1. YAZARLAR

  2. Kadrican Mendi

  3. Sana, Bana, Modernizme Dair

Sana, Bana, Modernizme Dair

Ağustos 2003A+A-

Modernizm, İslami yapılar tarafından, muhtemelen İslam dünyasına girme biçimi dolayısıyla daima olumsuz algılanagelmiştir. Paradigmatik bir alan olmaktan ziyade güncel bir problem; alışıldık ve müspet olan her şeye karşı düzenlenmiş bir komplodur. Bu algılama düzeyinde modernlik yakın tarihimizde beraberinde bir dizi çağrışımıyla beraber kullanılır: "... farmason, yarı aydın, en tel, mezhepsiz, müçtehit taslağı, din reformcusu, dinsiz, vatan haini, batı hayranı, batı ajanı..." vb. Dikkat edilirse aşina olduğumuz bu sıfatların hiçbiri aslında itiraz edilen şeyin ne olduğunu tam olarak imlemez ve bizi "bir şeyin yine kendisiyle izah edilemez" olduğu mantık ilkesinin hoyratça ihlalinden öteye de taşımaz.

Vakıaya belli bir mesafeden baktığımızda bu algılama biçiminin haklı gerekçeleri olduğunu görürüz; modernizm, İslam coğrafyasında yönetici elitler tarafından tepeden ve zorla dayatıldığı merkez bölgelerde (Mısır, İran ve özellikle Osmanlı-Türkiye) halkın geleneksel toplumsal dokusunu tahrip eden bir saldın projesi olarak gerçekleşmiştir. Sosyoekonomik yapının henüz kapalı cemaat ilişkileri içinde şekillendiği ya da -tersten okursak- geleneksel cemaat1 ilişkilerini üreten bir sosyo-ekonomik yapının belirleyici olduğu merkez ülkelerde, iktidar seçkinleriyle toplum katmanları arasında aşılması imkansız bir çelişki ortaya çıkmıştır.

"Birey" olarak kendisinin farkına varamamış, dünyaya "cemaat"in penceresinden bakan, olayları cemaat dünyasına ilişkin kavramlarla algılayan insan teklerinin, aritmetik toplamından oluşan sosyal bünye, modern siyasal iktidarın "geleneksel"e yaptığı parçalayıcı etkiyi, geleneksel cemaat yapısını savunarak, onu muhafaza etmeye çalışarak, muhafazakarlaşarak tolere etmeye çalışmıştır. Ancak sorun daha derinlerdedir. Modern paradigma geleneksel cemaat yapısını kullanılamaz hale getirmiştir; mensuplarının okuma yazma bildikleri, kendi cemaatleri dışındaki dünyadan haberdar oldukları, "ötekiler"in farkına vardıkları (tearüf ettikleri) noktada kendilerini de ayrımsamaları, bireyselliklerinin farkına varmaları kaçınılmazdır. "Bireyler"in toplamından oluşan modern bir topluluk olarak "cemiyet" ise aynılaşma değil farklılaşma üzerine kurulmuştur. Böyle farklılaşmış ve bireyleşmiş insanlardan oluşmuş bir topluluğu tüm farklılaşmalarının üzerini Örterek "geleneksel bir cemaat" haline döndürme çabalan boşa kürek çekmekten fazlasını ifade etmez. İşte bundan dolayı hem modernleşip hem de cemaat olarak kalacak mütecanis bir toplum, bir "hayali cemaat" (imagined communities) oluşturmayı düşünen cumhuriyet projesi, sonuçlarını göz önüne aldığımızda, sosyal dokunun yırtılmasının oluşturduğu birden fazla modernleşme projesini dizginlemeye çalışan bir tarih-dışılık içine düşmüştür.

Bu çaresizlik hali, İslam coğrafyasının genelinde "gelenekselcilik" denilen bir tavra yol açmıştır. Bu hal modernizmin belirlediği zemin ve kurallar içerisinde eski cemaat hayatına ilişkin birtakım "görüntüler" elde etme özlemi ve çabasını ifade eder. Tercihe ve iradi bir beyana dayanmayan, doğumla kazanılan "geleneksel cemaate mensubiyet"lik hali artık böyle bir toplumsal gerçeklik durumu kalmadığından, farklılaşmış bir toplumun üyesi olarak, "bireylerin" iradi tercihleri ile belirledikleri herhangi bir seçeneğe dönüşmüştür. Özünde muhafazakar bir siyasal tercih barındıran "gelenekselcilik" aslında modernizmin ürettiği ve birtakım sembollerin, idollerin farklı bir "tarz"a dönüştürüldüğü "modern" bir kategoridir. Otantikliği konusunda ısrar ettiği noktada komikleşir.

Tüm bu satırlardan gelenek karşısında modernizmi olumladığımız gibi bir hüküm çıkarılmasını istemeyiz. Daha doğrusu 'iyi' veya 'kötü' şeklinde bir değerlendirilmeye tabi tutulması gereken şeyin tarihsel bir proje olarak "modernizm"den ziyade onun merkezinde yer alan ideolojik çekirdeği olduğunu söylemeye çalışıyoruz. İnsanın toprağa bağlılıktan kurtulması, iletişim ve ulaşım imkanlarının, okuma yazma oranının artması, "tebaa"nın "bireye" dönüşmesi sırf modernizmin görüntüleri oldukları için olumsuzlanamaz; ancak modern paradigmanın kapitalist-müstağnî bir örneklikten inkişaf etmesi, batı-merkezci, maddeci, sömürgen kimliğinin öncülüğünde yayılması tüm doğu, özellikle İslam dünyası için apaçık bir şeytanilik ifade eder. Modern olanın batı deneyimindeki karşılığı müstağni-batıcı ideolojidir. Bu ideoloji iletişimi, kitleleri uyutmak; ulaşımı, yerküreye zehrini yaymak için kullanır. Kaba köleliğin yerine nitelikli sömürüyü "bireysel"in yerine "bireyci"yi koyar. Ancak modernizm bu ideolojik ifsad projesinin ötesinde (onu da kapsamakla beraber) tarihsel bir projedir. Diğer tarihsel projeler gibi yeni aktörler oluşturmuş ve dekoru değiştirmiştir lakin zalim-mazlum, muttaki-müstağni diyalektiğinin kadim senaryosu aynıdır. Bu durum da; tarihsel olarak ortadan kalkmış olan kölelik ekonomisini ve aktörlerini, Kur'an'daki kölelikle ilgili hükümleri cari kılmak için, -üretim biçimini köleliğe dönüştürmeye çalışarak- canlandırmaya çalışmanın hem makul hem de mümkün olmadığını, ancak kölelik ekonomisi benzeri etkilerin, günümüzde küresel sermayenin kitleler üzerindeki köleleştirici uygulamaların da ortaya çıkan aynı kadim diyalektiğin birer tezahürü olduğunu görebilmemizi gerektirmektedir.

Bu zaviyeden baktığımızda Müslümanlar açısından "düşman"ın, modern "gündelik hayat" değil, değerlerimizi ve kimliğimizi tehdit eden müstağni-batıcı ideoloji olduğunu söyleyebiliriz. Gündelik hayatı dönüştüren, belirleyen asıl mekanizmayı deşifre edemezsek salt modernizm karşıtlığı bizi 'gelenekselcilik' ismi altında mezkur mekanizmanın ürettiği zihinsel fantazilere mahkum ve maskara eder. (İbretamiz ve aktüel bir örnek için bkz: meşhur(!) bir tasavvuf musikisi sanatçısının, "geleneksel" bıyığı ve kırmızı gömleğiyle sahne ışıkları ve modern saz ekibine rağmen vecd içinde fırıl fırıl dönen mevlevihanlar önünde şakır şakır ilahi söylediği ve Kral Tv'de oynayan klibi son yıllarda izlediğim en komik performanstı).

Öyleyse doğru değerlendirmeler yapabilmek için sorunu doğru tanımlamak zorundayız ki, doğru tanımlar yanlış olanları tespit etmekle mümkün olabilir. Açalım;

80'li 90'lı yıllar Türkiyeli Müslüman entelektüeller açısından İslam'ın salt modernizm karşıtlığı bağlamında tartışıldığı yıllar oldu. A. Bulaç, N. Göle arasında "Modern Mahrem" mi? Modern Ve Mahrem" mi? ekseninde devam eden tartışma Müslüman entelektüeller açısından bu ufuk darlığının tipik bir örneği olmuştur. N. Göle'nin tesettürün metropollerde ortaya çıkan bir modernleşme olgusu olduğu tezine A. Bulaç'ın yukarıda bahsettiğimiz "İslam=Anti-modernizm" ön kabulünün şartlandırması altında modern ve mahremi iki farklı anlam dünyasına tekabül eden iki farklı kategoriye ayırarak cevap verdiğini görmüştük. Bulaç'ın kaygıları ve argümanları şüphesiz doğruydu, yanlış olan İslam'ın modern alanda bir karşılığının olamayacağı ya da böyle bir karşılığın ancak "haşebik" (hakiki şeriat bikinisi) gibi yoz bir örnek olacağı şeklindeki akıl yürütmesiydi. Oysa metropollerde ortaya çıkan tesettür tabii ki bir "modern mahrem" idi. Kuran'ın gündemleştiği her coğrafyada ve tarihsel dönemde ortaya çıkan aynı değer ve ilkelerin biçim açısından farklı bir tezahürüydü. "Modern mahrem" olması Müslüman kadının iffetini, ümmete- "toplumsala" ilişkin hak ve görevlerini ifade ve izhar eden ve üçüncü şahıslar tarafından da böyle algılanan modern biçimi kullanıyor olmasından ibaret (ne eksik ne fazla) bir realiteydi. "Haşebik" örneğinde görülen dejenerasyon ise İslami biçimin modernleşmesinden ziyade İslami özün (hikmetin)2 yitirilmesinden kaynaklanan bir yozlaşmayı ifade ediyordu.

Yaşadığımız topraklardaki Müslümanlar açısından, batıyla yüz yüze gelmeyle başlayan ve üç yüz sene süren paradigmatik sancı cumhuriyetle birlikte ani ve sert bir doğumla sonuçlanmıştır. Ancak bu henüz tebaa konumunda bir halk kendileşememiş sınıflar, yabancılaşmış bir bürokrasi ve paganist bir ideolojiden ibaret prematüre bir doğumdur. İslamcı entelektüel birikimin bu hastalıklı bünyenin zaaf ve etkileriyle malûl olduğunu (kendimizi de dışarıda tutmaksızın) iddia edebiliriz. Bu vaka her ne kadar entelektüel camia dediğimiz nispeten dar bir alana ilişkin gözükse de, etkileri tüm Anadolu coğrafyasındaki İslami yapılara sirayet etmiştir. 80'li yıllarla beraber "Kadının İslami hareketteki konumu" etrafında cereyan eden tartışmaların açtığı yeni perspektiflere rağmen, büyük oranda bu -yukarıda tartıştığımız- anti-modern ideolojik tutumu siper edinen geleneksel-cemaat yapılarının kapalı ve iri gettolar haline dönüşmesi sürecini tersine çeviremedi. Ve maalesef modern alandan sakınılan "Kitap", insanların gündelik hayatından çekilip, erkeklere ait cemaatlerin talimatnamelerine indirgendi. 28 Şubat geldiğinde geleneksel; bölgecilik, üstadçılık, külliyatçılık cemaatleri hem dışarıya hem de içeriye karşı söyleyecek yeterli sözleri olmadığını fark ettiler. Cemaatin gerçekleştirdiği kapalı devre sosyalleştirme misyonu, gettoların parçalanmasıyla yerini "modern gündelik hayat"ın ağuşuna bırakmıştı. Modern ve mahrem olarak kategorize edilen yalıtılmışlık; "Mahrem", kapalı cemaat yapısıyla özdeşleştirildiğinden bu parçalanmanın bir sonucu olarak işlevini yitiriyor ve "anti-modern Müslümanlar"ı modern gündelik hayata mahremiyeti, değerlerini ve kimliklerini dışarıda bırakarak dahil olmaya zorluyordu.

Modernizmle batıcı-müstağni ideolojinin ayırdedilememesi, büyük oranda halen geleneksel cemaat yapıları içerisinde yaşayan, olayları da bu dünyanın kavramlarıyla izah etmekte olan bir toplumsal yapıya ait olmamızdan kaynaklanıyor olsa gerek... Farklılaşmayı ilkesel bütünleşmeler için dahi olsa şiddetle reddeden asabi refleksler bir yana, vahiy merkezli ilkesel bütünleşmeleri büyük oranda 'farklılaşmamış' yapılar (bölge, etni site, aşiret, vb...) içinde inşa etme yönündeki çabalar da modernizmin geleneksel yapıları çözücü etkisi karşısında, içe kapanma ve muhafazakarlaşma yönünde tepki gösterdiler. 28 Şubat sonrası birçok kesim hala sosyal yapıyı ifsat eden bu ideolojik yönü ayırd edemedikleri için paradoksal olarak bir bütün halinde modernizme, onun dayattığı kültüre, kutsallara teslim olmuş durumdalar. Ve aynı kesimlerin İlginç bir şekilde "siyasal İslam'ın iflası" söyleminin de ateşli savunucuları olduklarını görüyoruz. Bu ilginç durum, içinde yaşadığı yabancılaşmış halin sebebi olan ideolojik-siyasal mekanizmayı fark edemeyen 'modern bireyin' kendi hayatı üzerinde mutlak tasarrufta bulunma arzusu, bir dışa vurumudur. Tüm itirazlarına rağmen modernizm adı altında batıcı ideolojinin hegemonyasını içselleştirmiş, modernizme teslim olmuş "geleneksel birey" çok tipik bir "modern insan" tutumu olarak İslam'ı; hayatın parçalanmışlığı içinde lazım olduğunda çıkarıp kullanabileceği bir alana hapsetme arzusundadır. "Siyasal İslam" ona; "modern gündelik hayat"ına yapılmış bir saldırı, her işine karışan bir baş belası çağrışımı yapar. Bu noktada aynı modernizm algısına sahip laik ve gelenekselci iki ayrı kişinin "siyasal İslam" karşısında ortak tavır aldıklarını gözlemlememiz şaşırtıcı olmaz.

Tartışmayı çok farklı yönlerde ayrıntılayabiliriz. Ancak bazen sözün abes kaldığı durumlar da vardır. Ve modernizmin sistem içi araçlarını (dernek), onun batıcı-müstağni ideolojisine karşı kullanan, eğitim hakkı gibi "modern mahrem" bir davayı savunan ancak hepsinden önce ve öte "Müslüman kadının şahitliğini" mütevazi ve mahzun ama iri harflerle tarihe düşüren iki kardeşimizin, iki dava arkadaşımızın örnek hayatlarının hatırası bu yazının son noktasını koymaya yazının müellifinden daha fazla hak sahibidir.

Dipnotlar

1- Cemaat kavramını, Tönnies'in tanımladığı, (Gemeinsehaft); "içine doğulan, toprağa/mekana bağlılık" ifade eden sosyal yapı anlamında kullanıyoruz. Ayrıca kavramın tarihsel macerası için bkz. "Cemaatin Dönüşümü" R. Yelken, Vadi Yay.

2- "Hikmet" kavramı için bkz. "İslami Harekette Hikmet",  M. Fadlallah, Ekin Yay.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR