1. YAZARLAR

  2. Graham Fuller

  3. Ortadoğu Gerçekliğine Dair

Ortadoğu Gerçekliğine Dair

Eylül 1991A+A-

Bu yazının sunuşu olarak sadece yazarının görevini belirtmek bile aslında yeterli olabilir: "CIA'in Milli İstihbarat Şubesi eski Başkan Yardımcısı."

Doğal olarak makale (eşyanın tabiatı gereği her zaman dünya mazlumlarının ve müslümanların zararına olan) ABD dış politikasının aksaklıklarını düzeltmek ve ABD'nin çıkarlarını koruma perspektifiyle

Yazının bütününde ortaya çıkan, genel hava; bütün emperyalist yayın tekelleri ve propaganda aygıtlarının oluşturmaya çalıştıklarının aksine zor durumda olan, geleceği belirsizlikler içinde bir ABD imajıdır. Öyle ki Amerikan dış politikası, Amerikan çıkarlarını koruyabilmek için yapmak zorunda kaldığı her hareketle biraz daha -uzun vadeli- çözümsüzlüğe gömülmektedir. Özellikle müslüman bölge halklarında genelde emperyalizme, özeldeyse bu iğrenç ve kokuşmuş düzenin en tavizsiz uygulayıcısı ABD'ye karşı oluşan biline; yazarın adeta uykularını kaçırmaktadır. Günden güne güçlenmekte olan bu bilincin her ne kadar yer yer ulusalcı özellikler taşısa da en genelde İslami kökenli olması ve hele de giderek tamamen bu yöne doğru eğilim kazanması, onlara göre bu tehlikeyi(!) daha da korkunçlaştırmaktadır.

Yazar ABD'yi; bölgedeki işbirlikçilerine daha çok rol vermesi; kurduracağı ittifakların sadece savunma ağırlıklı kısa süreli koalisyonlar olmaktan çıkıp, NATO'nun bölge temsilcilikleri (yeni Bağdat Paktları ve CENTO'lar) olacak şekilde ama sosyal ve ekonomik boyutlar da taşıyan kalıcı birliktelikler olması gereği üzerinde uyarıyor. (Bu sonuncusu kapitalizmin korkunç paragöz mantığının bir sonucudur: 1) Her şey ekonomik temele dayanmalı; 2) ABD çıkarları için oluşturulacak kurumlar bile kendi kendisini finanse edip kara dahi geçebilmeli.) Ayrıca tek merkezli dünya görüntüsünün can sıkıcılığını fark ettiğinden, arada bir değişiklik olsun diye(!) diğer emperyalist artıklarından (Avrupa ülkeleri veya artık hiç de birlik olmayan Sovyetler Birliği gibi) ya da kendi kuklası BM gibi uluslararası kuruluşlardan da yararlanmasını öneriyor.

Israrla altı çizilen bir nokta oluşturulacak güvenlik teşkilatının mutlaka bu bölgeye özgü olmasıdır. ABD'nin şimdiye değin olduğu gibi doğrudan ve açık müdahalesine şiddetle karşı çıkılıyor ve Pax Amerikana klasik manasıyla dışlanıyor. Bunun yerine Amerikan çıkarlarını, daha az riskle hem de daha iyi koruyacak uşaklara sorumluluklar yükleniyor. Bu yapının harcının ise çoğulcu demokrasi (palavrası) olması gerekiyor. Hem ABD'nin kendi tutarlılığı hem de dünya kamuoyu için en iyi çözüm bu. Bölgedeki bazı yöneticilerin yıllardır baskı altında tuttukları halklara aniden anlamsızca ve sahte lütuflarda bulunmaları, "tanklar üzerindeki Yeltsin" edebiyatları ile göz yaşartıcı bir biçimde demokrasi havariliğine soyunmaları, "şapka tartışmaları" ve en iğrenci de emperyalizmin uluslararası kollarından olan teşkilatların toplantılarında "halkı Müslüman ülkelere Batılı anlamda laik demokratik bir örnek teşkil edildiği" için "arslanlar (Batı dillerindeki karşılığı ile LEONS) gibi" gerinmelerinin sebepleri daha bir iyi anlaşılıyor. Ayrıca bu demokrasinin de mahiyeti ortaya dökülüyor.

Bütün mide bulandırıcılığına rağmen bu yazı oldukça ilginç. Çünkü her şeyden önemlisi Büyük Şeytan ABD'nin zayıflığını ve üzerimize düşen sorumlulukları hatırlatıyor:

"İnananlar Allah yolunda savaşırlar, kafirler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlarıyla savaşın; Çünkü şeytanın hilesi zayıftır." (Nisa, 76)

DÜNYA ve İSLAM

Şiddet ve savaş, son Körfez Krizi'nde Amerikan hazinesinden son derece büyük giderlere yol açarak, bir çok Amerikalı'nın hayatını riske sokarak ve Irak'ın muazzam can kaybıyla sonuçlanarak bir kez daha Orta Doğu'yu ziyaret etti.

Orta Doğuya özgü siyaset, hala çözülememiş bir yığın sorunu ve şaşırtıcı çözümleriyle dünyanın en değişken siyasetine sahne olmaya devam ediyor. Birleşik Devletler'in bölgedeki çatışmanın köklerini ve ortaya çıkan yeni düzenin ana hatlarını temelinden tekrar değerlendirmesi zorunludur. Yerel çatışmanın ve bir çok diplomatik girişimleri zayıflatarak Orta Doğu'da paranoya oluşturmaya devam eden dış müdahalenin sona erdirilmesi için yeni bir düzen gerekli olacaktır. Devamlı bir bansın sağlanabilmesi için şu üç meselenin halledilmesi gerekir: Bölgesel paranoyayı ortadan kaldırmak, Körfez'de yeni bir güvenlik düzeni oluşturmak ve bir Arap-İsrail barış planı hazırlamak.

Orta Doğu'da iyice yerleşmiş bir psikolojik etken olan paranoya, Amerikan patentli siyasi girişimleri de etkisiz kılıyor. Bu paranoya, çaresizlik içerisinde bulunan; kendilerini, kendi yazgılarının kontrolünden yoksun bırakılmış ve dış ve iç güçler tarafından zorlanmış hisseden bölge halklarının ön yargılarında kendini gösterir. Otoriter rejimler içerde baskıcı ve şiddet eğilimli olmaktayken, emperyalist müdahale dışarıdan gelmektedir. Saddam Hüseyin'in, kendini ululaştırmasına ve acımasızlığına, İran'la yapılan uzun savaşa ve Çöl Fırtınası Operasyonu'nun yığılmış ateş gücüne maruz kalan, bunun yanında yönetimde de hiç bir söz hakkı olmayan bir Iraklı kendisini nasıl hissedebilir ki? Temeli olmaksızın böylesi bir paranoya ve kızgınlık oluşabilir mi? Savaş boyunca bölgede dış güçlere karşı var olan köklü "kin" hakkındaki endişelerini dile getiren araştırmacıları, Körfez Savaşı'nın sona ermesinden itibaren küçümsemek moda haline gelmeye başladı. Çok şükür ki, bu kin -savaş boyunca- Çöl Fırtınası Operasyonu'nu tehlikeye sokacak boyutlara varmadı. Arap ve İslam dünyasının her yarara saran bu kin bir müddet sonra bölgedeki işbirlikçi rejimlerden siyasi bir bedel isteyebilir. ABD bundan sonraki Orta Doğu politikası için askeri müdahalenin doğru bir seçim olduğuna ve kendi askeri başarısının geçerli olduğuna inanıyorsa, yanlış bir mesaj veriyor.

Amerika gelecekteki politikasını belirlerken Orta Doğulu insanların maruz kaldığı iç ve dış baskıları hesaba katmak zorundadır. Öncelikle, ABD dış güçlerin kullanımını ve müdahalesini azaltmalı ve bu suretle yerel oyuncuların kendi güvenlik problemleri için sorumluluklarını daha fazla genişletmelerine izin vermelidir. İkinci olarak, bölgede demokrasiye doğru eğilim ve iç ve dış siyasetlerde kitle kararının etkinliğinin arttırılması teşvik edilmelidir. Bunlar, sadece soyut hedefler değildir. Bunlar Orta Doğu'da ABD güvenlik politikasının başarısı ya da başarısızlığı üzerinde büyük bir etkisi olan bölgesel rahatsızlıkların kaynağına işaret eder.

Orta Doğulu vatandaşın içten ve dıştan gelen keyfi baskılar karşısında kayışız tutum aldığı göz önünde tutulduğunda, Orta Doğu'da istikrarsızlığı besleyen bu durumun tasfiyesi ABD'nin çıkarları açısından elzemdir, istikrarlı ve çoğulcu bir toplumda, Saddam Hüseyin öyle bir güce ulaşamazdı. Tutarsız ve barbarca isteklerine vatandaşları ve komşuları üzerinde defalarca uygulama alanı bulamazdı.

Amerikan politikasında henüz bir hayal olan demokrasi, yakın bir zamanda bölgede tutunabilir. Kuveyt Emiri'nin Ağustos 1990'da ülkesinden kaçmasından sonra, Kuveyt'in mevcut durumuna dönmesinin imkansızlığı gayet açıktı. Emir'in eski otoritesini ve imtiyazını elde etmesi imkansızdı. Gerçekten siyasal çoğulculuk ve demokratikleşme meselesi üzerinde bir kavga, Kuveyt'i bir kargaşayla tehdit ederek başladı. Demokrasi hayaleti şimdiden tüm Körfez'e gizlice yaklaşıyor. Kuveyt'te talepler başladı. Suudi Arabistan, Kuveyt veya Irak'taki hükümetlerin en büyük iştirakçisi olarak gözüküyor ve muhtemel demokratikleşmeyi endişe içerisinde bastırmaya çalışacak. Diğer Körfez ülkeleri de aynı durumla karşı karşıya. Gerçek bir toplumsal devrime yol açacağından, Irak'taki demokrasi bölgeyi daha fazla istikrarsızlaştıracaktı. Irak'ta siyasi idareyi elinde tutan Sünnî azınlığın aleyhine, çoğunluktaki ezilen Şii halkına kurtulma imkanı verecekti. Irak'ın demokratikleşme çabaları muhtemelen uzun süreli büyük kargaşalıklar getirecektir. Şii gücün ortaya çıkışı İran'ın etkisini güçlendirecekti. Acaba bu, Amerikan politikasının Irak için demokrasi arayışına sırt çevirmesini mi gerektiriyor? Demokrasi için çatışmalar, diğer Körfez ülkelerindeki istikrarsızlığın göstergesi olacaktır. Gerçekte demokrasi, yakın zamanda bölgede taraftar toplayamaz, fakat çatışma esaslı olacaktır. Bu olaylar bölgedeki Amerikan siyasetinin ve çıkarlarının tekrar incelenmesini gerektirir.

İstikrar ve Demokrasi

Birleşik Devletler temel bir felsefik tercihle karşı karşıya: Kısa vadeli istikrarı bir noktaya toplamak ya da Orta Doğu'da eninde sonunda daha uzun süreli istikrara yol açacak demokratik değerlerin ve uygulamaların gelişimini desteklemek. Çoğulcu yapılanma ve gelişme yerine özellikle bu soğuk savaş çağından sonra, otoriter sistemin istikrarının faziletini desteklemek, demokratik Amerika için zor olacak. ABD eğer demokrasi yerine istikrarı yeğlerse, hem en temel ulusal değerlerini derinden zedeleyecek ve hem de Orta Doğulu toplumun nihai reformunu geciktirecektir. Elbette, sadece ideolojik bir pusula, özgün siyasetler için tek başına yol gösterici olamaz. Her ülkenin iç durumu, hem kendi öz değerlerini ve hem de diğer çıkarlarını kuşatan genişlikte bir çerçevede belirlenebilir. Fakat Amerika'nın daha erkenden bu demokrasi çelişkisinin farkına varması zorunludur ve savaşı kazanabilmek için, karmaşık problemleri, barış arayarak çözmesi gerekecektir.

Eğer demokrasi; ABD'nin Körfezdeki mutlakiyetçi ve kendi ülkelerindeki muhalefetin içteki reform taleplerine kayıtsız kalan müttefikleri için güvenliklerine yönelik bir sorun oluşturuyorsa, bu Amerika'nın işlerini daha da zorlaştıracaktır. Öncelikle, yerel rejimleri korumak amacıyla bölgeye konuşlandırılacak Amerikan askeri varlığı, belki de bir başka monarşik devletin desteğini sona erdirecektir. Amerika'nın bölgedeki varlığı, Körfez halkları tarafından asıl nedenleri itibara alınmaksızın Amerika'nın bir politikası olarak, kraliyet ailelerini iktidarda tutmaya çabalamak ve onları maşa olarak daha iyi kullanmak şeklinde anlaşılacaktır. Bazı bakımlardan İran'daki Şahlık yönetimine karşı Amerikan politikasının düşüşünü anımsattığı gibi, Amerika'nın durumu istenerek tehlikeye konulmuş oluyor.

İkinci olarak, Körfez Savaşı'nın galipleri arasındaki potansiyel gaddarlık Körfez Savaşı boyunca son derece keskin bir şekilde ortaya çıkmış olan "zenginler ve yoksullar" savaşını şiddetlendirmeye yüz tuttu. Hem Suudiler, hem de Kuveytliler, kriz boyunca Saddam taraftan olmalarından ya da tarafsız kalmalarından dolayı, Filistinlileri, Ürdünlüleri, Sudanlıları, Yemenlileri ve Kuzey Afrikalıları cezalandırmaya kararlı görünüyorlar. Gelecekte iki ülke arasında çatışma olasılığını artıracağı halde -bu belki de çözülememiş sınır tartışmaları ve eski sorunlar yüzünden askeri çatışma da olabilir- 750,000'den fazla Yemenli Suudi Arabistan'dan sürgün edildi.

Orta Doğu'daki yeni düzen eninde sonunda bölgesel zenginliklerin ve her ülke Arap nüfusundaki büyük çeşitliliklerin kapsamlı bir şekilde paylaşımını gerektirmektedir. Eğer, "Arap Birliği" ve "Arap kardeşliği" gibi sloganlar en azından bir anlam taşıyacaksa Arap devletleri, halklarının çeşitliliğine daha fazla açık olmak zorundadırlar. Kuveyt daha şimdiden, politik alanda hiç bir söz hakkı olmayan, ülkede hizmetçi sınıfı oluşturan, pasif, Asyalı göçmen işçileri ithal etmeye karar verdi. Asyalı iş gücü; Körfez seçkin sınıfının müslüman vicdanlarını, müslüman insanları ya da en azından Araplar'ı hiç bir hakları olmayan hizmetçiler gibi çalıştırma rahatsızlığından kurtardığından dolayı ferahlatıyor. Bir avuç kabilenin büyük petrol şirketlerine sadık kalmasına binaen, Körfez'de yeni bir sosyal düzen kurulması hususunda Kuveyt, çok kötü bir başlangıç yapmış görünüyor. Körfez'de Filistinliler'e, Ürdünlülere, Yemenlilere ve Kuzey Afrikalılara karşı uygulanan "dışlayıcı ve intikamcı" politikalar, lider bekleyen yeni bir "mahrumlar bloku"nun oluşmasına sebep oluyor.

ABD; savaşın tersine dönmesinden ve felaketlerinden dolayı ıslah olacağı, aydınlanacağı yerde; içeriye dönen, iç düşmanlardan intikam alan ve hükümdar ailelerinin güvenlik çevrelerim daha sıkı tutan, Körfez'in yeni "muzafferlerinden" kendine kolaylıkla işbirlikçiler bulabiliyor. Böylece, gelecek savaşın çarkları daha şimdiden dönmeye başlamış olabilir. Peki, Amerika bunun için mi savaşa girdi? Sadece kazananların desteği, barışı korumaya yetmeyecektir.

Eğer Orta Doğu devletleri ve bunların vatandaşları sık sık vuku bulan dış müdahalelere bir son vermek istiyorlarsa, uygulanabilir, bölgesel, güvenli bir yönetim birimi kurmada daha geniş roller üstlenmelidirler. İngiliz, Fransız ve Rus imparatorluklarının emperyalist müdahaleleri sonucu "güvenlik" kavramı bu bölgeye zorla kabul ettirildi ve daha sonra da Amerika ve İsrail'in tek taraflı faaliyetleri ile geliştirildi. Güvenlik; bölgedeki devletlerin çıkarlarıyla hiç bir tutarlı benzerlik göstermediği halde, müdahaleci güçlerin çıkarlarına göre tanımlandı. Bölge devletleri kendi güvenliklerini sağlamaya çalıştıklarında, bunu, o zaman için kendilerini tehdit eden devletler olan Nasırcı Mısır'a, Baasçı Suriye'ye, 1970'lerde Baasçı Irak'a, İslami İran'ın ve en çok da Saddam Hüseyin Irak'ına karşı bu amacın dışında hiç bir işlevi olmayan, sırf bu iş için kurdukları kısa süreli güç birlikleri (koalisyonlar) aracılığıyla sağlamaya çalıştılar.

Soğuk savaş ABD'yi, birincil olarak statükoyu muhafaza şeklinde tanımlanan 40 yıllık bir güvenlik araştırmasına şevketti. Yine Batı, bölgede, kendi güvenlik teşkilatı olan Bağdat Paktını (Irak'ın 1958'de geri çekilmesinden sonra CENTO haline dönüştü), görünüşte bölgesel güvenlik adı altında çalışırken, gerçekte potansiyel Sovyet saldırısına karşı hedef olarak kurmaya çalışmıştır. Fakat bu 1958'de Irak'ta ve 21 yıl sonra da İran'da birer iç devrimle monarşinin yıkılmasını açıklamada kontrol maşası olarak değerlendirdiler.

1945'te kurulmuş olan "Arap Birliği" etraflıca, tek bir Arap ortak güvenlik örgütüdür. Bir çeşit "Arap Birleşmiş Milletleri" kurulduğunda Birlik önemli ölçüde siyasi başarı kazandı, fakat askeri başarı çok sınırlıydı. Pan-Arabizm ideolojisi, ilerici radikal Arap devletlerine "meşruluğu" sadece kendi gündemlerindeki pan-Arap terimleriyle tanımlama imkanım tanımasıyla Birliğin çalışmalarını aksatmasına neden oldu. Yine, fikir ortaklığı/konsensüs için yapılan bitmez tükenmez tartışmalar Birliği zayıflatır. Birlik, Irak'ın Kuveyt'i işgalini kınama kararını oy çokluğu ile aldı. Amerikan kara kuvvetlerinin de erken ve tartışmalı taarruzu yüzünden, Saddam Hüseyin'i durdurmak için oluşturulmuş Arap gücüne katılmak hususunda anlaşmaya varmak mümkün olmadı. Eğer Suudi Arabistan, Amerikan yardımını istemeseydi, Arap Birliği ne yapacaktı gibi tahminlerde bulunmak çok ilginç bir şey olsa gerek.

Ufuktaki Amerika

Gelecekte kurulacak bölgesel bir güvenlik örgütü, başarılı olabilirse, asıl sorumlulukları bölge ülkelerinin kendilerine vermelidir. Bu bütün ülkeleri kapsamalıdır. Bu herhangi bir devlet tarafından tasarlanmamalı ya da herhangi bir devlete karşı yönlendiril memelidir. Bütün devletler potansiyel saldırgan ya da potansiyel kurbandır. Tecrübe gösteriyor ki, Irak ya da İran gibi eğer büyük devletler, gibi kabul edilmezse, Örgüt ancak bu devletlerin tahrip etmek isteyecekleri bir hedef olur. İran bir üye olarak, bir başka avantaj getiriyor: Herhangi bir pan-Arabizm ideolojisine doğru eğilimi dengeleyecek bir bölgesel güç. Yine, Pakistan ve Türkiye örgütün ufuklarını genişletecektir. Ayrıca, İsrail de eninde sonunda bir üye olmalıdır; fakat gerçekçi olmak gerekirse, İsrail'in üyeliği, Filistin problemine bir çözüm bulana kadar ve Arap-İsrail ilişkilerinin normalleşmesine dek beklemelidir. Sonuçta, Örgüt içinde, Suudi Arabistan ve Başkan Nixon zamanındaki İran'ın olduğu gibi özel Amerikan çıkarlarını koruyacak ülkeler olmamalıdır. Bu konumda olacak her ülke derhal Batı çıkarlarının maşası olarak algılanacaktır. Eğer Washington, burada tanımlanan, etraflı bir müşterek güvenlik kavramı gibi şeylerden kaçınır; ve bunun yerine ikili güvenlik anlaşmalarını ya da son Körfez Savaşı'ndaki galipler-mağluplar belirlenmesini esas alarak dayatacağı kısa süreli ve yalnızca savunma amaçlı zorbaca işbirlikçilerini tercih ederse; gelecek çatışmanın tohumlarını şimdiden ekmiş olacak.

ABD, Orta Doğu'da, kendisinin başrolde olduğu gelecekteki her bölgesel güvenlik biriminde, uzlaştırmacı en büyük siyasal rolü üstleniyor. Her müstakbel güvenlik biriminin, Orta Doğulu devletlere ABD'yi uzakta tutma imkanı tanıması gerekir. Amerika'nın rolü desteklenmeli, fakat ekseriyetle dışarıdan, uzaktan olmalıdır. Eğer bölgesel organizasyon yeni dişler istiyorsa, bunları Birleşmiş Milletler'den, ABD'den ya da diğer dış güçlerden talep etmelidir. Sovyetler Birliği dahi eğer dünya siyasetinde eski ideolojik yaklaşımdan uzaklaşırsa, Avrupa gibi, bölgede yararlı bir rol oynayabilmelidir. Fakat özel bir Pax Amerikana çok kısa ömürlü olacaktır.

Gerçekçi konuşmak gerekirse, bu tür yeni bir bölgesel organizasyon, belki de göründüğü gibi bütün güvenlik sorunlarını çözebilme yeterliliğine sahip olmayacak. Üyeler tek başlarına muhtemelen, dış güçlerden özel yardım aramaya devam edeceklerdir; fakat öncelikle, kendi iç işleyişlerini etraflı olarak incelemelidirler. Nihayetinde Avrupa'nın güvenliği bir gecede gelişmedi ve BM yeni evrensel durum için hala yeni roller öğreniyor. Bölge için en önemli tek öğe, Batı emperyalizminin maşaları gibi algılanan, Bata güdümlü güvenlik yaklaşımlarından tedrici olarak uzaklaşmaktır, Orta Doğu devletleri, eski sömürgenin mirasını yıkmak, yeni ve daha akılcı bir güvenlik düzeninden yararlanacaklardır. Yine de, bir münakaşalı meselenin ele alınması için bölgedeki devletlerin Amerika'nın diplomatik yardımına ihtiyaçları olacak: Arap-İsrail çatışması.

Bush tarafından Körfez Savaşı'nın şiddeti önceden tahmin edilemeyen bir Saddam Hüseyin karşıtı güç birliği ile birleştirildi. Ve bu sorunun çözümündeki sürat Arap-İsrail sorununa bir çözüm bulma noktasında Başkan Bush'u olağanüstü bir konuma getirdi. Son yirmi yılda gerçekleşen her anlaşmaya göre bugünkü daha etraflıca ve gerçekçi olabilir. Bu uzun vadeli gayenin gerçekleşmesi iki ülkeye bağlıdır: Suriye ve İsrail.

Her zaman ilk makul hamleyi yapan Suriye'dir. Uzun zamandır radikal Arap dünyasının liderliğini üstlenen Hafız Esad şimdi de kendi stratejik yönelimini değiştirme arzusu içinde. Esad, yeniden kurulmaya çalışılan düzende yapıcı bir rol alma şansını yitirmeyi göze alamaz. Çünkü son aylarda taktik olmaktan da öte eşi görülmemiş uzlaşma çağrıları yaptı. Halbuki şimdiye kadar Kudüs'te, Batı'nın ve BM'nin toprak için uzun vadeli barış formüllerini kesinlikle reddetmeyi aklına koyan böyle uzlaşmaz bir rejim görülmemişti.

Bir antlaşma için diplomatik bir yol kuşkusuz uzun ve zor olacak; fakat bu imkansız değildir. Verimsiz çabalar yerini, kesin sonuç olan tabii bir barış anlaşmasına giden adımlara terk etmelidir. Bush için gerekli olan şey, anlaşmaya giden yollan veya anlaşmanın şeklini saptamak değil, özetlenen sonuca ulaşmaktır. Nihai bir anlaşmanın sürekli olarak geçerliliğini koruması için iki temel öğeyi içermesi gerekir: İsrail ile çevresindeki Arap devletleri arasında tam ve gerçek bir barış ve Gazze ve Batı Şeria'yı kapsayan bir Filistin Devleti'nin kurulması, İsrail Arap devletlerinden en ufak bir yerleşim bölgesi isteyememeli ve yine aynı şekilde Arap devletleri de İsrail'den toprak talep etmemelidirler. İki tarafın da temel ihtiyaçlarını içermeyen tüm öneriler ölü doğmuş ve Körfez zaferiyle elde edilen tüm fırsatlar yitirilmiş olur.

ABD siyaseti şu an iki husustan birini tercih etme noktasında, yol ayrımında bulunuyor: Ya halihazırdaki çıkarları uğruna mevcut düzenin korunması ya da Orta Doğu sorununun gerçek nedenlerini ve karakterini ortaya koyarak oluşturulacak geniş çaplı bir siyasi değişimin tercih edilmesi. İkinci tercih yalnız mevcut saldırgan üzerinde yoğunlaşmakla kalmayıp, uzun vadede bölgedeki düzeni ve onu karmaşık hale getirip çözümünü zorlaştıran sebepleri de inceleyebilecektir. Ama hangi yol seçilirse seçilsin, gelecekte Orta Doğu'da çıkacak bir savaşta mutlaka Amerikan kanı akacaktır.

Çev.; Hüseyin Ceyhan

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR