1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Resmi İdeolojinin Revizyonuyla Yetinmek mi?

Resmi İdeolojinin Revizyonuyla Yetinmek mi?

Eylül 2017A+A-

Yeni bir eğitim-öğretim döneminin başındayız. Milyonlarca çocuk, genç, kısa bir süre önce açılan okullarda, üniversitelerde hummalı bir faaliyetin içine daldılar. Bir yandan hayata, tarihe, mesleğe dair daha donanımlı, daha birikimli bir konuma gelmeye çalışırken, aynı zamanda sosyalleşme süreçlerinden geçerek, ideallerine yaklaşmaya çalışacaklar. Kuvvetle muhtemeldir ki idareciler ve hocaları cihetinden sürekli biçimde kendilerine ait görüşleri olması gerektiğine dair yönlendirmelerle karşılaşacak, genel manada soru sormaya, analiz etmeye davet edilecek, sorgulayan kişilikler geliştirmelerinin önemi hususunda bolca hatırlatmaya muhatap olacaklar. Mamafih tüm bu söylemlerin, iddiaların gelip dayandığı bir sınır, resmi ideoloji duvarı yine orada duruyor olacak! Türkiye’de eğitimden siyasete, güvenlikten medyaya kadar her alanda, her zeminde Atatürkçülük denilen resmi ideolojinin tahakkümü kesintisiz biçimde sürecek, sürdürülecek; bu ülkede yaşayan her ‘Türk vatandaşı’ gibi devlet eliyle yine Atatürkçü olmaya zorlanacaklar!

Bu ülkede hiçbir şey değişmiyor mu? Her şey donmuş bir mahiyet mi arz ediyor? Değil, elbette! Haksızlık yapmayalım, tek parti döneminde yapılan türden dayatmaların aynen sürdüğünü söylemek adil olmaz. Yine 12 Eylül sonrasında ülke çapında yaşatılan dayatmaların ya da 28 Şubat sürecinde sergilenen komikliklerin bugün için büyük ölçüde hafiflediğini, azaldığını kabul etmek zorundayız. Ne var ki baskı ve şiddetin doğrudan dayatıldığı bu tür dönemlere nazaran bugün için dozu azalmakla birlikte devletin zorunlu Atatürkçülük dayatma geleneğinin çeşitli biçimlerde sürdüğünü de görmek durumundayız.

Hayatın Her Alanına Taşınan Resmi İdeolojik Dayatma

Sadece okullarda değil, kamusal hayatın hemen her alanında bu dayatmanın izlerini, etkilerini görüyoruz. Bu olgu devletin varlığını yansıttığı her noktada kendisini açıktan hissettiriyor. İktidarıyla, muhalefetiyle kurumsal siyaset zemininin tümünde sıkça karşımıza çıkan bu olgu bilhassa kutlamaların, törenlerin ayrılmaz parçası işlevi görüyor.

Kuzey Kore lideri Kim il-Sung’a yönelik tazim görüntülerini alaycı bir edayla aksettirenler kendilerinin de en az Koreli fanatikler kadar gülünç duruma düştüklerini idrak etmekten uzaklar. Kimi zaman siyasi rakiplerin birbirini dövme, alt etme aracı olarak başvurdukları ve kimin daha fazla sahiplendiğini gösterme yarışına dönüştürdükleri resmi ideoloji bağlılığını rozetlere, afişlere, bayraklara yansıtma ihtiyacı hisseden zihniyet, kimi zaman hızını alamayıp Suriye sınırında örülen duvarın üzerine dahi resmi ideolojinin kurucusuna olan sevgi ve bağlılığını aksettirme işgüzarlığına girişebiliyor.

İkili bir durum söz konusu. Birbiriyle çelişen, iki ayrı eksende gelişen ya da geliştiği iddia edilen bir durum var karşımızda. Bir yanda Atatürkçülüğün sinsi ve sistematik bir kampanyayla tu kaka edildiğini, unutturulmaya, pörsütülmeye çalışıldığını iddia eden, iktidar üzerindeki etkisini yitirmekten ötürü son derece meyus bir yaklaşım tarzı mevcut. Diğer tarafta ise geçmişte çok daha net bir karşı koyuş içinde oldukları, reddettikleri halde bugün için resmi ideolojiyi biraz kırparak, biraz yumuşatarak, revize ederek sahiplenme, içselleştirme gayreti içine giren kesimlerin tavrı dikkat çekiyor.

Atatürkçülüğün kılına dokunulmaksızın aynen sürdürülmesini savunan çevreler kesintisiz tarzda savunma yapıyor, gidişata dair hiç durmadan alarm zilleri çalıyorlar. Bu çevrelerin “İşte şurada da Atatürk büstüne tahammül edemediler!”, “Bu ders kitabından da Atatürk’le ilgili bölümü çıkardılar!”, “Şu törende Erdoğan’ın resmi kocamanken, Atatürk’ün resmi minnacıktı!” türünden şikâyetlerini sürekli biçimde dinliyor, görüyoruz.

Dile getirdikleri şikâyetler, iddialar kısmen doğru olmakla birlikte bu zihniyet sahiplerinin abartılı bir yaklaşım sergiledikleri, bastırma siyaseti izledikleri açık. Keşke yakınmaları tümüyle haklı ve doğru olsaydı da bu çirkin, komik ve de zalimane dayatmalardan topyekûn arınma, kurtulma süreci içerisinde olmuş olsaydık! Ama maalesef öyle değil! Taktik gereği hiçbir mevziyi kaybetmeme, tüm kazanımlarını elde tutma telaşı içinde saldırganlaşıyorlar sadece. Bir adım dahi geri çekilmeye, resmi ideoloji dayatmasının bir nebze olsun hafifletilmesine rızaları olmayan ve asla da olmayacak bir tutum içindeler. Bu yüzden de bu fanatik-laik resmi ideoloji savunucusu kesimin yakınmalarını, vaveylalarını ciddiye almak mümkün değil.

Resmi İdeoloji Hapını Eritip Hazmetmek mi?

Resmi ideolojiye dair tutum değişikliği noktasında dindar-muhafazakâr çevrelerde yaşanan dönüşüm ise tek kelimeyle ibretlik! Hadiselere ‘devlet ciddiyeti ve mesuliyeti ile bakma zorunluluğu’ ile ifade edilen ve ‘iktidar olmanın ağırlığının’ kendisini fazlasıyla hissettirdiği bu tutum birtakım gelişmeleri, kazanımları öne çıkartarak geçmişte tümüyle reddedilen, karşı çıkılan bir pozisyona sürüklenmeyi mubah addediyor. Revize edilmiş bir Atatürk algısından, yeniden tanımlanan bir Türklük tanımına, artık yönetiminde ‘bizimkiler’in söz sahibi olması nedeniyle gönül rahatlığıyla kabullenilen devlet kutsamasına kadar adım adım gelişen bir değişim süreci yaşanıyor. Yönetici kadroların zihinlerinde ve söylemlerinde ortaya çıkan sentezci, melez yaklaşım yukarıda politik farklılaşma, çizgi değişikliği şeklinde tezahür ederken, aşağıya doğru ise tam bir kafa karışıklığı, ne yapacağını bilememe şeklinde yansımakta.

Kısa bir süre önce tertip edilen Malazgirt Zaferini kutlama etkinliklerini hatırlayalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında defalarca Türklük vurgusu yer alırken, geçmişte çokça altı çizilen kardeşlik söyleminin epeyce daraltıldığına şahitlik ettik. Bu şekilde ancak Türklük kavramını benimseyenleri kapsayacak şekilde kardeşlik kavramının yeniden tanımlandığına dair bir izlenim edinmek haksızlık olur mu?  

Mecliste içtüzük değişikliği ile ilgili yapılan düzenlemelerde Türklük, laiklik, Atatürkçülük vurguları aynen muhafaza edilirken, Leyla Zana örneğinde görüldüğü üzere ulusal hassasiyet nedeniyle Türklük dayatmasına karşı çıkanların tecrit edilmeye çalışılmaları görmezden gelinebilecek bir hadise midir?

Onlarca yıldır devletin inkâr politikasından şikâyet etmiş, bunun İslam kardeşliğini yok sayan, ırkçı ve asimilasyoncu bir dayatma olduğunu dillendirmiş kadroların bu ülkenin asırlık yarası olan Kürt sorununun çözümüne dair Kemalist-Türk ulusalcılarının yaklaşım ve tutumlarına benzer pozisyonlar almaları, onlarınkine benzer tanımlamalar yapmaları ve önerilerde bulunabilmeleri normal midir?

Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken dahi Mustafa Kemal’i referans göstermenin, “Gazi atletle fotoğraf çektirmiş miydi, çektirmemiş miydi?” polemiğine girişmenin manası nedir? İslami sembol ve değerlere düşmanlıkta sınır tanımamış tek parti diktatörlüğü döneminin kurucusunu, icracısını, asıl sahibini atlayıp İnönü’yle, Ecevit’le, Kılıçdaroğlu’yla CHP’yi vurmaya kalkışanların yaptıkları şey abesle iştigal değil midir?

İslam dünyasında yaşanan zulümlere ilişkin olarak bir yandan hamaset dozu yüksek söylemler geliştirip, “Bizden başka mazlumları sahiplenen, onların dertleriyle dertlenen, çözüm sunan kimse yok!” iddialarında bulunanlar, “ülkenin âli menfaatleri söz konusu olduğunda herkesle işbirliğine açık olmak” gerektiğini rahatça savunabiliyorlar. Bu bağlamda ‘Suriye sorununun çözümü’ adına Rusya ve İran ile ortak operasyon senaryolarının pervasızca planlanabildiğini izliyoruz. Hatta yetmiyor, kendilerini politikaya yön verme pozisyonunda algılayan birilerinin Esed adlı canavarla dahi görüşülebileceğini ifade etmekten kaçınmadıklarını görüyoruz.

Sözlerinin bir cümle öncesinde adalet adına tüm dünya sistemine karşı çıkmaktan çekinmeyeceklerini ilan edenlerin, bir sonrasında ‘devletin ve milletin menfaatlerini korumak için’ şeytanla bile işbirliğine hazır bir ruh haline bürünebildiklerine şahitlik ediyorsunuz. Ve maalesef bu tutum, bu anlayış yukarıyla, yukarıdakilerle de sınırlı kalmayıp dalga dalga yayılma istidadı gösteriyor.   

Az Atatürkçülük ve Revize Edilmiş Türklük Mubah mıdır?

Yukarıdan aşağıya doğru bir etkileme, daha ötesi biçimlendirme olgusu yaşanmakta. Tayyip Erdoğan konuşmalarında Mustafa Kemal’e daha çok atıf yaptıkça, kendisiyle Atatürk ve dünle bugün arasında daha fazla paralellik kurdukça tabanda eski hassasiyetlerin aşınma hızı da artıyor. Mecliste yapılan konuşmalarda AK Partili milletvekillerinin, bakanların Mustafa Kemal’den giderek daha sitayişkâr ifadelerle söz ettiğini gördüğümüz gibi, İslami camiaya hitap ettiği düşünülen medya organlarında Mustafa Kemal’den ve yaptıklarından geçmiştekine nazaran çok daha olumlu bir tarzda bahsedildiğini de görmeye başlıyoruz.

Siyasette, medyada, hatta sivil alanda savrukluğun, ilkesizliğin, ölçüsüzlüğün türlü örnekleriyle karşılaşıyoruz. Bu ülke ve toplum için açık, net bir tuğyan ideolojisi olan Kemalist ideoloji ve pratiğin normalleştirilmesine, ‘dönemin koşulları’ kalıbı ileri sürülerek haklılaştırılmasına yönelik söylemler rahatlıkla tedavüle sokulabiliyor. Sığınmacı ruh hali ve tutum türlü biçimleriyle karşımıza çıkıyor.

Öylesine çarpık bir durum söz konusu ki iktidara yakın unsurlar odaklandıkları ‘FETÖ ile mücadele’ sürecinde Kemalist unsurlara ve Kemalist söylemlere selam göndermekte hiç beis görmeyip, bilakis ittifak politikası adına asli düşman tanımını altüst edecek yaklaşımlar sergiliyorlar. Buna karşın Gülen yapılanmasının da çok uzun bir süredir içine girdiği Kemalist çevrelere yaranma, Erdoğan’ı ‘siyasal İslamcı’ olarak yaftalayarak kendisini İslam düşmanı çevrelere şirin gösterme, potansiyel müttefik olarak kabul ettirme çabasını doludizgin sürdürdüğü görülüyor. Sonuçta politik kaygıların merkeze alınması neticesinde ilkesizce oradan oraya savrulmanın en kötü örneklerine şahitlik ediyoruz.   

‘Değişim’ Mustafa Kemal algısıyla sınırlı değil. Açık, net bir kavramsal farklılaşma olgusu yaşanıyor. Erdoğan’ın geçmişte neredeyse konuşmalarında hiç yer vermediği Türklük vurgusunun son dönemde giderek artmasına paralel olarak, kendisine sempati duyan kitlenin de aradan geçen bunca zamandan sonra yeniden ‘Türklük bilinci’ne erişmekte pek zorlanmadığını görüyoruz. Bilhassa 15 Temmuz süreciyle beraber daha yoğun bir tarzda içine girildiği görülen milliyetçi-vatancı söylemin de etkisiyle, katkısıyla adeta yeni bir ulusalcılık anlayışının geliştirilmeye, yaygınlaştırılmaya çalışıldığına şahitlik ediyoruz.

Gerek darbe kalkışmasının, “dört bir yandan kuşatılma tehdidi ile yüz yüze bulunan biricik ülkemizde işbirlikçilerce icra edilen bir işgal senaryosu” olarak tanımlanması gerekse de siyasi hesaplar gereği MHP’nin ismi konulmamış fiilî koalisyon ortağına dönüşmesi bu durumu kolaylaştırıp belirginleştiriyor. Ve ortaya içinde Mustafa Kemal’den İslami sembol ve değerlere kadar uzanan çeşitli unsurlar, renkler barındıran yeniden tanımlanmış, revize edilmiş bir vatan ve millet vurgusu çıkıyor.

Yeni İhtiyaçlara Göre İnşa Edilmiş Yeni Bir Ulusal Kimlik mi?

Şüphesiz bu anlayışı bilinen klasik haliyle laik-Kemalist Türk ulusalcığı ile eşitlemek, onun benzeri ya da devamı olduğunu ileri sürmek doğru olmaz. Yeni gelişen yaklaşım tarzı, bünyesinde bolca İslami sembol ve ritüel barındırmakta, sorumluluk alanını dar çizmeyip, ümmet coğrafyasına sıkça atıf yapmakta. Resmi ideolojinin klasik kalıplarını ve dayatmalarını esneten, aşan, hatta yer yer tasfiye eden bir tutum sergilemekte. Ne var ki inşa edilmek istenen şeyin yine de revize edilmiş bir milliyetçilik olduğu, son kertede ulusçuluğun daha kuşatıcı ve esnek bir versiyonu ile yüz yüze olduğumuz gerçeği değişmiyor.

Gerek dış politikada benimsenen söylem gerekse de içeride takınılan tutumlar büyük ölçüde bu eğilimi geliştirmeye, pekiştirmeye yönelik bir mahiyet arz ediyor. Karşıtlıklar ve dostluklar bu zeminde tanımlanıyor, ‘biz’ kavramının içi bu yaklaşımla dolduruluyor. Öyle ki Müslüman halkların sahiplenilmesine, desteklenmesine yönelik eylemler dahi bu tür karışık duygularla yapılıyor. Dayanışma sorumluluğu net bir ümmet perspektifiyle ya da saf insani kaygılarla değil de çoğu zaman ‘büyük devlet olmanın, abi devlet misyonunun yüklediği tarihsel vazife’ kavramıyla temellendiriliyor. Sonuçta gördüğümüz şey ise milliyetçiliğin laik versiyonunun geri çekilmesiyle birlikte, yerini dindar versiyonunun alması oluyor.

Bu noktada sorunun sadece etnik-ırkçı vurguları öne çıkartan, dinî sembol ve değerleri bünyesinde barındırmayıp kökten laik bir eğilimi içeren unsurlarıyla sınırlı olmadığını, ulusçuluğun, milliyetçiliğin tüm versiyonları ve görünümleriyle batıl, cahilî bir anlayışı temsil ettiğini net biçimde kavramak şart. Ve bu kavrayışın gereği olarak İslami kimlik ve iddia sahiplerinin kavramlarını, söylemlerini ve eylemlerini ve hatta özlemlerini bu tür fasid eğilim ve etkilerden tümüyle arındırmaları gerekmekte. Unutmayalım ki konjonktürel-politik hesaplarla içine girilen tavizkâr yönelim ve tutumlar bünyenin kemirilmesine ve bir müddet sonra tanınmaz hale gelmesine yol açabiliyor. Bu yüzden gelişmeleri değerlendirirken, tavır alırken dikkatli ve ilkeli bir yaklaşım geliştirme sorumluluğu gözden kaçırılmamalı!

Resmi İdeolojinin Yumuşatılmasını Değil, Tasfiyesini Talep Etmeliyiz!

Sorun özünde basit anlamıyla politik tutum ve yaklaşım sorunu olmayıp, kimlik sorunudur! Sürece dair değerlendirme yaparken, “Ne elde ettik, nereden nereye geldik, ne kadar rahatladık?” sorularından öte “Nerede durmalıyız?”, “Neyi savunmalıyız?” sorularının doğru ve tatmin edici bir şekilde cevaplandırılması gerekmektedir. Birtakım kazanımlar, politik düzlemde hareket serbestisi ve rahatlamalar karşılığında eğer kimliksel düzeyde aşınma ve çarpıklıklar söz konusuysa bunu basit bir bedel, görmezden gelinebilecek bir zayiat olarak geçiştiremeyiz. Bazılarının aklından geçirdiği gibi “Kemalist sistem Müslümanlara karşı epeyce aşındı, değişti, yumuşadı; biraz da biz ona karşı değişelim, yumuşayalım!” diyemeyiz.

Kemalist sistemin ilahi bir temeli, vazgeçemeyeceği bir kutsalı yok ama bizim var. İlkelerimizi, kimliğimizin tanımını ve çerçevesini biz belirlemiyoruz ki konjonktüre göre eğip bükelim, gelişmelere bakarak uyarlayalım, revize edelim! Her sözümüzün, amelimizin hesabını vereceğimiz Rabbimizin belirlediği sınırlara tabiyiz ve hududullahın aşılması anlamını taşıyan hiçbir yaklaşımı getirisi ne olursa olsun meşru ya da mazur göremeyiz!

Söylemimizi de Eylemimizi de Sahih Ölçüler Belirlemeli!

Geçmişte kimi siyasilerin rejimin baskısından korunma kaygısıyla başvurdukları “Atatürk yaşasaydı bizden olurdu!” türünden düzeysizliklerin tepki görmek yerine tevil edilerek mazur gösterilmeye kalkışılmasının neticesi ortadadır. Sapma çeşitli gerekçelerle hoş görüldüğünde bir müddet sonra ‘sapma’ olarak algılanmaktan çıkmakta ve doğal bir şeymiş gibi görülmektedir. Oysa sapmanın, ifsadın, batılın belki ortadan kaldırılmasına gücümüz yetmeyebilir, bundan ötürü sorumlu da olmayız ama tavır almak, reddetmek inhisarımızdadır. Hangi gerekçeyle olursa olsun yanlışı meşru ve mazur görmek, birtakım izahlarla doğallaştırmaya, içselleştirmeye kalkışmak hiçbir şekilde kabul edilemez, Müslümana yakışmaz. Bu tür bir tutum bizi Rabbimiz karşısında hesabını asla veremeyeceğimiz bir duruma düşürür! Sadece dünyada izzetimizi kaybetmekle kalmaz, ahirette de hüsrana uğrayanlardan oluruz! 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR