1. YAZARLAR

  2. Ahmet Ertürk

  3. Partili Siyasetin Sınırları

Partili Siyasetin Sınırları

Eylül 1991A+A-

Türk Ceza Kanunundaki meşhur 163. maddenin kaldırılması ile müslümanlar açısından biraz daha somut bir hale gelmiş olan "demokratikleşme" süreci bir tartışma konusunu da beraberinde getirdi. Daha doğrusu, zaten gündemde olan bir konunun daha açıktan tartışılmasına zemin hazırlamış oldu. Ercümend Özkan'ın bildiğimiz girişimiyle de ivme kazanan konu, 'İslami bir parti'nin mümkün olup olmayacağı, başka bir değişle böyle bir aracın nasıl ve nereye kadar kullanılabileceği konuları çevresinde dönmekteydi.

Aynı konu, yıllar önce müslüman bir kadronun kuruculuğunu yaptığı ve programında geleneksel İslami söyleme ilk defa büyük bir ağırlık veren Milli Nizam Partisi'nin ve devamı Milli Selamet Partisi'nin kuruluşları sırasında da, daha dar bir çevrede ve daha farklı bir gündemle de olsa, tartışılmıştı. Ama o yıllarda hem müslümanların içinde yaşadıkları toplumdaki siyasi egemenlik olayına yaklaşımları bugünkü kadar netlik taşımıyordu, hem de içerde ve dışarıda yaşanan ideolojik atmosfer müslümanları da etkileyen bambaşka bir gündemi dayatmaktaydı. Bu sebeble İslam-siyaset-parti ilişkileri daha pragmatik ve daha tasvipkâr bir üslup içinde tartışılıyordu. Daha doğrusu, parti olayı üzerinde bir tartışmadan ziyade partinin stratejisinin ve parti faaliyetlerine katılımın nasıl olması gerektiği konuşuluyordu.

Oysa bugün hem ortada yaşanmış bir tecrübenin bilançosu duruyor, hem de siyasi bakış açıları daha netleşmiş durumda. Dolayısıyla parti olayının bizzat kendisinin daha köklü bir şekilde tartışılmasına ihtiyaç var. Ve böyle bir tartışmayı hak eden bir fikri ve siyasi olgunluk seviyesine de ulaşmış durumda müslümanlar. Artık tamamen pragmatik bir yaklaşımdan, yani siyasi partinin müslüman kitleye sağlayacağı dünyevi/maddi kazançların (iktidar gücü de dahil) sayılıp dökülmesinden ziyade, böyle bir teşebbüsün mecburen tabi olduğu demokratik çerçevenin sınırlan içinde cereyan etmesinin ne anlama geldiğinin, bu sınırlar içinde kalmanın toplumun ve hayatın İslamileştirilmesi, yani insanların yalnızca Allah'a kulluk etmelerini sağlama hedefine ne ölçüde katkıda bulunacağının tartışılması gerekir. Başka bir değişle, bu aracın kendi hedeflerimiz için nasıl kullanılabileceği ile birlikte, aynı zamanda sınırlarının, çıkmazlarının ve yozlaştırıcı etkilerinin neler olduğunun da ciddi biçimde tartışılmasının gerekliliği inkâr edilemez.

Burada müslümanların bakış açılarının daha da netleştiğinden söz ederken bu konuda sıkça karşılaşılan bir çıkmazdan da bahsetmeden geçemeyeceğim.

Siyasi parti ve benzeri çağdaş sorunların gündeme gelmesi, müslümanların alışılmış değerlendirme tarzlarını zorlayan gelişmelerden biridir. Bu yaklaşım tarzı, ele alman konuyu geçmiş ulemanın yorum ve içtihadlarından oluşturmuş bir şablona oturtmak ve buna bir kaç ayet ve hadis de ekleyerek 'vahiy' derecesinde bir kesinlik yüklenen reçeteler oluşturmak şeklinde tanımlanabilir.

Son yıllarda özellikle siyasi değerlendirmelerde çok sık başvurulan Daru'l-Harp ve Daru'l-İslam gibi kavramlar ile Mekke ve Medine Dönemi gibi tasnifler bu şablonlara birer örnektir. Daha çok bir kamu hukuku veya devletler hukuku kavramı olarak anlam taşıyan "Daru'l-Harp" veya "Daru'l-İslam"ın bir siyasi stratejisinin hatta bütün bir hayat tarzının kilit kavramları haline getirilmesi; yahut Peygamber'im izin hayatındaki iki önemli safhayı oluşturan Mekke ve Medine dönemleri ile 'gizlilik', 'hicret', 'savaş' ve 'devlet' gibi kavramların mutlaka sıra ile yaşanması gerekli etaplar olarak görülmesi, bu şematik yaklaşıma birer örnektir. Hangi şartlarda bulunursa bulunulsun ve ne pahasına olursa olsun iktidar olmak gibi saplantıların da bu tür değerlendirme ve teşebbüslerde payı vardır. Düşüncedeki bu şekilcilik ve kalıpçılık hayat tarzında da kendini zaman zaman göstermiş, belli bir yorum tarzına ve belli kaynaklara dayanan teşebbüs ve birlikteliklerin eleştirilmezlik zırhına büründürülmesi yoluna gidilmiştir. Tabii bunun sonucu, dışlamalar, tabulaştırmalar, tavsiyeler ve saplantılar olmuştur.

Siyasi parti, bir kere, içinde yaşadığımız çağın bir ürünü ve çağdaş demokratik sistemin bir kurumudur. Bu sebeple, öncelikle nasıl bir kurum olduğunu, hangi şartların ortaya çıkardığını ve siyasi yapılanma içinde nasıl bir konuma sahip olduğunu incelemek gerekir. Onu hiç bir şartta kullanılmaması gereken bir fesad yuvası olarak görmek gibi, her şartta kullanılabilecek, hatta kullanılması gerekli bir araç olarak görmek de yanlıştır. Birincisi, yukarıda değindiğimiz şematik yaklaşıma bir örnek teşkil ederken; ikinci yol 'araç'a esir olmayla sonuçlanabilecek bir oportünizme sürükleyecektir. Burada daha çok çağdaş demokratik toplumlarda siyasi partilerin, hele de temelden sisteme muhalefet iddiası taşıyan partilerin, kadrolarını tam ve gerçek bir iktidara taşıyıp taşıyamayacaklarını araştıracak, kısacası siyasi partilerin demokratik Kıymet-i harbiyeleri'ni ortaya koymaya çalışacağız. Konuya giriş mahiyetindeki bu yazı 'müslümanlar siyasi parti kurmalıdır' yahut 'müslümanlar siyasi parti kuramaz' türü sonuçlardan birine varmayı hedeflememekte, daha çok 'müslümanlar için siyasi parti ne anlam ifade etmelidir'in cevabını araştırmaktadır yahut bu sorunun gerekliliğini ortaya koymaya çalışmaktadır.

* * *

Siyasi partiye bazı müslümanların stratejinin kilit unsurlarından biri gibi yaklaşmalarının ve hatta particiliği bir hayat tarzı haline getirmelerinin altında parti niteliği ve fonksiyonları ile ilgili iyimser bir varsayımın yattığını söyleyebiliriz. (Bu iyimser varsayıma bir de "iyi niyet "i eklememiz gerekir. Partiyi sis-tem'in sunduğu bir takım imkânları kullanma aracı olarak görmek, ama bunun sınırlarının da farkında olmak, sonuçta bu teşebbüsün tartışılmasını gereksiz hale getirmez ama bir iyi niyetin varlığını da göstermiş olur.) Bu varsayım şudur: Yönetime gelen siyasi parti, toplumdaki iktidar erkinin birinci derecedeki belirleyicisi ve onu değiştirebilen bir güçtür. O halde sistem içinde belli bir kitlenin veya grubun veya düşünce tarzının siyasi ve sosyal konumunu ve etkinliğini belirleyebilecek bir güce erişebilmek, iktidara gelmeyi hedefleyen bir siyasi partiye sahip olmaktan geçer.

Müslümanların Cumhuriyet döneminde bazı haklardan yoksun bırakılmalarının, toplumun dışına itilmelerinin ve müslüman olarak inançlarının gereklerini yerine getirmelerine mani olunmasının gerisinde Parlamento'da onları temsil eden ve iktidarı etkileyebilecek siyasi bir güçten yoksun bırakılmaları ve doğrudan bir siyasi etkinlik kuramamış olmaları yatmaktadır. O halde müslümanların sistem içinde daha etkin hale gelmeleri, bir takım haklarına yeniden kavuşabilmeleri ve hatta iktidarı ele geçirebilmeleri için kendi siyasi partilerini kurmaları yahut mevcut siyasi partiler içinde daha etkin bir yer edinebilmeleri gerekir. Bu yolla müslüman kadroların iktidara taşınması da mümkün hale gelecektir.

Bu görüşler, fark edileceği gibi, demokratik sistemin ve sistemin bir kurumu olan 'siyasi katılım'ın mantığına bire bir denk düşen bir çizgiye varmakta ve aynı zamanda partiye asli bir fonksiyon yüklemek suretiyle parti-dışı çabaları küçümseme ya da yok saymaya kadar uzanabilmektedir.

* * *

Temsili demokrasiler halkın egemenliği ilkesine dayanmakta ve halkın bu egemenliğini seçtiği temsilcileri vasıtasıyla kullanacağı varsayılmaktadır. Çağdaş demokrasilerde parlamentoların ortaya çıkması ve seçimle gelen parlamenterlerin bir siyasi parti çatısı altında toplanmaları süreci, sonuçta, egemenliğin kullanılmasında siyasi partileri kilit kurumlar haline getirmiştir. Artık tek tek temsilciler değil, bunların belli ilke ve çıkar birliği temelinde oluşturdukları siyasi partiler, egemenliği halk adına kullanmaya başlamışlardır. Halkın bizzat kendisi de, belli aralarla yapılan seçimler yoluyla temsilcilerini denetleme ve/veya değiştirme yetkisine razı olmuştur.

Teoride böyle işleyen sistem, uygulamada halkın iradesinin sistemin ideolojik çerçevesi içinde dışarıdan oluşturulup yönlendirilmesi esasına dayanmaktadır. Yani, halk egemenlik hakkını temsilcilerine devretmiş olmakta, temsilcileri denetleme gücünü ve iradesini de iktidarın temel dayanakları olan basın ve eğitim kurumlarının tekeline teslim etmektedir. Sonuçta, halkın egemenliği ilkesi, halkın tamamen dışında uygulama alanı kazanmıştır. Aynı olguya başka bir açıdan baktığımızda, demokratik sistemlerin en büyük erdemi olduğuna inanılan bireyin özgür iradesi kavramının boş olduğunu görürüz, "Birey halkın ve ulusun parçası olmakla, hatta görülmeyen bir parçası olmakla egemenliğe katılıyor. Fakat birey yalnızca birey olarak egemen olunandır."1 Kürşat Bumin'in de vurguladığı gibi, demokratik sistemlerde bireyin halkın bir parçası olarak özgür iradesi ile egemenliğe katılması, dolaylı, görünmeyen, gevşek ve 'farazi' bir şekilde olurken bireyin 'egemenliğin nesnesi olması', yani egemenliğe 'maruz' kalması ise daha doğrudan, somut ve reel bir biçimde gerçekleşmektedir.

Diğer taraftan, 'egemenlik' toplumsal ifadesini tamamen somut mekanizmalarda ve bunların gerçekleştirdiği somut müdahalelerde bulurken, 'halk' soyut ve belirsiz bir kimliği temsil etmektedir. Tamamen somut iktidar mekanizmalarının soyut bir varlık tarafından kullanılmasındaki pratik imkansızlık, iktidarın halkı temsil ettikleri varsayılan daha somut kurumlar ve kişiler tarafından kullanılması suretiyle mümkün hale getirilmektedir. O halde halkın siyasi karar sürecine katılımı, yönlendirilmiş ve/veya hayali, yani sahte bir katılımdır.

Bireyin özgür iradesi iddiası, böylece sadece bir masaldan ibaret kalırken, egemenliğin halkın temsilcileri tarafından kullanıldığı iddiası da aynı aldatmacanın başka bir yüzünü temsil etmektedir.

Batı demokrasilerinde gerçek iktidar odakları, hiç bir zaman, teoride olduğu gibi, halkın temsilcilerinden oluşan Parlamentolar değildir. İktidar hep Parlamentoların dışındaki merkezlerde toplanır. Bu iktidar odakları da, genelde, askeri-sivil bürokrasi, iş dünyası ve media'dır. Batı'nın hegemonyası altındaki Üçüncü Dünya demokrasilerinde(!) asker ve sivil bürokrasi daha fazla ağırlık taşırken Batı demokrasilerinde iş dünyası öne geçmektedir. Siyasi partiler ise bu merkezlerde oluşturulan politikaların ve alınan kararların uygulayıcılarıdır.

"(Amerikan toplumunda) devlet hiyerarşisi, şirketler hiyerarşisi ve ordu hiyerarşisinden oluşan üç büyük kurum en önemli iktidar aracını meydana getirmektedir... Amerikan toplumunda bugün iktidar ve egemenlik gerçekte ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda yığımlanmış bulunmaktadır. Diğer alanlardaki toplumsal kurumlar günümüzde kenarlara, sapalara çekilmiş, bazan da bu üç alandaki kurumlar karşısında bağımlılaşmak durumunda kalmıştır."2

Mills'in ABD toplumu için yaptığı bu tesbit, bütün Batı demokrasileri için de geçerlidir. Nitekim bir başka Batılı siyasal bilimci M. Duverger, "Bu demokrasi yine de eksiktir. Çünkü Batılı sistemlerde siyasal iktidarın sahibi, yalnızca yurttaşlar ve onların örgütleri değildir; bunlar siyasal iktidarı, ister birey, ister büyük ticaret, sanayi ya da banka girişimi biçiminde olsun, sermaye sahipleriyle paylaşmak zorundadırlar."3 demektedir,

Duverger, egemenliğin bu şekilde paylaşılmasını, hatta egemenlik merkezinin teorideki yerinden tamamen kaymasını dikkate alarak Batı demokrasilerini pluto-demokrasi olarak nitelemektedir. "Batı sistemleri ancak bir ölçüde demokratiktir. Buna pluto-demokrasi demek daha yerinde olur, çünkü bu sistemlerde iktidar hem halka [demos], hem de zenginliğe [plutos] dayanmaktadır."4

Bir çok Batılı eleştirmen gibi Duverger de, demokrasiyi kurtarmak için onun uygulamada saptırıldığını ileri sürmekte­dir. Ama ortak yargı, toplumdaki iktidar ortaklarının Parla­mento dışına kaydığı ve dolayısıyla, ne Parlamento'nun, ne de onun çatısı altındaki siyasi partilerin iktidarı belirleme gücüne sahip oldukları yönündedir.

Financial Times'de İngiliz toplumunda Kurulu Düzen'in [The Establishment] çözülüşüne ağıtlar yakan John Lloyd, Boothby'a atfen Kurulu Düzen'i oluşturan elemanları şöyle sıralıyordu: "İngiliz Kilisesi'nin Başpapazı, The Times'ın Editörü, İngiltere Merkez Bankası'nın Başkanı ve Kabine Genel Sekreteri."5 Bu sayılan kişilikler, Batıdaki gerçek iktidar organizmasının temel dayanakları olan din'in (kilise'nin), medianın, finans-kapitalin ve bürokrasinin simgeleridir. Dikkat edilirse bu yapı içinde parlamento'nun ve siyasi partilerin adından söz edilmektedir.

Türkiye'de de aynı tablo Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçerliliğini korumuştur. Klasik parti yapısı ve işlevleri dışında bir niteliğe (devlet partisi) sahip bulunan Cumhuriyet Halk Partisi ile asker-sivil bürokrasisinin işbirliği, yıllarca iktidarın asıl sahibi olmuş, seçimle iktidar olan öteki partiler ise bu merkezde oluşturulan politikalara dokunamadan (ve dokunmak da istemeden) gündelik icraatlar ile uğraşan uygulayıcılar olmaktan öteye geçememişlerdir. Son yirmi yıl içinde bu iktidar merkezlerine iş dünyası (TÜSİAD gibi) ve basın da etkin biçimde katılmışlardır. Artık Türk demokrasisi, her on yılda bir gelen kesintiler dışında, tipik demokratik yapılanmaya uygun bir tablo sergilemeye başlamıştır. Tek fark, Batı'daki reel iktidar odaklarının etkinliği, çok ince örülmüş, karmaşık mekanizmalar yoluyla işlerken,6 Türkiye ve benzeri ülkelerde bürokrasinin, basının ve iş dünyasının iktidar merkezleri olarak işlevlerinin daha bariz, pervasız ve kaba bir şekilde işlemesidir.

Kısaca çizdiğimiz bu tablo içinde siyasi parti sahibi(!) olmanın bir 'kıymet-i harbiye'si yoktur. Siyasi parti, iktidara bile gelse, toplumu tümden değiştirme hedefi açısından bakıldığında, yukarıda sergilemeye çalıştığımız gerçek iktidar odaklarının ve bunların yönlendirdiği global sistemin karşısında çaresiz birer kulüp olmaktan öteye geçemez.

Bu noktada Batı demokrasilerinin başka bir önemli yanma dikkat çekmek isteriz. Bu da, onların en büyük güçlerini oluşturan, muhalif zihniyetleri ve hareketleri sistemle, sistemin ana gövdesi ile entegre edebilme yeteneğidir. Bu entegrasyon zaman içinde tamamen kaybolmaya dönüşmekte ve muhalefetten geriye yalnızca bir renk çeşitliliği kalmaktadır. Siyaset bilimcilerinin "toplumsal mobilizasyon" dedikleri olgu, büyük ölçüde bu sürecin tanımlanmasıdır.

Sistem, bu süreci hızlandıran ve kolaylaştıran siyasi, ekonomik, kültürel ve psikolojik mekanizmalarla da donanmıştır. Sözde 'siyasal katılım' ve bunun bir aracı olan siyasi partiler, bu mekanizmaların siyasi ve sosyal nitelikli olanlarındandır. Siyasi partiler yoluyla en muhalif kesimler ve kadrolar bile, toplumun siyasal iskeleti ile bütünleştirilmektedir. Demokrasinin erdemlerinden biri olarak gösterilen en soldan en sağa kadar uzanan geniş bir 'siyasi partiler yelpazesi'nin mevcudiyeti, bu bütünleşmenin hem bir sebebi, hem de sonucudur. Yelpazenin her iki ucunda yer alan siyasi partilerin amacı, sistem'den kendi lehlerine bazı kazançlar sağlamaktır. Sistem ise, bu 'kazanç' yanılsamasını beslemekte ve sonuçta, hissettirmeden, zorlamadan hedeflediği bütünleşmeyi gerçekleştirmektedir. Gerçekten de sistem, hiç bir zaman kendi araçlarına esir olacak bir zaaf içinde görünmem iştir. Bu, onun, 'ideolojik hegemonya' olarak tanımlayabileceğimiz, temel felsefî dayanaklarının ne kadar güçlü ve baskıcı olduğunu göstermektedir.7

Özellikle Amerikan toplumunun, genelde ise bütün Batılı modern toplumların gerçek sosyal/siyasal yapılarını ve bunların gerisindeki felsefeyi bütün çıplaklığıyla ortaya koymasıyla tanınan C. Wright Mills, yukarda değindiğimiz süreci bir başka açıdan şu çarpıcı ifadelerle anlatmaktadır:

"Modern dünyamızda iktidarın Ortaçağ'daki gibi otoriteye dayanmakta olmaması, yönetici durumundakilerin ellerindeki iktidarı uygulamak için bir takım haklılaştırmalara eskisi kadar muhtaç olmamalarını sağlamaktadır. Günümüzde alınan önemli kararların hiç değilse büyük kısmında -özellikle uluslararası nitelikte olanlarında- kitlelerin ikna olunmasına gerek duyulmamakta, işler oldu bittiye getirilmektedir. Üstelik, iktidar sahiplerinin istedikleri zaman kullanabilmeleri ve yararlanabilmeleri için hazır bekleyen ideolojilerin, çoğu kez kullanılmasına bile gerek kalmamaktadır. İdeolojiler, genel olarak, iktidara karşıt olan ve toplumdaki iktidar yapısının savunduğu haklılaştırma ve değerlerin boş olduğunu etkili bir biçimde göstermeye başlayan hareketlerin ortaya çıkmasından sonra ve bu hareketlere cevap vermek gerektiğinde kullanılmaktadır. Birleşik Devletler'de, yeni bir yönetim ideolojisi arama ihtiyacı duyulmamaktadır; çünkü bu konuda yönetime karşıt ve etkin bir muhalefet oluşturulamamıştır."8

Burada, bir çok muhalif hareketin aynı toplum içinde bir arada yaşayabilmesi ile öğünen Batı demokrasilerindeki bu muhalefetlerin ne kadar güçsüz ve önemsiz olduklarına işaret edilmekte ve hiç bir zaman iktidar için bir tehlike teşkil etme dikleri ifade edilmektedir.

* * *

Görülüyor ki, siyasi parti, programı ne olursa olsun, sistemin örtük ve genel ideolojik hedeflerine hizmet eden bir araç konumuna düşmektedir. Demokrasilerde siyasi partiler, hiç bir zaman doğrudan bir iktidar odağı değildirler ve olmamışlardır. Ayrıca, tabii olarak, sistemin kurduğu hareket alanı içinde kalmak zorundadırlar. Bu sebeple, bu alanı zorlayacak bağımsız alternatif oluşumlara gerek duymadan, salt parti ile İslami değerlerin topluma benimsetilebileceğini savunmak ve parti ile 'iktidar' rüyaları görmek, siyasi partilerin demokratik fonksiyonlarının farkında olmamak demektir. Bu durumda köklü hedeflerin de kaybolarak tamamen halka yaranmaya çalışmanın öne geçtiği bir siyaset çizgisine sahip olunur. Temel hedefin gözden kaçırılması da zaman içinde yukarıda bahsettiğimiz entegrasyonu getirebilir.

Bütün müslümanların hedefi olması gereken 'İslami değerlerin hayata hakim kılınması', yalnızca siyasi partiler eliyle ulaşılacak bir hedef değildir. Siyasi parti ile mücadelenin bu alanda taşıdığı sınırlamalar, hem partinin (aracın) niteliğinden, hem de sistemin yapısından kaynaklanmaktadır. Yani, bu, bir isteyip istememe veya ona göre organize olup olmama sorunu değil; siyasi partiye niteliğini aşan fonksiyonlar yükleme sorunudur.

Bu tek yönlü ve tek yanlı araç seçmenin, ayrıca bu araca yanlış fonksiyonlar yüklemenin yansıması, sadece hedeflenenin gerçekleştirilmesinde değil, aynı zamanda hedeflenenin bizatihi kendisinin, yani, topluma bu yolla iletilecek İslami mesajların bu yanlıştan etkilenmesinde de kendini gösterir.

Kitlelerin önüne çıkacak siyasi parti 'propagandalarında İslam, bir ekonomik ve sosyal programın manevi altyapısı olarak sunulmak durumundadır. Yani İslam'ın kapsayıcılığının kaybolması ve Özünün parçalanması söz konusu olacaktır. Bu, büyük ölçüde halkın zihnindeki siyasi parti imajı ve parti programlarından beklentileri ile ilgili bir sapmadır. Yani partiyi kuranların kolayca değiştiremeyecekleri bir olgudur.

Türk Ceza Kanunundaki meşhur 163 üncü maddenin kaldırılması(!) gibi göstermelik bir tedbirden sonra (Özellikle bunun ardından) 'İslami parti' kurma teşebbüslerini tartışmaya açanların, bu teşebbüsün bekledikleri sonuçları elde etmelerine imkan verip vermeyeceğini iyi düşünmeleri gerekir.

Demokrasinin sunduğu bir imkan ile hangi İslamî hedeflerin gerçekleştirilebileceği iyi tartışılmalıdır. Tabii önce şu meşhur 'gaye vasıta ilişkisi' bakımından: "Gayenin vasıtayı meşru kıldığı makyavelist metodla İslam'ı iktidar etmek mümkün değildir. Zira böylesi bir metod, iktidara varana kadar İslam'dan bir şey bırakmaz, yok eder. Kendisi ile çelişkiye düşen bir düşünce söz konusu olur. Meşru gayelere ancak meşru vasıtalarla varabilmeyi mümkün gören İslam en küçük söz ve harekette bile meşruluğu (şer'i oluşu) gözetmek zorundadır."9

Bu tesbitlerin doğruluğuna şüphe yoktur, ama bu tesbitlerin aynen siyasi parti için de geçerli olduğunu, hatta siyasi parti ile İslami hedeflerin bağdaşmazlığının geçerli bir yorumu olduğuna unutmamak gerekir. Yoksa, partinin programının İslami olması ve kurucularının samimi müslümanlar olmaları aracın bizatihi kendisinin niteliğini değiştirmez.

Sonuç olarak, ister İslami parti gibi yelpaze-dışı' bir iddia ile ortaya çıkılsın, isterse daha gelenekçi/muhafazakar bir söyleme sığınarak İslami bazı değerleri topluma yerleştirmeyi hedefleyen klasik partileşmeye başvurulsun, sistem'in koyduğu sınırların ve bu yolla insanı ve toplumu değiştirme çabalarının önünde mevcut bulunan engellerin unutulmaması gerekir.

Bunlara rağmen partileşmeden yarar umulması ise bir tavır meselesidir. Ama böyle bir tavır benimseniyorsa, hiç olmazsa, partinin uzanamayacağı insani ve toplumsal alanlara nüfuz edecek ve partileşmenin gelip dayanacağı noktadan daha öteye koşma soluğu kazandıracak oluşumların gerekliliği de hep hatırda tutulmalıdır.

Dipnotlar:

1- Kürşat Bumin, Sivil Toplum ve Devlet, Yazko Yayınları, İstanbul, 1985.

2- C. Wright Mills, iktidar Seçkinleri, Bilgi Yayınları, 1974, s. 11.

3- M. Duverger, Batı'nın İki Yüzü, Ankara, 1977, s. 5.

4- Duverger, a. g. e., s. 5.

5- John Lloyd, "The Crumbling of the Establishment", Financial Times, 16 Temmuz 1988. Lloyd'un establishment tanımı ilginçtir: "Establishment, yalnız iktidar merkezlerini değil, iktidarın içinde uygulandığı bütün bir resmi ve sosyal ilişkiler matriksini ifade eder."

6- Bkz. Duverger, a. g. e., s. 80. "İktisadi oligarşi, siyasal iktidarı bizzat kullanmaz. Üretimi doğrudan doğruya, ama hükümet politikacılardan, memurlardan ve kamuoyu yaratıcılardan oluşan bir 'ara sınıf aracılığıyla dolaylı olarak yönetir."

7- Bertrand Rusael, "Endüstri Toplumları"ndaki üç önemli güç merkezim 'askeri güç', 'ekonomik güç' ve 'düşünsel güç' olarak sıralamakta ve 'düşünsel güç'ün diğer iki gücün temeli olduğunu söylemektedir. Bkz.: Bertrand/Dora Russel, Endüstri Toplumunun Geleceği, Bilgi Yayınları, 1979.

8- C. Wright Mills, Toplumbilimsel Düşün, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1978.

9- "Niçin Parti Kuruyoruz?", İktibas, Sayı 151, Temmuz 1991

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR