1. YAZARLAR

  2. Kenan Alpay

  3. Rüzgâra Yelken Açanlar

Rüzgâra Yelken Açanlar

Nisan 1998A+A-

Yanlışların, yanılgıların, korkuların, yılgınlıkların hızla terk edilmesinin zorunlu olduğu bir süreç yaşanıyor. Cuntacı sistem 75 yıllık tarihini toplumun bilincine "korku" kazımakla geçirdi. "Kısa Skandallar Tarihi" olarak niteleyebileceğimiz laik-sistem dün de bugün de teorik ve pratik dayatmalarıyla geniş halk kesimlerine yer yer sinsi ama çoğunlukla tam karşı cepheden sürdürülen bir savaşın merkezi oldu. Bunlar bilinen ve üzerinde çokça durulan hususlar.

Müslümanlar açısından asıl önemli olan husus ise cuntanın strateji ve icraatlarından ziyade "içeriden" birilerinin strateji ve tavırlarıdır. Çünkü "içeriden" birilerinin yaygınlaştırdığı ümitsizlik ve yenilgi aşılayan ruh hali müslümanları etkisiz, güvensiz ve ümitsiz kılması açısından ağır tahribatlara yol açmıştır.

Kendilerini bir biçimde İslami mücadelenin içinde görenlerin pek çoğunun revaçta olan düşüncenin ve tavrın taraftarı olduklarını görüyoruz. Bunu belirleyen unsurlar ise maalesef nefsani tutum ve eğilimlerdir. Yoksa bilememe, görememe, ayrıştıramama, anlayamama gibi "cahillikten" kaynaklanan yanlışlara şahit oluyor değiliz. Bilakis Kitab'a, risalete, siyasete ve gündeme ilişkin çok net ve derinlikli değilse bile bir bilgi, bir bilinç söz konusudur bu birey ve çevrelerde. Sorun, bu bilgi ve bilincin cesaret ve azimle pratiğe dönüştürülmesi sorunudur. Bu nokta, 28 Şubat darbesiyle birlikte daha da yoğunlaşan tehdit ve baskıların ardından ortaya çıkan tabloyu değerlendirmek bakımından önem taşımaktadır.

Korkunun Adı: Taktik

Müslümanlar açısından taktik denilince genel olarak ifade edilebilecek şey; "Allah'ın rızasına uygun olanı hakim kılabilmek için yaşanan süreci hızlandıran, kolaylaştıran her türlü teorik ve pratik açılım" olsa gerektir. Nihayetinde müslüman hedefe varmak hususunda faydacı, fırsatçı, korkak ve edilgen taktikleri içselleştiremez. Bu hususlarda Allah'ın rızasına teslim olmuş çabalar ve ardından gelmesi gereken tevekkül yerini -partili, partisiz- tüm kesimlerde çokbilmiş, yukarıdan bakan "derin siyasal-sosyal, teorik-pratik analizler" eşliğinde çözülmeye ve teslimiyete bıraktı. Çünkü cuntacı sistem tarafından bireysel, toplumsal veya kurumsal herhangi bir ayrımı gözetmeden uygulamaya konan müslümanları zillete mahkum etme girişimlerine taktik adına, strateji adına, "bir bildiği, bir hikmeti vardır" yaklaşımıyla ses çıkarılmadı, sessiz ve eylemsiz kalındı.

Önce Fetva, Sonra Aferin Yarışı!

Cuntanın çok güçlü olduğu, hiç bir taviz vermeyeceği, gasp edilmek istenen haklarımız için şimdi mücadele edersek akibetimizin karanlık olacağı, biraz zaman geçsin bakarız vb. türünden gerekçelerle mücadelenin önünü tıkadı, korkuyu içinde büyütenler. Haklarımız için mücadele vermemenin gerekçeleri üretildi hep. Çözüm için mücadeleye değil, korkunun dayattığı, çözümsüzlüğe pasifizme kilitlendi zihinler, diller. Korkular mazeretlerin, mazeretler teslimiyet teorilerinin temelini attı. Sonuçta bu yanlış süreç her türlü itikadı ve ameli sapkınlığa, yozlaştıran, çürüten, kendini inkar eden bir felakete dönüştü.

Meydanı korkunun krallığına terk edenler önce "elden ne gelir? Kiminle, ne yapabiliriz ki? Biz elimizden geleni yapak ama ne değişti ki? Mücadele etsen de etmesen de sonucu değiştirebiliyor musun" vb. türden gerekçeli kararların ardına sığınarak, hizmet İçin başını açmaktan, peruk takmaya kadar bir dizi fetva ve tavsiyeye uyar oldular. Halbuki bu zor zamanlar insanların İslam'a bağlılıklarının ölçüldüğü, takva denilen olgunun netleştiği, adanmıştık bilincinin denendiği zamanlardır.

En güvenilir denilen hocalar "özel ve istisna durumlarda zarurete sığınmak"tan başlayıp, yaptıkları açıklamalarla İslami kimlik mücadelesine ağır darbeler vurdular. Bu tür yazılı fetvaya cesaret edemeyenler ise "filan hoca şöyle buyurmuşlar" türünden atıflarla "mücadelenin çözülmesinde bizim de bir tuzumuz olsun" kabilinden mütevazi katkılarda bulundular.

Diğer taraftan bazıları " dostlar alış-verişte görsünler" gibi amaçlarla "boş duracağımıza boşa çalışalım" felsefesinin temsilcileri olarak "havanda su dövme antremanları"na devamda ısrar ediliyorlardı. Egemen irade sokaklara dökülen kitlelerin tepkisinden çekiniyor, sokağa çıkmayı, gösteri yapmayı "toplantı ve gösteri yürüyüşlerine muhalefetten" bahis açan 2911 sayılı kanunlarla engellemeye çalışıyordu. Garip ama gerçek olan bir husus da, bu-"bazı" çevrelerin her ne olursa olsun kitlenin sokağa dökülmesine engel olmaya yeminli olmalarıdır. Nedense bu çevreler "hakkımız için sonuna kadar mücadele edeceğiz" türü ateşli konuşmalarının ancak sonunda baklayı ağızlarından çıkarıyorlar: "Ama yasal sınırlar içinde olmak kaydıyla" diyerek, adeta cuntanın yasal görmediği alanları "haram bölge" statüsünde değerlendiriyorlardı.

Yine "direniş ve mücadele" diyen bazı çevrelerin bu söylemlerini duyunca "ne müthiş bir eylem konsepti" diyesiniz geliyor ama içeriği ve niteliği bulanık, edilgen, pasifize bir "sivil direniş ve demokratik mücadele" anlayışının ayrıntıları ve pratikleri ortaya konulunca Yeni Dünya Düzeni'nin içimizdeki yankısını duyduğumuzu farkediyoruz. "Zulme karşı nasıl direneceğiz" sorusuna verecekleri cevap, imza toplamaktan, kurdela takmaktan, takvim dağıtmaktan öteye geçemiyor. Bu tür bir etkinlikte bulunulamaz mı? Tabii ki bulunulur, bulunulmalıdır da. Ama mücadele dediğiniz olayı bu tür dar alanlara hapsederseniz fasit bir daire çizer, içinde dönersiniz. Milyonlarca imza toplayıp, kurdela ve takvim dağıtmış olmakla kitlelerin bir hak mücadelesi için ortak bir eylem birlikteliğine sokulabileceği mi sanılıyor acaba?

Önce; alana çıkmanın, caddelere inmenin, slogan atmanın, pankart açmanın, boykot ilan etmenin mümkün olmadığına, mümkün olamayacağına dair her türlü gerekçe, mazeret, engelleme, vazgeçirme çabası... Sonra; alana çıkanların caddelere inenlerin, slogan atanların, pankart açanların, boykot ilan edenlerin önüne geçip inisiyatif kullanma, yönlendirme, kanalize etme çabası... Önce; bir daha böyle kalabalık bir kitle toplayamayız, kitleyi yormayalım; polis barikatını aşamayız, panzerlerle yolu kapamışlar gitmeyelim... Sonra; ömründe bir arada göremeyeceği kitleye üç-beş kişiyle önderlik etme saplantısının nüksetmesi, caddeleri trafiğe kapamayalım kaldırımlardan yürüyelim, polisle konuşurken şunları da söylemeyi unutma... Önce; şu taktikle, böyle bir stratejiyle önderlik edebiyatı... Sonra; ne bir taktiğin ne de bir stratejinin olmadığının apaçık belli olduğu bir süreçten ilgili-ilgisiz ipuçlarının elde edildiği yeni döneme dair değerlendirmeler.

İslami mücadele tarihi açısından bakıldığında başörtüsü mücadelesinin öğrettikleri ve kazandırdıkları üzerine yapılan değerlendirmelerin nitelik ve nicelik itibariyle oldukça gerilerde kaldığını söyleyebiliriz. Kendilerine aydın-ulema-öncü vb. şatafatlı sıfatlarla payeler biçenler, pasifizmin misyonerleri gibi çalıştılar birçok kere. Kimisi, hocaefendilerin şefkatli kollarında "kamusal alan nasıl kurulur"u tartıştı kimi, Kur'an'ın ardından Anadolucu milliyetçiliğin geleneğine kapılanmayı tercih etti.

Ancak hepimizi kuşatan zulmün karanlığını gidermek için yola çıkanlar yolda kalmadılar; onuru kuşandılar, onurlu sonucu kucakladılar. Eylemler cuntaya dahi çok şey öğretti. Ama bazılarına hiçbir şey öğretmemişe benziyor. Oysa ki, her öncü bir öğrenci, her öğrenci bir öncü olmalı. Bu, hayatı kuşatacak, mücadele için ertelenemez bir sorumluluktur.

"Beyaz Önlüklüler" ve Diğerleri, Öyle mi?

Müslümanlar olarak birbirimizi yalnız bırakmamalıyız. Müslüman olsun veya olmasın bir başkasının sorununa, derdine duyarsız kalırsak, d bir başkası da bizim sorunumuza, derdimize duyarsız kalır. Oysa ki hepimiz müslümanız ve sorun hepimizin ortak sorunudur. Bugün birimizin başına gelen bir zulüm yarın bir başkası için sürpriz değildir. Cunta, müslümanlar arasındaki dayanışmayı tüketmeyi, yok etmeyi amaçlıyor. Yapılması gereken ise "topyekün direniş"tir.

Öncelikle net olarak şunu söyleyebiliriz; hiçbir biçimde mücadele vermeden başı açık fotoğraf veren her müslüman öğrenci müslüman kardeşlerine ilk ve en ağır darbeyi vurmuştur. Kaldı ki açık fotoğraf vermekle zulmün bitmeyeceği bu arkadaşlara ısrarla söylenmiş fakat ilgisizliklerle karşılaşılmıştır. Ardından ikinci yasak genelgesine karşı İstanbul Üniversitesi önünde başlatılan direnişe "beyaz önlüklü" öğrenciler üçüncü gününden sonra destek vermişlerse de destek için Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültelerine yapılan yürüyüşlerde bazı beyaz önlüklü öğrenciler diğer öğrencileri yok sayan bir inisiyatif kullanmak İstemiş, özellikle cunta ve siyasal iktidara ilişkin slogan atılmasına ve pankart açılmasın muhalefet etmişlerdi. Kitlenin eylemin hedefleri ve içeriği ile bütünleşen tavrı karşısında eriyen bu itirazlara bağlı olarak "bu eylem bizim eylemimiz" türünden cıvıklıklarla hem kendi haksızlıklarını unutturmaya çalışmışlar, hem de insanların büyük bir yılgınlık ve moralsizlik içine girdikleri bir zamanda meydanlara çıkan ve her türlü riski göze alan müslüman kardeşlerine haksızlık ettiklerini düşünmelidirler.

Pasifizmin Öncüleri

Yine bu durumun akabinde, eylemlere ara verildiğine ilişkin bildirinin okunup ilan edilmesinin ardından yaşanan gelişmeler üzerine iyi bir muhasebe yapılması gerekiyor. Öğrencilere akıl hocalığı yapmaya kalkışan bazı abi ve hocalar mücadeleyi eylem alanlarından adliye koridorlarına taşımaları yönünde öncülük yaptı. İşin kötü tarafı mücadele içindeki insanların bir kısmını olayın dışında bırakma çabası içinde olmalarıdır. Ekarte edilen tesettürlü öğrencilerin suçu ise, İslami kimliği öne çıkaran mücadeleci tavırların da ısrarcı olmalarıdır. Bu akıl hocası abiler, son manevralarıyla hem polisle, devletle karşı karşıya gelme riskini ortadan kaldırıyorlar hem de devletine bağlı iyi bir vatandaş imajı çizerek yarınlara yönelik yatırımlar yapıyorlardı. Sorunun hukuki değil siyasi olduğunu sağır sultanın bile bildiği bir zamanda üstüne üstlük hukuki mücadele için oluşturulmaya çalışılan milyarlarca liralık bütçeden bazı avukatların tüketim lükslerine de katkıda bulunmuş oluyor sadece.

"İçeriden" yapılan hesaplar bunlarla da kalmıyor. Dün olduğu gibi bugün de -istihbarat birimleri dahil- devletin cumhurbaşkanından valisine kadar her düzeydeki yetkilisi ile gizli temaslarda bulunan "Yeniden Milli Mücadele" hareketinin abisinin, eylemlerin gidişatına ilişkin pazarlık çabalarına da değinmek gerekir. Cuntacı laik sistemin sadık bir vatandaşı olarak "ortaya konulan eylemliliği devletin itibarını sarsmadan münasip bir çizgiye çekmek ve nihayet bitirmek" şeklindeki emellerini hem kamuoyundan hem de yayın organlarında alelacele kaleme alınmış beyanlardan da izleyebildik. Ama hiç kimse Milli Mücadelecilerin dolmuşuna bindiğini fark etmedi bile. Meydanda tek bir öğrenci ile dahi temsil edilmeyen bir hareketin liderinin eylemci öğrencileri devlete-sisteme bağlı, demokrat göstericiler şeklinde tasvir ederken, her gün kortejin en önünde açılan "Cuntaya Hayır Eğitime Özgürlük" ve "MGK Cunta Rektör Kukla" pankartlarını ve atılan sloganlarda laik cuntaya Karşı ortaya konulan nefrete rağmen bu yorumlarla kendisini mi, devletlü kesimi mi yoksa kendisinden habersiz öğrenci gençliği mi kandırıyor acaba?

Cunta, askeri, siyasi, yasal, ekonomik ya da herhangi bir "reçete"yi çözüm olarak dayatsa da çözümsüzlüğü aşamaz. Toplumun memnuniyetsizliği had safhadadır. Yürüyüş, boykot, direniş vb. gibi hareketler kitlesel nitelik kazanıyor. Ancak bu süreç "kendiliğinden" işleyemez. Bu, toplumsal dönüşümün yasasına aykırıdır. Cuntacıların irtica adı altında öncelikli tehdit olarak gördüğü İslam'a karşı MİT, Emniyet, JİTEM, yargı vb. gibi kurumlarla yürütülen mücadele yeterli görülmüyor olmalı ki, BÇG'den BTK'ye değin legal-illegal pek çok kurum, ihtisas örgütü de devreye sokuluyor. Sistem mevcut tüm örgütlerini organize ve atak bir şekle getiriyor, yeniden düzenliyor. Cunta kendini yeniliyor ve takipten operasyona kadar "iç düşmana" karşı planlı, programlı stratejiler uyguluyor.

Düzen, "Topyekün savaş" açtığı öncelikli tehdidi "gerekirse silahla" yoketmeyi kafasına koymuş. Yeni kurumlar, kuruluşlar teşekkül ettirip organizasyonunu güçlendirirken, üzerimize hergeçen gün daha fazla gelirken İşleri oluruna bırakan, kendiliğindenciliğe teslim olmuş bir zihniyetle ne inisiyatif kullanılabilir ne de olayların trübündeki seyircisi olmanın dışında bir konuma sahip olunabilir. Süreci doğru okumak adına süslü kelimelerle yapılan değerlendirmeler ancak gündüz düşlerinin birer yansıması olabiliyor.

Bu hususta ortaya konulan değerlendirmeler hem bir iç çelişkiyi hem de yanıltıcı bir misyonu yüklenebiliyor. Hem kendinizi tevhid, adalet vb. gibi idealleri dillendirmenin önemli merkezlerinden birinde kendinizi göreceksiniz hem de bireyleri ve grupları İslami kimliğin gerektirdiği siyasal ve pratik duruşlarından ötürü alaya alacak, aşağılayacaksınız. Müslümanları siyasal kimlik, söylem ve tavırlarından dolayı küçümseyen bir edanın nereye oturtulması gerekir acaba? Her dönem karşımıza çıkan günah çıkartma seanslarının İslami hareketin, mücadelenin özeleştirisi gibi sunulmasından vazgeçmek gerekiyor. Kişi, kendine, hareketine, davasına güveninin zedelendiği noktadan itibaren sistemsiz, kuralsız ve sınırsız bir sorgulama eylemi başlatıyor. İşte bu başlangıç noktası her şeyi sorgulama veya iş yapmama teorisini üretmek hususunda bireyde vehimlerin doğmasına yol açıyor. Sonrasında süreç zincirleme bir şekilde devam ediyor. Statükoculuk hastalığı bireyi kuşatıyor. Mücadele içinde öne çıkıp kendini kanıtlayan insanlara karşı mütevazi kişilik, çok bilmişlik taslayan edalar normalleşmeye başlıyor. Hal ve tavırlarda olduğu kadar söz ve yazılarda bu olumsuzluğun öne çıkmasında bir beis görülmüyor. Her fırsatta ne olması ne olmaması gerektiğine ilişkin çok yüksek perdeden dersler veriliyor. Fakat verilen bu derslerden ortaya çıkan yeni açılımlar sadra şifa olmak bir yana yeni hastalıkları kronikleştirmek gibi ifsad edici bir misyonu da yüklenebiliyor. Böylece alttan alta organize olmuş yapısal mücadele düşmanlığı, İslam'ın emrettiği pratiklerin sergilenmesine alay ve istihza ile yaklaşma, süslü kelimelerle hakaretler geliştirme, evrensel ve yerel değerleri bağlamından koparma, daha genelde ise İslami ilkelerden uzaklaşma ve açıkça tavır almaya doğru yelken açılmaktadır.

Cuntaya karşı sürdürülen bu mücadele süreci İslam'a bağlılığın sınandığı bir imtihan süreci olmuştur. Müslümanlar sürecin sonunda cuntaya karşı psikolojik bir üstünlük elde etmiş, moral kazanmışlardır. Fakat ne var ki geçici kazanımlar bizi rehavete düşürmemeli. Tersine her gelişme bilincimizi, sabrımızı bilemeli, hem kendimizi hem değerlerimize savaş açanları iyi tanımalıyız. Ortaya konulan son eylemler, hem nitelik ve netlik açısından hem de kararlılık ve kitlesellik açısından egemen iradeye karşı vurulmuş ağır bir darbedir. Bu müslümanların başarısı, cuntanın başarısızlığıdır.

Yaşanılan sürecin sonunda hem kendimize dönük hem de karşı cepheye ilişkin sıkı bir muhasebe yapmalıyız. Muhasebelerimizde eksikliklerimizi, zaaflarımızı, yanlışlarımızı tespit etmeye çalışmalıyız. Ardından eksikliklerimizi giderirken, ümitsizliği değil, mücadele azmini yükseltmeliyiz. Zorluklar karşısında ayak diretmeli, kararlı olmalıyız. Yılgınlığı değil sabrı yaygınlaştırmalıyız. Unutmayalım ancak hakkı ve sabrı kuşanan mücadeleyi kazanacaktır.

Hakkı haykıran sesimizi, adaleti temsil eden yumruğumuzu birleştirirsek korku ve panik egemenleri kuşatacaktır. İdeal olanı mümkün kılacak bir bilince sahip olmalıyız. Bizler rüzgara yelken açan değil, akıntıya karşı yüzmeye cesaret eden muvahhid öncüler, adanmış şahitler olmalıyız. Ateşe atlamakta İbrahim (a) gibi adanmış, Firavun'un zulmüne karşı hesapsız bir tavırla karşı koyan ve sonunda zaferi elde eden Musa (a) gibi, öncü mü'minler olmalıyız. Kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak direnen mü'minler olarak bir hat, bir mücadele çizgisi oluşturmalıyız. Bu, Rabbimizin üzerimizdeki en büyük hakkıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR