1. YAZARLAR

  2. Ali Ekber Konuk

  3. Osmanlı Suriyesi’nde Siyasal Değişim

Osmanlı Suriyesi’nde Siyasal Değişim

Ocak 2015A+A-

Geçmişten günümüze kesintisiz bir çizgi halinde gelen ıslahat hareketleri için Suriye, önemli bir konuma sahiptir. Bugün bir yandan katliam, acı ve yoksunluk; öte yandan şanlı bir direniş ve mücadele ile gündemde olan Şam diyarı, zengin bir ilmî birikime ve etkili ıslah hareketlerine ev sahipliği yapmıştır. Günümüz için yol gösterici özelliğe sahip olan böylesi bir geçmiş nazarında 19. yüzyıl, bir dönüm noktasını ifade eder. Genel anlamda bütün dünya için bir kırılma demek olan bu yüzyılda, ıslah çizgisindeki yapılar da geleneksel formdaki yapılar da çağdaş dönem serüvenleri öncesinde belirli bir karakteristiğe kavuşmuştur.

Söz konusu tarihsel dönemi Amerikalı tarihçi David Dean Commins, 1990 tarihli bir kitabına konu edinmişti. 1993’te Yöneliş Yayınlarından “Osmanlı Suriyesi’nde Islahat Hareketleri” ismi ile basılan bu çalışma, geçtiğimiz Kasım ayında Mahya Yayınları tarafından tekrar basıldı. Orijinal isme sadık kalınarak “Osmanlı Suriyesi’nde Islahat Hareketleri/ Sosyal ve Siyasi Değişim” adı ile yayın dünyasına tekrar kazandırılan eser, yeni bir çeviri ile okur karşısına çıktı.

Geç Osmanlı tarihini Suriye bağlamında incelemek bizlere bazı imkânlar sunmaktadır. Ele alınan zaman diliminde yaşanan tartışmaların, bugünkü İslami düşünsel atmosferle benzerlik taşıdığını müşahede edebiliyoruz mesela. Dönemin Suriyesi’nde sahih din algısı eksenli konumlanışlar, bu konum sahiplerinin toplumla ilişkisi, siyasi erk karşısında alınan tavır, bugün ile belirli oranda aynılık içeriyor. Buna mukabil, ıslah hareketlerinin örgütlülüğü, taşıdığı kolektif özgüven, diğer ülkelerdeki benzer kişi ve yapılarla kurulan iletişim ağı gibi mevzularda-olumlu- değişimler yaşandığını gözlemleyebiliyoruz.

Modern dönem ıslah önderleri, klasik âlim profilinden oldukça farklı bir görüntüye sahiptir. Commins’e göre bu farklılığın oluşmasında başlıca iki faktör söz konusudur. Birincisi, ulemanın Osmanlı Suriyesi’nde sahip olduğu prestijin bütün bir 19. yüzyıl boyunca erimesidir. İkincisiyse Şam diyarının âlimlerinin diğer topraklarda bulunan ulema ile ilişki kurması sonucu yaşadığı değişimdir.

19. yüzyıl başlarında Şamlı âlimler, imrenilen bir itibara sahipti. (s. 22)  Önemli bir bölümünün, hatırı sayılır bir malvarlığı vardı. Tanzimat öncesi dönemde mahkemelerin ve okulların tek bir şekil ile faal olduklarını hesaba katarsak, âlimlerin siyasal ve sosyal konumlarının bir hayli önemli olduğunu çıkarabiliriz. Ancak Tanzimat döneminde Şam’da da uygulanmaya başlanan idari, hukuki ve eğitimsel reformlar ile âlimlerin nüfuzu azalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu uyguladığı reformlar ile taşra ve diğer merkezler ile bağlantısını güçlendirmiştir. Yeni oluşturduğu yerel heyetlerde ulemanın temsiliyetini azaltmıştır. Daha da önemlisi bilimin yaygınlaşması, laik eğitim ve yargı kurumlarının ortaya çıkması, dinî bilginin ve bu bilgiyi temsil eden âlimlerin toplum ve yönetim nazarında sahip olduğu itibarı sarsmıştır. (s. 32)

Kitabın satır aralarında Osmanlı’nın 19. yüzyılda taşrada uyguladığı politikayı icra etme usulünü anlayabiliyoruz. Özellikle II. Abdülhamid döneminde uygulanan siyaset, birçok ıslah âlimini yönetim karşıtı bir pozisyona sürüklemiştir. Şam’da yerleşik pek çok ilim ehli, bu bölgede yaygın olmayan Hanefi mezhebine tabi oluyor örneğin. Bu durum, doğrudan bir baskı içermiyor olsa da Osmanlı’nın farklı inanç yapılarına yaklaşımına, onlara yerel yönetimlerde yer verme siyasetine dair kayda değer bir karine görevi görüyor. Bir başka örnek olarak Suriye’de çıkan yayınlarda Arap edebiyatı ile ilgili makalelere rastlanmıyor oluşu zikredilebilir. (s. 41) Commins’e göre bu durumun oluşmasında merkezin tavrı etkili olabilir.

Yazara göre geleneksel ulemaya mukabil ıslahat akımının yükselmesinin diğer sebebi, çevre bölgelerde var olan ıslah ekol ve temsilcileri ile yaşanan etkileşimdir. Söz konusu etkileşim, başlıca 3 amile sahiptir: Arap yarımadasında gelişen Vahhabi hareketliliği, Bağdat bölgesinden Alusi ailesinin “dinî uygulamaları ıslah programı” ve direnişçi önder Abdülkadir Cezayiri’nin Şam’a yerleşmesi. (s. 48)

Bilindiği gibi Vahhabi hareketinin yönetim anlayışında Arap kimliği önemli yer tutar. Dolayısıyla Vahhabiler karşısında konumlanış, Türk kimliğine sahip Osmanlı hanedanına duyulan sadakatle yakından ilişkilidir. (s. 50)Abdulvahhab’a duyulan sevgi bu yönüyle de değerlendirilmelidir. İslam yönetim ve düşünce tarihinin belli başlı merkezlerinden Bağdat’ta mukim Alusi ailesi, Şamlı âlimlerin beslenme kaynaklarından birisi olmuştur. Dokuz ciltlik bir Kur’an tefsirinin yazarı olan Şahabeddin Alusi, onun ardından gelen Hayreddin Alusi, bu ailenin ve ıslah çizgisinin etkili isimleridir. (s. 54) Cezayir direniş tarihinin önde gelen isimlerinden olan Emir Abdulkadir, yenilgi sonrası başlayan bir süreç sonunda Şam’a sürgün edilir. Şam’da ikamete başladığı yıllarda artık Osmanlı ve Avrupa yönetim muhitlerinde hatırı sayılır birisidir. (s. 61) Etkin ilişki ağı ve bir hayli fazla olan mal varlığı ile burada kısa sürede ilgi odağı olmuştur. Suriye ıslah hareketine eserleriyle yaptığı katkılardan öte Abduh ve Afgani isimlerini Şam diyarına taşıyarak, hareketin kökleşmesinde rol oynamıştır. Urvetu’l Vuska dergisinin Şam’daki müşterileri arasında Cezayiri’nin iki oğlu da bulunmaktaydı. (s. 69)

Cemaleddin Kasımi, Abdulhamid Zehravi, Ahmed Cezayiri gibi isimlerle gelişimini sürdüren ıslahat akımına tepkiler de ortaya çıkmakta gecikmemiştir. (s. 131) 1896’da patlak veren “Müçtehitler Olayı” ile geleneksel ulema, halkı kışkırtıp sokaklara dökmüş, Kasımi gibi isimlerin canına tasallut etmiştir. Gösterilen yoğun tepki karşısında ıslah/selef âlimleri, Bağdat, Kahire, Beyrut gibi merkezlere yönelmiş, oradakilerle var olan düşünsel birliktelikleri derinleştirerek Suriye’de yaşadıkları baskıya cevap vermiştir. Yöneldikleri isimler arasında Muhammed Abduh, Reşid Rıza gibi isimler de mevcut. (s. 132) Yani modern dönem ıslah akımının merkez üssü konumunda bulunan Mısır ile doğrudan irtibatlı bir akımdan söz ediyoruz.

Yazar kitabına ‘Islahat Hareketleri’ adını uygun görse de daha çok ‘Selefi’ terimini kullanıyor. Commins’e göre Osmanlı Suriyesi’ndeki ıslahat hareketleri, daha geniş bir dünyaya işaret eden Selefiliğin parçası olarak değerlendirilmelidir. (s. 17) Kitap içinde bu iki terimi birbiri yerine sıklıkla kullanıyor oluşu, kavramsal bir karışıklığa yol açıyor. Yahut bu kavram tercihlerinin yerinde olmadığı söylenebilir. Selefi ekol ile ıslahat ekolü arasında 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında belirli oranda geçişkenlik olsa da bu iki ekolün sınırları, odak konuları, ayrışma zemini belirlidir. Beşinci ve altıncı bölümde irdelenen İslam algısı, alt başlıklarda da belirtildiği gibi Selefilere aittir. İslam’da bidat, sufilik, türbeler, taklit meselesi, daha çok Selefiliğin ayrışma zeminine işaret ediyor. Selef çizgisi ile ıslah akımı arasında Kur’an’a ve Sünnet’e dönüş gibi temel bir ortaklık bulunsa da önemli ayrışma noktaları da mevcuttur. Örneğin Selefiliğin vazettiği düşünsel metot, Müslüman coğrafyada zihinsel bir canlılığa, dinamik bir İslam algısına yol açmamıştır. Kur’an ve Sünnet’e bir de “Selef-i Salihin”in başvuru kaynağı olarak eklenmesi, cari dinî adetlerin büyük kısmına dinin ruhuna aykırı olduğu için değil, Peygamber döneminde mevcut olmadığı için karşı çıkılması, Müslüman muhayyilenin sorunlar zincirine yeni bir halka eklemekten öte bir işlev görmemiştir. Tipik bir örnek olarak Muhammed b. Abdulvahhab’ın hareketi söylenebilir. Osmanlı Suriyesi’nin ıslah önderlerinin önemli bir beslenme kaynağı oluşu da konunun bu bağlamdaki önemini ikrar ediyor.

Yazarın sözünü ettiği muhafazakâr tepki, Selefi faaliyetlerin yoğunlaşmasına mukabil etkinliğini artırmıştır. Günümüzde de varlığını koruyan, önemli kürsülerin, koltukların geleneksel algı sahiplerinde doldurulması durumu, söz konusu etkinliğin halkta karşılık bulması sonucunu doğurmuştur. (s. 279) Yazara göre muhafazakâr tepkinin başlıca iki sebebi var: Selefilerin, geleneksel âlimlere, vaizlere yönelik sert eleştirileri. Halka din diye anlatılanların hurafelerle dolu olması, medrese eğitiminin metin şerh ve haşiyesine dayanan ezberci karakterde olması, cari fıkhın mezhepçi kalıplarda icra edilmesi gibi eleştiriler söz konusudur. İkinci temel sebep olarak sufilere yönelik net tavır zikrediliyor. Selefilere yoğun muhalefet, bekleneceği gibi sözü edilen eleştiri oklarının yöneldiği kesimden, muhafazakârlardan gelmiştir. (s. 215)

Yazının girişinde değinildiği gibi 19. yüzyıl Osmanlı Suriyesive gündemi ile günümüz Müslüman coğrafyası ve gündemi belirli oranda aynılık içeriyor. Şam’ın o dönem etkili geleneksel âlimlerinden Salih Tunusi’nin Muhammed Abduh’u Vahhabilikle suçlaması, bugünün “Ehl-i Sünnet şövalyeleri”nin tavrını akla getiriyor. Yine Tunusi’nin Reşid Rıza’ya itiraz ederken, şefaat, kabir ziyareti, dört mezhep imamını taklit meselelerini rijit bir dille müdafaa etmesi, son dönem tartışmalarında da gündeme getirilen hususlarla benzerlik taşıyor. (s. 261)

Kur’an ve Sünnet eksenli İslam algı ve anlayışına yeniden kavuşma çabası, bir süreci ifade eder. Bu soluksuz mücadelede geçmişten bugüne kat ettiğimiz mesafeyi ve hasmane davranan kesimlerin donuk hallerini görebilmek açısından önemini koruyan bir eserle muhatap olduğumuzu söyleyebiliriz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR