1. YAZARLAR

  2. Ahmet Varol

  3. Refik Harirî Cinayeti

Refik Harirî Cinayeti

Ocak 2005A+A-

Giriş

Son dönemde İslâm coğrafyasında meydana gelen en önemli gelişmelerden biri de Lübnan'ın eski başbakanı Refik el-Harirî'nin herhangi bir örgüt tarafından gerçekleştirilmiş olması mümkün görülmeyen bir bombalama eylemiyle 14 Şubat 2005 tarihinde öldürülmesi oldu. İlginçtir ki, İslâm coğrafyasında meydana gelen bu tür siyasî cinayetlerden ve karışıklıklardan özel haz duyan ABD, bu cinayetten rahatsızlık duymuş görünerek Harirî'nin siyasî varisi ve vasisi gibi devreye girdi. Tabii onun bu şekilde devreye girmesi Harirî'ye sahip çıkmasından, ona önem ve değer vermesinden ileri gelmiyordu. Askerî planları Irak'ta tıkanıp kalan, tehdit politikaları artık eskisi kadar etkisini gösteremeyen ABD'nin yeni Ortadoğu stratejisi için böyle bir muharrik gelişmeye yani yeni bir 11 Eylül olayına ihtiyacı vardı. Harirî cinayetinin işleniş tarzı da böyle bir amaç için kullanılmaya müsait olarak planlandığını gösteriyordu.

Biz bu dosyamızda Harirî cinayetini ve bu cinayetle bağlantılı olarak geliştirilen stratejiyi, bu stratejinin boyutlarını özet bilgilerle tahlil etmeye çalışacağız. Ancak bu değerlendirmelere geçmeden önce Refik Harirî'nin biraz tanınmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.

Refik Harirî Kimdir?

Refik Harirî 1944'te Lübnan'ın Sayda şehrinde durumu çok iyi olmayan bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini bu şehirde tamamlayarak, 1964'te liseyi bitirdi. Daha sonra Beyrut Arap Üniversitesi'nde tahsil görmeye başladı. O dönemde Lübnanlılar çocuklarının üniversite tahsili için Beyrut Amerikan Üniversitesi'ne öncelik veriyorlardı. Ancak Harirî'nin ailesinin imkânları onu burada okutmaya yetmediğinden Arap Üniversitesi'nde okumak zorunda kaldı. Buranın Ticaret Fakültesi'ne girdi. Üniversitede öğrenim görürken bir yandan da okul masraflarını karşılamak için gazetelerde musahhihlik yapıyordu. Ancak buradaki tahsilini keserek 1965'te Suudî Arabistan'a geçti ve orada öğretmen olarak çalışmaya başladı.

Suudî Arabistan'a geçmesi onun hayatında önemli değişikliklerin de önünü açtı. 1970'li yılların ortalarında bazı petrol şirketleriyle iş anlaşmaları imzaladı. Onun servet dünyasına girmesinden kısa bir süre sonra asıl vatanı olan Lübnan'da da iç karışıklıklar başladı. Bu yüzden ticaret ve sanayi alanındaki faaliyetlerini Suudî Arabistan ve Körfez ülkelerinde sürdürdü. Çok kısa bir süre içinde büyük bir servete sahip oldu ve Arap dünyasının hatta tüm dünyanın sayılı zenginleri arasına girdi.

Servet âlemine önce bazı küçük çaplı mukavelelerle girdi. Sonra bir Fransız inşaat şirketini satın alarak büyük ihalelere girmeye başladı. Lüks Taif Oteli'nin ve bazı kraliyet saraylarının inşaatları üstlendiği büyük ihaleler arasında yer alıyordu. Ardından bankacılık işine girip Lübnan ve Suudî Arabistan'da bazı bankaları satın alarak bunların güçlerini birleştirdi. Ardından bilgisayar ve yayın dünyasına girerek işi büyüttü.

Yayın dünyasına girmesi Refik Harirî'ye belli bir hitap çevresi kazandırdığından bu yolla potansiyel bir siyasî güç de elde etmiş oldu. Yayın alanında el-Mustakbel televizyonunu satın aldı. Sonra Paris'ten yayın yapan eş-Şark radyosunu satın aldı. Yine aynı dönemde zamanla Arap dünyasının en etkili haftalık yayın organları arasına giren el-Mustakbel dergisini ve Savtu'l-Urube gazetesini satın aldı. Derken kendi girişimleriyle günlük el-Mustakbel gazetesini çıkardı. Çok geçmeden Arap dünyasının en yaygın günlük gazetelerinden olan en-Nehar'ın bazı hisselerini satın alarak ortak oldu. Daha sonra Suudî Arabistan'daki üç dergiyi satın almak ve Suriye'de bu ülkenin şartlarına göre bayağı büyük sayılabilecek 100 milyon dolar sermayeyle bir yayın şirketi kurmak suretiyle medya alanındaki faaliyetlerini bayağı büyüttü. Bu yüzden gerek siyasî çevrelerde ve gerekse ekonomik rakipleri arasında "medya kralı" olarak anılmaya başlanmıştı.

Harirî, 1987'de de Suudî Arabistan'dan vatandaşlık hakkı elde etti.

1988 Taif Anlaşması'nın ardından Lübnan, iç savaş karanlığından çıkmaya ve yeni bir döneme girmeye başladı. Bu anlaşma gereği birbiriyle çatışma halindeki tüm silahlı grupların silahlarının toplanmasına başlandı. Zaman içinde iç savaş ateşi söndürüldü ve belli bir istikrar sürecine girilmeye başlandı.

Bu dönemde Lübnan'ın iç savaşta yıpranmamış ve uluslar arası ilişkilerde de söze gelir ağırlığı olan yeni yüzlere ihtiyacı vardı. İşte Refik Harirî bunun için biçilmiş kaftan gibi görüldü. Çünkü mensubiyet olarak Sünnî Müslüman kesimden olmakla birlikte diğer kesimlerle ilişkilerinde bir sorun yoktu. Lübnan Anayasası'na göre de zaten başbakanın Sünnî kökenli olması gerekiyordu. Harirî'nin konumu ve ekonomik alandaki ilişkileri ona Lübnan'ın yeni siyaset sahnesinde önemli avantajlar kazandırıyordu. Bu sebeple yapılan önerileri kabul ederek Lübnan'ın siyaset sahnesine girdi ve 1992'de de başbakan oldu. 1995'e kadar bu görevde kaldı. 1996'da Ulaştırma Bakanı oldu ve 1998'e kadar bu görevi sürdürdü. 2000 yılında Lübnan halkının desteğiyle ikinci kez başbakanlık koltuğuna oturma imkânı elde etti ve 2004 yılı Ekim'ine kadar da bu görevi sürdürdü. Ekim 2004'te bazı konularda ortaya çıkan ihtilaflardan dolayı istifa etti.

Harirî'nin Lübnan'da siyaset sahnesinde yer aldığı dönem ülkenin yeniden yapılanma dönemidir. İlk başbakanlık koltuğuna oturduğunda başkent Beyrut, deprem görmüş gibi harabe halindeydi. Çünkü 1978–88 arasında süren on yıllık bir iç savaşa sahne olmuştu. Üstelik 1982–85 arasında üç yıl süreyle Siyonist İsrail'in işgali altında kalmıştı. On yıllık iç savaşın ve üç yıllık Siyonist işgalin tesiri şiddetli bir depremin tesirinden belki daha fazla olmuştu. Bu yüzden ciddi bir ilgiye ve yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardı. Harirî, her ne kadar ülkeyi bazı borçların altına soktuysa da hem kendi imkânlarını hem de uluslar arası bağlantılarını kullanarak ülkeyi yeniden inşa etmeyi başardı. Öyle ki 2004'e gelindiğinde başkent Beyrut'un sadece bazı bölgelerinde numunelik yıkıntılar kalmıştı ki buralar da yetişen nesillere geçmişi hatırlatıyor, ibret almak isteyenlere iç savaşın, fitnenin kötülüğünü anlatıyordu.

Bütün bu çalışmalarından dolayı Harirî halk kitlesinin epey bir sempatisini ve desteğini kazanmıştı. Aynı zamanda bir medya patronu olması ona yapılanları halka anlatma ve sempati dairesini genişletme imkânı da veriyordu.

Fakat bu kadar imkânı ve avantajı elinin altında toplaması birçoklarının dikkatlerini ve karşıt tavırlarını üzerine çekmesine de sebep oldu. En başta Suudî Arabistan'daki bazı rakip iş adamlarıyla arası açılmıştı. İkinci olarak Lübnan'ın eski genelkurmay başkanı ve şu anki cumhurbaşkanı Emil Lahud'la arasında bayağı soğukluk oluştu. Üçüncü olarak Suriye'yle arasına bazı ihtilaflar girdi. Dördüncü olarak Lübnan'ın yeniden yapılanmasında kapıları çoğunlukla Fransa'ya açması da ABD'nin ona karşı pek dışa yansıtmadığı bir kin ve düşmanlık beslemesine sebep oldu. Harirî'nin Fransa'yla ilişkileri biraz eskiye dayanıyordu ve Fransa'nın Ortadoğu'ya ve Körfez ülkelerine açılmasında kullandığı en önemli ekonomi kapılarından biri durumundaydı. Bu yüzden Lübnan'ın yeniden yapılanmasında da Fransa şirketlerine büyük pay ayırdı. Bu da, Irak'ın Kuveyt'i işgali sonrası gerçekleştirilen Körfez Savaşı esnasında Fransa'nın birinci adamı General Mişel Avn'ı Lübnan'ı terk etmeye zorlamakla onunla birlikte Fransa'yı da Lübnan'dan çıkardığını zanneden ABD'yi hayal kırıklığına uğratmıştı. İşte bu yüzden ABD aslında onu sevmiyor ve ona karşı gizli bir kin besliyordu.

Harirî, Ekim 2004'te başbakanlıktan istifa etti. İstifanın sebebi görünüşte Suriye'nin Lübnan'daki askerlerinin tamamen çekilmesi konusunda ısrarlı olmasıydı. Ancak yukarıda verdiğimiz bilgiler tek sebebin bu olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü sadece Suriye'yle değil Cumhurbaşkanı Emil Lahud ile de arasında önemli ihtilaflar vardı. Bu yüzden görevini yürütmekte zorluk çekiyordu. Suriye askerlerinin çekilmesini istemesi de bu konuda ABD ile paralel bir tavır içinde olmasından veya Suriye'yle arasında köklü bir ihtilaf olmasından ileri gelmiyordu. BM tarafından konuyla ilgili olarak 1559 sayılı kararın alınması, ABD'nin "Suriye'nin Cezalandırılması ve Lübnan'ın Onuru Yasası" adıyla bir yasa çıkarıp Suriye'yi kıskaca alması, uluslar arası platformda Suriye'ye yönelik siyasî baskıların artması sebebiyle Lübnan'ın hareket alanı daralmıştı. Bu yüzden Harirî, Suriye askerlerinin çekilmesiyle söz konusu baskıların gerekçesinin ortadan kalkmasını yahut en azından Lübnan'ın oyunun içinde gösterilmesine imkân verilmemesini istiyordu. Tabii bu konuda isteklerini kabul ettiremedi. Ortaya çıkan siyasî sorunlar da onu istemeyen Cumhurbaşkanı Emil Lahud'un eline fırsat vermiş oldu. Bu durumda kendini zor durumda gören Harirî çözümü istifada buldu.

Onun böyle bir dönemde ve üstelik Suriye askerlerinin çekilmesi talebiyle istifa etmesi bazılarının hakkında "ABD'nin adamı" yorumları yapmalarına sebep oldu. Ama yukarıda verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı üzere "ABD'nin adamı" olmak bir yana Lübnan'ın yeniden yapılanması döneminde izlediği politika sebebiyle aralarında örtülü bir düşmanlık bile vardı.

Cinayetin İşleniş Tarzı ve Zamanlaması

Refik Harirî'yi hedef alan bombalama ile bağlantılı haberlerde ve yorumlarda dile getirildiğine göre onun korunması için çok sıkı güvenlik tedbirleri alınmıştı. Bu sebeple saldırı son derece büyük çaplı ve sistemli bir şekilde planlanmıştı. Dolayısıyla örgüt imkânlarını aşacak nitelikte olduğu üzerinde bütün yorumcular ittifak ediyorlardı. Ayrıca Harirî'nin herhangi bir örgüt tarafından hedef alınmasını gerektirecek bir sebep bulunmaması da bombalamanın bir örgüt eylemi olabileceği ihtimalinin bulunmadığı kanaatine yöneltiyordu.

Adı daha önce hiç duyulmamış Şam Diyarında Cihad ve Zafer adında bir örgüt adına saldırının sahiplenildiğinin açıklanması tamamen spekülasyondan ibaretti. (Burada Şam denirken kastedilen Suriye ve civarıdır.) Her şeyden önce eylem böyle adı sanı duyulmamış bir örgüt adına sahiplenmeye imkân verecek türden basit bir eylem değildi. Zaten eylemi sahiplendiğini iddia eden örgüt ismindeki çarpıklık da sahiplenme işleminin kurgu olduğunu ortaya koyuyordu. Sahiplenme iddiasıyla yapılan açıklamada da büyük tutarsızlık dikkat çekiyordu. Yayınlanan görüntüde, siyah bayrağın gölgesine oturarak sahiplenme açıklaması yapan sakallı şahıs, eylemin Suudî Arabistan'daki rejime destek verenlerin ortadan kaldırılması amacıyla gerçekleştirilen adil bir idam olduğunu ileri sürüyordu. Her şey bitmiş de Suudî Arabistan'daki rejime destek verenlerin idam edilmesine mi sıra gelmişti? Suudî Arabistan'daki rejime destek verenlerin idam edilmesinde de sıra Harirî'ye mi gelmişti? Kısacası isim, açıklama ve ileri sürülen gerekçe sahiplenme işleminin tamamen kurgu ve spekülasyon olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.

Aslında sahiplenme işlemindeki senaryonun daha önce Irak'ta gerçekleştirilen benzer cinayetlerdeki senaryolara benzemesi bazı ipuçları taşıyordu. Bu sebeple söz konusu senaryoyu piyasaya sürenlerin cinayeti kendilerine malzeme edinerek yeni stratejilerini devreye sokmak isteyenlerin bizzat kendileri olması hiç de zayıf bir ihtimal değildi. Bu itibarla aslında cinayeti sahiplenme açıklaması yapan şahsı konuşturanların fiilen cinayeti işleyenlerin veya planlayanların kendileri olması ihtimal dışı değildi. Ama sahiplenme açıklaması yapan şahsın açıkladığı örgüt adı, verdiği adres, ileri sürdüğü gerekçe ve amaç doğruları yansıtmıyordu.

Cinayetin işleniş tarzı ve seçilen mekân da dikkat çekiciydi. Şundan dolayı ki cinayetin böylesine gürültülü bir tarzda gerçekleştirilmesi alelade bir muhalifin tasfiye edilmesi işine hiç benzemiyordu. Aksine bu şekilde işlenmesi belli amaç doğrultusunda ve bir stratejinin devreye sokulmasında gerekçe olarak kullanılmaya elverişli olması için planlandığını gösteriyordu. Cinayet Suriye'nin bir muhalifini tasfiye işlemi olsaydı, dikkatleri çok fazla çekmeyecek daha gürültüsüz bir metodu bulunabilirdi. Özellikle Suriye'nin her yönden kıskaca alındığı bir dönemde bu derece gürültülü bir saldırının bir muhalifin tasfiye edilmesi amacıyla gerçekleştirilmesinin hiç de mantıklı olmayacağını tahmin etmek zor değildir.

Mekânın da rasgele seçildiğini sanmıyoruz. Suriye istihbaratının bürosuna yakın bir yer seçilmişti. Normalde bu tür seçimlere ters istikametten bakmayı tercih eden ABD güdümlü yorumcular işlerine geldiğinde düz istikametten bakmayı yeğlerler. Bu olayda da öyle davrandıklarını ve Suriye istihbaratının bürosuna yakın bir yerde işlenmiş olmasını hadiseyi Suriye'nin üzerine yüklemek için bir delil saydıklarını gördük. Oysa Suriye'nin lekenin üzerine sıçramasını engellemek amacıyla bu tür merkezlerden ve bürolardan uzak bir yeri seçmesi daha mantıklı olurdu. Böyle bir yerin seçilmesinin, olayı onun aleyhine kullanmak isteyenlerin bir tercihi olması çok daha kuvvetli bir ihtimaldir.

Cinayeti bir de zamanlama açısından ele alalım: En başta İsrail işgal devletinin oldukça zor bir dönemden geçtiği zaman seçildi. İsrail, ABD'nin Irak'ta işini bitirdikten sonra Suriye'ye yönelmesini ve bu ülkeyi köşeye sıkıştırmasını hatta işgal etmesini böylece Filistin'deki direniş gruplarının dış kanatlarının kırılmasını bekliyordu. Çünkü Filistin'e komşu ülkelerden Ürdün ve Mısır, Filistin direniş örgütlerinin siyasî faaliyetlerine zaten izin vermeyerek İsrail işgal devletiyle siyasi işbirliğine açık hareket ediyorlardı. Bu yüzden söz konusu direniş örgütlerinin Filistin'le doğrudan bağlantıyı sağlayan siyasî kanatları çalışmalarını Suriye ve Lübnan'dan yürütüyorlardı. İşgal devleti ABD'nin Suriye ve Lübnan'ı kontrol altına alması durumunda bütün bu siyasî faaliyetlerin önüne geçeceğini umuyordu. Bu durumda Filistin direnişinin hem içten hem dıştan kıskaca alınacağını dolayısıyla mücadele imkânlarını tamamen kaybedeceğini umuyordu. Üstelik buralardaki Filistinli mültecilerin de Irak başta olmak üzere muhtelif Arap ülkelerine nakledilmeleri suretiyle Filistin topraklarından uzaklaştırılacaklarını ve böylece yurda dönüş ümitlerini tümüyle kaybedeceklerini umuyordu. Ama ABD işgal güçlerinin Irak'ta bataklığa saplanmaları ve askerî planlarının bir sonraki merhalesine geçememeleri İsrail işgal devletinin ümitlerinin suya düşmesine yol açtı. Filistin'in içindeki direnişin de bütün kararlılığıyla devam etmesi sebebiyle epey kan kaybeden, özellikle de Gazze'deki yerleşim merkezlerinin güvenlik şartlarının iyice kötüleştiğini gören işgal devleti, Şarmu'ş-Şeyh'te özerk yönetimle "ateşkes" masasına oturma ve Gazze'deki yerleşim merkezlerini boşaltma kararı verme zorunluluğu duymuştu. Gazze'deki tüm yerleşim merkezlerini ve Batı Yaka'daki dört yerleşim merkezini boşaltma kararı işgal devletinin kendi içinde ciddi ihtilaflar yaşamasına da sebep olmuştu. Çünkü bu karar işgal edilmiş bir bölgeyi boşaltma olarak değil ileriye dönük büyük planların suya düşmesi, direnişçilere güç ve cesaret verilmesi, Yahudi göçmenlerdeki karamsarlığın artırılması olarak değerlendiriliyordu. Neticede ABD'nin Irak işgali ve sonrasıyla ilgili planlarından büyük beklentileri olan İsrail gelişmeler sebebiyle tarihinin en zor ve sıkıntılı dönemini yaşar hale gelmişti.

Öte yandan ABD'nin Irak'taki askerî kayıpları devam ediyordu ve orada istediği gibi dizginleri ele alamamıştı. Oraya yığdığı askerlerin tümü artık yorgundu ve sürekli can korkusu yaşadıklarından moral yönünden yıpranmış olmalarından dolayı savaşma gücünü kaybetmiş askerler olarak görülüyordu. Bırakın yeni bir cephe için askerî güç oluşturmayı Irak'a takviye amacıyla gönderilmek üzere asker temininde bile zorluk çekiliyordu. Çünkü ihtiyat askerleri Irak'a gitmemek için kendilerine bir mazeret oluşturmaya çalışıyorlardı.

Bütün bu gelişmeler karşısında İsrail işgal devleti zikrettiğimiz zorlukları yaşadığı gibi bu devletin geleceği hakkında tartışmalar bile başlamıştı. Siyonist devlet ve onu himaye eden ABD, işi oluruna bırakmanın ciddi risklere sebep olacağını ve yeni bir Ortadoğu stratejisini devreye sokmak gerektiğini düşünüyorlardı. Ama bu strateji işgal ve saldırıya değil, psikolojik tehdit ve ekonomik yönden kıskaca alma esasına dayanacaktı. Bu stratejinin devreye sokulması için ABD bazı ataklar yaptı.  BM'den Suriye aleyhine 1559 sayılı kararı çıkarttı. Kendisi "Suriye'yi Cezalandırma Yasası"nı çıkararak bu ülkeye ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Ama bunlar etkili olmadı. Bu sebeple bu stratejinin daha etkili ve güçlü bir şekilde devreye sokulması için bir muharrik unsura, güçlü bir gerekçeye ihtiyaç vardı. İşte böyle bir şeye kuvvetli bir şekilde ihtiyaç duyulduğu anda Beyrut'u adeta küçük çaplı bir deprem gibi sarsan, 10 kişinin ölümüne 100 kişinin yaralanmasına sebep olan, olay yerinde yangın çıkmasına yol açan suikast eylemi gerçekleştirildi.

Cinayetin, Irak'ta seçimlerin gerçekleştirilip buradaki direnişle uğraşma işinin büyük ölçüde, oluşturulacak yeni yönetime devredilmesi planlarının yapıldığı bir zamana denk gelmesi de bizim tahminimize göre bir tesadüf değildi. ABD muhtemelen Irak'taki işgal güçlerini biraz geri plana çekmesi ve burada yeni bir siyasî yapılanma dönemine girilmesi durumunda Suriye'yle uğraşılması ve Lübnan'ın kontrol altına alınması çabalarına daha çok vakit ayırabileceğini düşünmüş olabilir.

Dikkat çeken bir şey de cinayetin ABD'nin yeni Dışişleri bakanı Condoleezza Rice'ın düzenlediği Ortadoğu gezisinin hemen ardından gerçekleştirilmesidir.

ABD'nin Yeni Ortadoğu Stratejisi

ABD'nin yeni Ortadoğu stratejisinin amaç ve mantık yönünden öncekinden bir farkı yoktur elbette. Ama uygulanacak taktiklerde bazı değişiklikler olduğunu sanıyoruz. O da bir toparlanma süreci içinde saldırıdan ziyade saldırı tehditlerine, ekonomik baskılara ve ambargolara ağırlık verilmesi suretiyle kendini gösterecektir.

Bizim gördüğümüz kadarıyla yeni stratejideki tehditlerin ve baskıların birinci hedefi Suriye olacaktır. İran da tehditlerden payını almaya devam edecek; ama Suriye'ye ağırlıklı bir şekilde yüklenilmesi için politikalar geliştirilecektir. Suriye'nin öncelikli hedef seçilmesinin birinci sebebi ise daha önce zikrettiğimiz üzere İsrail işgal devletinin karşı karşıya olduğu çıkmaz ve zorluktur.

Bu arada Suriye'ye baskı yapılması suretiyle Lübnan'dan tamamen elini eteğini çekmesi için uğraşılacak sonra Lübnan üzerinde emperyalist bir kontrol mekanizması oluşturulması için çalışılacaktır. Lübnan üzerinde kontrol mekanizması oluşturulması için çalışılmasının hedefi de birinci derecede Filistin direnişidir. Çünkü Filistin direnişinin siyasî kanadı Suriye'den çok Lübnan'da rahat çalışma imkânı bulabilmektedir. Ayrıca işgal devletini ciddi şekilde rahatsız etmeye devam eden Hizbullah'ın askerî kanadı bu ülkede yasal bir özel askerî tim konumundadır. ABD bütün bu imkânların ortadan kaldırılmasını, Hizbullah'ın askerî kanadının dağıtılmasını ve Lübnan'ın daha Batılı bir ülke haline getirilmesini hedeflemektedir. Sonuçta bu ülkeyle ilgili planların öncelikli amacı da İsrail'i rahatsız eden şeylerin ortadan kaldırılması ve Filistin direnişinin dıştan kıskaca alınmasıdır.

Suriye'ye Yönelik Strateji

ABD, Suriye'yi köşeye sıkıştırma politikasında BM'nin 1559 sayılı kararını ve kendisinin Suriye'yi Cezalandırma Yasası'nı daha etkili bir şekilde devreye sokmayı amaçlıyor. Bunu başarabilmesi durumunda Irak'a uyguladığı ambargonun bir benzerini Suriye'ye de uygulayabileceğini ve bu ülkeyi aynen Irak gibi perişan bir hale düşürebileceğini umuyor. Bilindiği üzere Irak'a uygulanan ambargo sebebiyle bu ülkede doğan çocukların büyük bir kısmı gıda yetersizliğinden ve sağlık şartlarının kötülüğünden dolayı hayatlarını kaybediyorlardı. Irak'ta bir milyon civarında çocuğun ambargonun sebep olduğu şartlar yüzünden hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir.

İslâm Dünyasının Yanılgısı

İslâm dünyası ne yazık ki Irak konusunda büyük bir yanılgıya düşerek ABD'nin, bir milyon çocuğun hayatını kaybetmesine sebep olan vahşetine destek olmuştur. Bazıları bunu Saddam Hüseyin'in zulmüne karşı çıkmakla izah ederek kendilerini tatmin etme yoluna gitmişlerdir. Oysa cezalandırılan ve hedef alınan Saddam Hüseyin ve zulmü değil çaresiz halk, elleri kolları bağlı çocuklardı.

Bugün ABD aynı vahşeti Suriye'ye karşı icra etmeyi amaçlamaktadır. Bazıları belki teslimiyetçi tutumlarını yarın bir gün Baas rejimine muhalefetle izah etmeye kalkışabilirler. Oysa çağdaş dünyada hiçbir rejimin zulmü ABD zulmüne denk olamaz. Dolayısıyla herhangi bir zulme karşı çıkmanın yolu ABD zulmüne destek vermek olamaz.

ABD aynı zamanda Lübnan'da yeni bir fitnenin ateşini alevlendirmek için çalışıyor. Bu konuda Hizbullah'ın lideri Hasan Nasrullah da uyarıda bulunarak Lübnanlılardan dikkatli olmalarını istedi.

ABD Umduğunu Elde Edebilecek mi?

Bu saydıklarımız, ABD'nin izlediği politikaya ve geçmişte yaptıklarına bakarak tahmin ettiklerimiz. ABD bütün bunları engelleyecek bir siyasî ahlâka ve vicdana sahip olmadığından onun önünde bunları yapmasına mani olacak bir kural da bulunmuyor. Onu kurallar değil ancak önüne çıkacak zorlayıcı sebepler, şartlar ve insanlığın ortak tavrı engelleyebilir. Bu sebeple insanlığın bir ortak vicdan geliştirmesi, ortak sesini gür bir şekilde çıkarması ve bu yolla saldırgan ABD'nin yeni haçlı zihniyetine, Moğol istilacılığına benzer politikalarına dur demesi gerekmektedir. Biz işgalci ABD'nin ve onun kanatları altında varlığını sürdüren Siyonist işgalcilerin söz konusu planlarını ve yeni Ortadoğu stratejilerini uygulamaya geçirmekte başarılı olamayacaklarını düşünüyor ve ümit ediyoruz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR