin gücünü bu şekilde aşırı abartma beraberinde bir dizi gerçeğe göz yummayı da getiriyor. Örneğin savaşın uluslararası hukuk düzeni açısından hiçbir yasal temeli bulunmadığı gerçeği atlanıyor. Birleşmiş Milletler düzeni içerisinde ABD'nin Irak'a karşı başlatmaya hazırlandığı saldırının meşru bir zemininin bulunmadığı; Fransa, Rusya ve Çin gibi veto yetkisine sahip ülkelerin, AB'nin yeniden canlanma emareleri gösteren Bağlantısızlar hareketinin savaş karşıtı girişimleri umursanmıyor. Aynı şekilde uluslar arası kamuoyunun, özellikle 15 Şubat'ta en açık biçimiyle ortaya konulan savaş karşıtı tepkileri yok sayılıyor.

Tüm bu tablo içinde bu ahlaksız, hukuksuz, mantıksız savaşa taraf olmakla dünya kamuoyu nezdinde ne kadar itibarsız bir konuma düşüleceğinin hesabı yapılmıyor. Sam Amca'nın kamaştırdığı gözlerle "ülke çıkarları" namına kendi halkına, komşulara, bölgeye ve tüm dünyaya adeta düşman bir tutum geliştiriliyor. Koca bir ülkeyi ucuz (ya da pahalı, hiç fark etmez!) tetikçi konumuna düşürmenin neresi ülke çıkarlarına uygun siyaset?

Komşunuzda Yangın Çıktığında Ne Yapmanız Gerekir?

ABD'nin yanında yer almayı haklı göstermek için Tayyip Erdoğan sıkça "komşudaki yangın" benzetmesi yapıyor ve şu mealde şeyler söylüyor: "Biz Fransa yada Norveç değiliz. Bu sorunlu bölgede yaşıyoruz. Komşunuzda yangın çıkmak üzere. Bu yangın mutlaka sizi de etkileyecek, buna bigane kalamazsınız. Tedbir almak zorundasınız!"

İyi ya, zaten savaşa karşı çıkanlar da bigane kalın, demiyorlar ki! Komşusunda yangın çıkanlar ne yapmalıysa siz de onu yapın! Öncelikle yangını söndürmeye çalışın; en büyük tedbir yangını söndürmek olacaktır. Ama sizin yaptığınız şey ateşe körükle gitmek. Adeta yangına bir iki odun da biz atalım demek anlamına geliyor attığınız adımlar. Komşusunda yangın çıkan kişinin yangını çıkartanla işbirliği halinde ateşi körüklemesi nerede görülmüş?

Türkiye ABD'nin Müttefiki mi Fedaisi mi?

Bir diğer gerekçe ABD'nin Türkiye'nin stratejik müttefiği olduğu iddiası. Madem ittifak sözkonusu, öyleyse Türkiye ABD'nin taleplerine olumlu cevap vermeliymiş! Filistin'den Afganistan'a, Filipinler'den Yemen'e kadar dünyanın dört bir yanında Müslümanları katleden, katledilmesine zemin hazırlayan ABD'nin, Tayyip Erdoğan tarafından gururla stratejik müttefik ilan edilmesine karışacak değiliz; kendilerine mübarek olsun! Ne var ki, en azından bu ittifakın niteliğini bir sorgulasalar: Niçin hep Türkiye riski üstlenip ABD'nin yanında yer almak zorunda kalıyor? İttifak denilen şey karşılıklı olur. Türkiye ABD'nin stratejik müttefiki ise, mantıken ABD de Türkiye'nin stratejik müttefiki oluyor değil mi? Öyleyse müttefikliğin gereğince davranıp Türkiye'yi riske sokmaktan vazgeçse de, ekonomiden güvenliğe kadar her türlü açıdan Türkiye'yi zor duruma düşüreceği kesin olan bu savaşı başlatmasa!

Borçlanmış Olmak, Satın Alınmış Olmak mıdır?

ABD'ye destek vermenin en güçlü gerekçelerinden biri de şüphesiz Türkiye'nin dışa bağımlı ekonomisi ve dış borçları konusu. Aslında bu gerekçeyi savunanlar açıkça Türkiye'yi tetikçi ülke, kiralık katil konumuna oturttuklarını ikrar ediyorlar. Öncelikle hiçbir ekonomik gerekçe ya da zorunluluğun bir başka ülkeye savaş açmayı veya savaş açılmasını desteklemeyi haklılaştıramayacağını, meşrulaştıramayacağını vurgulayalım.

Eğer dış borçlarınız dolayısıyla ya da alacağınız hibe veya krediler nedeniyle ABD'nin suçuna ortak olmayı kabulleniyorsanız ne müslümanlıkla, ne de insanlıkla hiçbir alakanız kalmamış demektir. Aynı şekilde ahlaktan, adaletten, haktan, hukuktan söz etmeniz de manasızdır. Çünkü eğer ekonomik "zorunluluk" sonu katliamla sonuçlanacağı kesin bir savaşa, bir başka ülkenin işgaline ortak olmayı haklı kılmaya yetiyorsa, dünyada hiç kimseyi ama hiç kimseyi katillikle, hırsızlıkla, fahişelikle veya benzeri fiillerle suçlamaya hakkınız yok demektir. "Biz izin vermesek de zaten savaş çıkacak" mantığı ise aynen rüşvet almayı "ben almasam da nasılsa başkaları alacak" diye meşrulaştırmaya çalışan rüşvetçinin gerekçesini andırmaktadır.

Bağımlılık İdeolojisi İşbirlikçi Kimlik Üretmekte!

Biz biliyoruz ki, Genelkurmay'dan TÜSİAD'a, bürokrasiden medyaya kadar geniş bir alanda hüküm sahibi güçler ABD ile işbirlikçiliği "zorunluluk" değil, "gönüllülük" temelinde benimsemektedirler. Türkiye'nin yakın tarihi bunun somut göstergelerini sunmaktadır. NATO, CENTO, Marshall yardımı, Kore macerası gibi ilişkilerle başlayan süreç zaman zaman arızi olarak yaşanan gerginlik ve kopuşlara rağmen askeri darbelerle ivme kazanmış "küreselleşme" süreciyle daha da pekişmiş ve tam bağımlılığa dönüşmüştür. Ne yazık ki, halkın oylarıyla hükümet olan kadrolar da bu bağımlılık olgusunu aynen benimsemiş ve bunu sürdürmüştürler. Sorun temelde ideolojiktir, dünya görüşü meselesidir. Egemen batıcı ideoloji beraberinde silik, kişiliksiz, çıkarcı ve işbirlikçi politikalar ve kadrolar doğurmaktadır.

İslami bir kimlik ve söyleme dayanmasa da, köken itibariyle dini hassasiyetlerle yoğun temas içinde bir siyasi gelenekten gelen politik kadroların da aynı bağımlılık çizgisine tâbi olmaları düşündürücüdür. Üstelik tezlerini hiçbir meşruiyet şartı aramaksızın tümüyle çıkarcı bir mantıkla savunmaya çalışmaları kendileriyle beraber pek çok değerin de kirlenmesine, içeriksizleşmesine yol açmaktadır. "Şimdiye kadar İslamcılık yaptık da, ne oldu?" ifadesinde gizli yakıcı başkalaşma arzusunun insanı neticede ahlak ve siyaset arasında ayrım yapmaya ve birincisini, ikincisine feda etme noktasına getirdiğini ibretle izliyoruz. Kural bir kere daha işlemektedir: Başkalaşanlar böcekleşirler! Böcekleşmek istemeyenler akidelerine ve ilkelerine sımsıkı sarılmak zorundadırlar.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR