1. YAZARLAR

  2. Ahmet Kalkan

  3. Önce Altyapı ve Ortak İnanç Şart

Önce Altyapı ve Ortak İnanç Şart

Ağustos 2008A+A-

“Kur’an Nesli Platformu Oluşturulabilir mi?” Bu soruya gönül istiyor ki, hemen “tabii, elbette; hem de acilen oluşturulmalı, ben de her türlü fedakârlığa hazır bir adayım” diye cevap vereyim. Kur’an talebesi olmaya çalışan birinin farklı hisler beklemesi düşünülemez. Ama akıl diyor ki: “Hayır, bunun için gerekli olan hiçbir ortam yok. Gerçekçi olmak, ayağı yere basan tarzda, realist şekilde cevap vermek gerekiyor.” Ve akıl galip geliyor.

Hastalığın teşhisi doğru: Bireysel, toplumsal ve siyasal tüm problemlerin temelinde Kur’an’dan uzaklaşma yatıyor. Tedavinin de doğru olması gerekiyor. Bu hastalığın, yüzlerce senedir bünyeyi mahvettiği gibi, tedavi edecek doktorlara da ne oranda bulaştığı sorusu akla geliyor. Bu sorunu tespit edip çözüm getirmeye çalışan yaklaşımlar, yanlış bir yöntemle ortaya çıkarsa, sorunun daha da derinleşme ihtimali hesaba katılmalıdır. Usulsüzlük vusulsüzlüktür; usulde yapılan hatalar içeriği de, tedaviyi de etkisiz hale getirir.

İdealler, istekler ayrı şey; gerçekçi olmak ve ayağı yere basan çalışmaları hedef almak ayrı şeydir. Batılılaşma ile başlatılıp 28 Şubat’la birlikte zirveye tırmandırılan İslâm’a ve muvahhid mü’minlere karşı tek taraflı psikolojik savaş, en büyük darbeyi, ayağı yere basmayan ve kuru heyecana dayanan slogancı söylemlere sahip gençlere ve zaten içinde çok sayıda problemleri olan cemaatlere indirdi.

İstikrarlı, kalıcı ve kolektif bir bilincin oluşması için, sabit değer ve ilkelerin var olması gerekir. Kur’an platformu gibi çok ciddi bir oluşum için kesinlikle bir disiplinin ve sabit mutlak ilkelerin platforma üye olacak tüm şahıslarca kabulü icap eder. Kur’an Nesli Platformu, ancak ortak tevhid ve Kur’an bilincine sahip şuurlu muvahhidler eliyle oluşturulabilir. Kur’an’ı hayata geçirme gibi endişeleri olmayan tüm politikacıların sık sık tekrarladıkları bir slogan var ya, hani: “Allah bir, Peygamber bir, Kur’an bir…” Hayır, bin kez hayır! Bırakın toplumu, politikacıların ve hatta hocaların inandıkları Allah aynı Allah değil, Peygamber aynı Peygamber değil, Kur’an aynı Kur’an değil. Herkesin farklı bir Kur’an anlayışı var. Kur’an’ı anlama konusunda günümüzdeki Müslüman bireylerin ve cemaatlerin çok ciddi usul farklılığının olmadığını maalesef iddia edemiyoruz. Açıkça ifade etmek gerekirse, devletin ve tüm kurumlarının (Kur’an’ın uyulması gereken tek hak kitap olmasıyla ilgili) kitapsız olduğu, eğitim kurumlarının hemen hiçbirinde vahyin en küçük çapta referans kabul edilmediği bir ortamda, önder rolünü üstlenenlerin Kur’an’a çağrı yapmadıkları da bir vakıadır. Kur’an’a davet edeceklerin de Kur’an anlayışları birbiriyle uzlaşamayacak kadar farklı ise, öncelikle platforma katılacak etkin şahsiyetlerin sahih bir Kur’an anlayışı oluşturamadığı müddetçe böyle bir platformdan bahsetmek, hikmetsiz bir çaba olacaktır. Kur’an anlayışı konusunda birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan o kadar farklı anlayış ve anlayışsızlık var ki... Başlıklar halinde bir kısmını saymaya çalışayım:

  • Kur’an’ın tek kaynak mı, yoksa temel ve birinci kaynak mı olduğu,
  • Kur’an’ın herkesçe mi yoksa salt birilerince mi anlaşılabileceği konusu
  • Muhkem ve müteşâbih konusu, müteşâbihlere anlam verilip verilemeyeceği meselesi, Kur’an’da mecazın olup olmadığı, varsa hangi ifadelerin mecaz kapsamında değerlendirilip nasıl anlam verileceği; te’vilin ne anlama geldiği ve hangi kavramların hangi şekilde te’vil edilebileceği,
  • Hadis-i kudsî konusu, vahyin metluv ve gayrı metluv şekilde ayrılıp ayrılamayacağı, Kur’an’ı nüzul sırasına göre mi yoksa Mushaf tertibine göre mi anlamak ve ders olarak işlemek gerektiği,
  •  Tasavvufî, işarî ve bâtınî yorumların; mesela Said Nursi’nin eserlerinin tefsir kabul edilip edilemeyeceği,
  •  Eski tefsirlerin önemli bir kısmında hemen her sayfada görülebilecek kadar çok yer alan İsrailiyat’ın nasıl algılanacağı,
  •  Hangi tefsir ve hangi müfessirlerin ve ne oranda kabul edilip ne oranda kendilerine itiraz edilebileceği,
  • Kur’an’la Akaid ilişkisi, başka bir deyişle Kur’an dışı inanç esaslarıyla Kur’an hükümleri arasındaki engellerin nasıl aşılacağı, (“Kur’an Akaidi”, “İslâm Akaidi” anlayışının olmaması. Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, bir akaid ilkesinin Kur’an’la sağlamasının yapılmaması. İmanın artıp eksilmesi, nebî-rasul ayrımı, hangi peygambere kaç suhuf verildiği, hayrihî ve şerrihî minAllah örneklerinde olduğu gibi. )
  • Hâlâ bazı kesimlerce savunulan Kur’an’da on dokuz mucizesi(!), Said Nursi’nin Risalelerinde ve bazı yeni yetme gençlerde görülen Kur’an’a ebcedci, cifirci ve şifreci yaklaşım, gaybdan haber verme dehası(!), daha doğrusu küstahlığı,
  •  Hadis rivayetleri ve özellikle Kütüb-i Sitte’deki hadislerle Kur’an arasında çelişki olduğunda nasıl bir yöntem takip edileceği,
  • Mealcilikle yetinmenin doğru olup olmadığı ve Kur’an’ı anlamak için Arapça, tefsir ve usul bilgisine ihtiyaç bulunup bulunmadığı,
  •  Kur’an’a modernist yaklaşımın ve özellikle tarihselciliğin değerlendirilmesi,
  • Kur’an’da anlatılan Peygamber mucizelerinin aklîleştirilmesi ya da akılla izah edilmeye çalışılmasının doğru olup olmadığı,
  • Modern bilimler ışığında yapılan “bilimsel Kur’an tefsiri”nin ne oranda kabulü,
  • Kur’an’dan yola çıkarak (veya Kur’an’ı önemsemeyerek) oluşturulan farklı siyaset, devlet ve tâğut anlayışları,
  • Kur’an’ın ölülerin arkasından, sevabını ölülere bağışlamak üzere okunup okunamayacağı, 
  • Kur’an sure ve ayetlerinin hangi hastalıklara deva olduğu, Kur’an ayetleriyle muska ve üfürük, (gülmek gerekir; çünkü hâlâ nice mollaya aksini ispatta zorlanırsınız) Kur’an âyetleriyle kayıp bulma ve gaybı bilme iddiası, Kur’an sayfalarıyla fal tutulması anlayışı,  
  • Kur’an’da kaç ayetin olduğunu merak edip Kur’an surelerindeki ayet sayılarından tespit etmek için beş dakikalık bir araştırma gereği bile duymayarak meşhur 6666 sayısını taklitle dillendirecek kadar araştırma ruhundan uzak ve geleneğin yanlışlarına körü körüne bağlılık...

Kader konusunda tarihteki ifrat ve tefriti savunan mezhepler örneğinde olduğu gibi, Kur’an’a parçacı yaklaşım hâlâ önemli bir problem olmaya devam etmektedir. Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığını önemsememek, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğunu değerlendir(e)memek sözkonusudur.

Eski müfessir ve âlimlerin Kur’an’a ters düşen görüşlerinin bile eleştirilememesi, “onların vardır bir bildiği” denilmesi, sözlerinin doğru anlaşılamadığı, sözlerinin gerekirse te’vil edilmesi, ama mutlaka tasdik edilmesi, şerh edilmesi; fakat Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaması nice ilim erbabınca hâla uyulan ve uyulması savunulan bir ilke kabul edilmektedir.

Hiçbir muvahhid müslümanın kabul etmemesi gereken ve ancak şirkle bağlantısı olan tasavvufî bazı kavramları savunan ve Kur’an’a bu tahrif edilmiş kavramlarla bakan anlayış: Vahdet-i Vücud, Fena fillâh ve “Ene’l-Hak” gibi sapık görüşler, tevhide tümüyle zıt şahsiyetler, tasarruf, istimdâd (medet umma), evliya, yatır, gavs, kutup, üçler, dörtler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takva tanımı, İslâm’ın siyaset anlayışını terk edip tâğutlara ve küfür rejimlerine rıza, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmemesi gibi anlayış(sızlık)lar... İşte bunların tümü de yukarıda madde halinde özetlenen konularla aynı oranda ciddi sapmalara yol açan problemlerdir. Yine, Kur’an’a ters şefaat, vesile, veli, keramet, bid’at zikir ve rabıta anlayışlarıyla Kur’an’a nasıl doğru bakılabileceği cevaplanması gereken önemli bir sorudur. Çünkü bu ülkede tasavvufun yukarıdaki ilkeleri, hâlâ eleştirilmesi ve değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği bazı çevrelerce ısrarla dayatılan Atatürk ilkeleri mesabesindedir ve savunulan mantık aynı mantıktır. Çünkü tasavvuf, nice âlim kabul edilen şahısların şu veya bu oranda nass gibi kabullendiği, zihniyetini içselleştirdiği ve onun şirkle ilgili yönlerini bile eleştirmeye cesaret edemedikleri bir alandır. Bu düşünceye sahip kimselerin Kur’an anlayışlarının nasıl olacağı da değerlendirilmelidir.

Tarihsel süreç içinde Kur’an kavramlarının çoğunun içinin boşaltıldığına ve başka şeylerle doldurulduğuna şahit oluyoruz: Tevhid, şirk, tâğut, (İlmini dünya karşılığı satan Kitap yüklü eşeğe benzetilen kötü âlimler için -Kur’an’da geçmemesine rağmen- bu şekilde kavramlaştırılan) Bel’am gibi sayıları çoğaltılabilecek Kur’an kavramlarının anlamının unutturulduğu ve güncel hayatla bağlantısının koparıldığı bir vakıadır. Yine zikir, ibadet, imam, nefis, zulüm gibi kavramların anlamının daraltıldığını, yanlış veya eksik anlaşıldığını görüyoruz. Cihad, vesile, dua, şefaat, veli-evliya, halife gibi kavramların tahrif edilip saptırıldığını müşahede ediyoruz. Bu ihanet derecesindeki çarpık kabullerin tarihte kaldığını, günümüzde en azından âlim ve kanaat önderi geçinenlerin bu saplantı ve yanlışlardan kurtulduğunu iddia etmek çok zor... Bu şahısların, tahrif ettikleri Kur’an kavramları çerçevesinde Kur’an’a ne oranda doğru yaklaşabilecekleri sorgulanmalıdır.

Evet, günümüzde Kur’an konusundaki farklı anlayışların çoğunun tarihten miras alındığı gibi, günümüze kadar uzanmayan, tarihte kalmış özel tartışmalar da olmuştu: “Kur’an mahlûk mudur, değil midir?” örneğinde olduğu gibi.

Yine, günümüzde de hâlâ görülen Kur’an ayetlerini birbirleriyle çarpıştırıp Kur’an bütünlüğünü önemsememenin uç noktası olarak, mızraklarının ucuna Kur’an sayfalarını saplayıp Kur’an’ı kendi çıkarlarına âlet ve hizmet ettiren ilk nesil Müslümanlarına da tarih şahitlik yapmıştı. 

Geleneksel problemler yanında, modern yaklaşımlar ve özellikle devletçi, düzenci, ulusçu, ılıman İslâm(!) anlayışını hâkim kılmak isteyen zihniyetin Kur’an’a bakışıyla, muvahhid mü’minlerin bakışı arasında uzlaşması mümkün olmayan uçurumların olduğu unutulmamalıdır.

Artık hemen her Müslüman ve cemaat, “Kitap ve Sünnet” kavramlarını öne çıkarıyor. Kimse “biz Kur’an ölçülerini kabul etmiyoruz” demediği gibi, tam tersine hep bir ağızdan “Kur’an’da birleşelim” gibi sloganlara sahip çıkıyor veya en azından bu söyleme itirazda bulunmuyor. Ama iş bu kavramların içinin doldurulmasına gelince; orada Müslüman sayısı kadar, en azından cemaat sayısı kadar farklı anlayışlar kendini gösteriyor. Hatta Kur’an anlayışından ve usul tartışmalarından önce, Müslümanların ve cemaatlerin “tevhid” anlayışlarında bir birlik ve bütünlüğün olmadığını hatırlamak gerekiyor. Bazılarına göre tevhid öyle tanımlanmaktadır ki, kolay kolay hiç kimse bu tanımlamaya göre mü’min ve muvahhid sayılmamaktadır. Bazılarınca da öyle değerlendirilmektedir ki, “ben Müslümanım” deme zahmetine nasılsa katlanan her çeşit İslâm düşmanı bile Müslüman ve kardeş kabul edilebilmekte, kendilerine hoşgörüyle bakılması istenmektedir. Cebinde kimlik veya para taşıyanı tâğutun yandaşı kabul eden anlayışla, tâğut denilince cinlerden olan şeytandan başka bir şeyin kabul edilemeyeceği anlayışına kadar, tevhide ters bin bir türlü tevhid anlayışı… Bu tevhid anlayış(sızlık)larının sonucu olarak haksız tekfir ve haksız teslim (Müslüman kabul etme)... Böyle genel boyutta akîdevî bir sürtüşmenin toplumsal afet tarzında yaşandığı ortamda sağlıklı bir Kur’an anlayışı ve usul birliğinin mevcudiyeti düşünülebilir mi?  

Unutmayalım; hâlâ halk ve hatta nice hocalar arasında Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu inancı hâkim durumda. Nice Müslüman ve nice hoca geçinen insana Kur’an denilince sadece sevaba girmek için anlamına hiç önem vermeden okumakla yetindikleri ve bu şekilde hatim etmekle övündükleri güzel sesli hafızların kıraati akıllarına gelmekte; Kur’an’ın anlamsız bir dua metni olmaktan başka hayatî bir fonksiyonu olmadığı kabul edilmekte.   

Bu verilerden yola çıktığımızda zorunlu olarak kabul etmek gerekir ki: Usul ve anlayış birlikteliğine ulaşamayan cemaat ve kanaat önderlerinin, yazar ve ulemanın topluma sahih bir Kur’an bilinci vermeleri, hatta bu konuda bir araya gelmeleri, öne düşmeleri bile imkân dışıdır. 

 “Kur’an Nesli Platformu Oluşturulabilir mi?” sorusu, bütün bu problemler ışığında ele alınmalıdır. Yukarıdaki sorulara sağlıklı cevaplar, sorunlara doğru çözümler sunulmadan bu işe kalkışmak, ileride sağlıklı gelişmelere de engel olabilecek ve sonu başarısızlıkla bitmesi mukadder olan yanlış bir adım olur. Bu sorunlar dikkate alınmadan aceleyle oluşturulacak platform girişimi, sadece bir deneme olarak tarihe geçmeyecek, aynı zamanda daha bilinçli ve daha tedbirli girişimlerin önünü tıkama ihtimali de büyük olan bir teşebbüs olarak değerlendirilmelidir.

Niyetlerin sahih olması, istenen şeyin meşru ve güzel olması, meseleleri halletmemektedir. Böyle ciddi bir işi sulandırmanın, tartışmalara boğmanın vebali düşünülmelidir. Erken doğumlara zorlanmanın zararı büyüktür. Fıtratta, tabiatta, Kur’an’da, yani okunması gereken tüm İlâhî kitaplarda tedricîlik denilen bir aşama kanunu vardır; her şey bir sürece göre işlemektedir. Bu konuda da tedricîlik, kesinlikle uyulması gereken esastır.  

Yukarıda saydığımız ciddi problemler söz konusu olduğuna göre, bu konuyu gündemimizden çıkaralım mı? Bence büyük harflerle HAYIR!  

Şu aşamada halka açılması, “Namaz Platformu” benzeri yoğun programlarla şehir şehir dolaşılarak halkın karşısına bir platform olarak çıkılabilmesinin şartları bana göre kesinlikle yoktur. Ama bu şartların oluşturulması, şuurlu muvahhid önderlerin en önemli görevlerindendir. Takınılması gereken tavır; bu ideal için hazırlık yapmak, adım adım bu süreci başlatmaktır. Öncelikle ilkeli bir birliktelik veya hiç olmazsa temel esaslarda aynı düşünen ortak bir anlayış oluşturulmalıdır. Tevhid ve Kur’an anlayışı konusunda müslüman kanaat önderleri birbirleriyle görüş alışverişinde bulunmalı, ortak anlayışları çoğaltmaya çalışmalıdır. Tabii, bunun için önce birbirlerini yeterince tanımalı, birbirlerine güvenmeli, hassas konuları rahat tartışabilecekleri sıcak ve uygun zeminler oluşturabilmelidirler.    

Yine de, bazı etkinliklerle halkın Kur’an’ı hayata geçirme mesajını kabule ne kadar müsait ve konuyla ne oranda ilgilendiği test edilmelidir. Özellikle genç cemaat halkalarının ciddi katılımlarının bekleneceği, ama tümden halka hitap etmeyen ve kitleyi, büyük sayıları hedeflemeyen bazı etkinlikler düzenlenmelidir. Bu konuda Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin nice eleştirilecek yönleri yanında, olumlu bazı faydalarından yola çıkılabilir. O hafta gibi bir hafta ilan edilebilir. Meselâ Kadir Gecesi olarak değerlendirilen, ama tam olarak hangi gece olduğu bilinemeyen zaman dilimleri, yani Ramazan ayının son on günü “Kur’an Haftası” ilan edilebilir. Bu günlerde yoğun ve yaygın programlarla “Kur’an’ı doğru anlamak ve hayata geçirmek” konuları işlenebilir.

Daha önce denenmiş vahdet çabalarının ve şûrâ girişimlerinin olumsuzlukla sonuçlanmasının sebepleri irdelenmeli, oluşturulmuş “Savaşa Hayır Platformu”, “Namaz Platformu” gibi platformların yaptıkları ve yapamadıkları masaya yatırılmalıdır. Yine, Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri, yanlışlıkları ve olumlu taraflarıyla tecrübe hanemize yerleştirilmelidir. Bu tür, ama daha ciddi ve daha sağlıklı etkinlikleri düzenlemek için platform kabul edilemeyecek, ama onun hazırlığı ve denemesi şeklinde (kesinlikle iddiasız tarzda oluşacak) ve çok sayıda katılım beklenmeden cemaatler ve önder şahıslar arasında küçük çaplı işbirliği ve organizeler yapılmalıdır. İşbirliği yapacak cemaat ve konuşmacıların öncelikle tevhid ve Kur’an anlayışlarının (teferruatta değilse bile) temelde aynı olmaları kesinlikle şarttır. Bu konunun öneminin ve ciddiyetinin farkında olan ve işbirliği, elbirliği yapabilecek mutlaka birkaç cemaat ve ağzı laf yapan, eli kalem tutan etkin şahıslar çıkacaktır. Çok karamsar, çok kuralcı veya çok mükemmeliyetçi olmanın, her konuda yüzde yüz aynı usulü benimseme şartının bir anlamı, pratik bir değeri yok. Bu tür altyapısı sağlam organize ve yardımlaşmanın, işbirliğinin yarınlarda oluşabilecek Kur’an Nesli Platformuna olduğu gibi, günümüzdeki Kur’an Nesli adaylarına da umut vereceği, gayrete getireceği ciddi çalışmalara, plan ve programlara zemin hazırlayacağı da değerlendirilmelidir.

Bazı mevziî eğitim çalışmalarıyla yetinen bireysel ve küçük çaplı cemaatlerin mevcut olmasına rağmen, vahyin şahitliğini yapacak, İlâhî mesajı nebevi usullerle tüm topluma iletecek ve hakla batıl saflarını ayrıştıracak Kur’an neslinin oluşturulmasının zaruretini hiçbir mü’min inkâr edemez. Bu oluşum, ancak çok ciddi organizesi olan, bütünleştirici bir irtibata ihtiyaç duyar. Bundan da önemlisi, bu oluşum için bir araya gelecek yetkin kişilerin Kur’an ve tevhid anlayışı konusunda akîdevî ve usûlî birlikteliğinin, yani aynîleşmelerinin gereğidir. Bu, olmazsa olmaz önemdedir. Bunun için de dinler arası değil; öncelikle dindarlar arası diyalogun başlatılması gerekmektedir.

Diyalogu, vahdeti, ortak faaliyetleri engelleyen ya da kesintiye uğratan en önemli etken, ahlâkî zaaflardır. Güven zaafı, kardeşlik hukuku bilincine ve ihtilâf ahlâkına sahip olamama, iletişim kusurları, dinleme ve anlama zaafı, ben-merkezcilik, liderlik tutkusu, dünyevîleşmenin getirdiği tembellik ve ihmalkârlık gibi zaaflara çözümler bulunmalıdır. Elbette; gündem oluşturan, topluma çıkış yolu sunan örnek bir Kur’an nesli mutlaka oluşturulmalıdır. Şartlar oluştuğunda böyle bir oluşuma destek vermeyen herhangi bir önder şahsiyetin vebali çok büyük olacak, kendinden başkasını suçlu göstermesi ve başka şeylerden şikâyet etmesi, kendini aldatması demek olacaktır. Yine bana göre ideal anlamda ve adı konulmuş şekilde “üst bir istişârî şûra”nın da şartları kesinlikle oluşmuş değildir. Fakat buna zemin hazırlayacak ve ilkeli bazı kararlar almaya gidecek toplantılar, bir araya gelmeler düzenli şekilde yerine getirilmeli, bunu organize edip irtibatı sağlayacak sivil, adı yıpranmamış, bağlantısız şahıslar öne çık(arıl)malıdır.

Doğru bir konum tespiti yapmak zorundayız. Sahih bir Kur’an anlayışına ve bu doğrultuda Kur’an nesline ihtiyacı, toplumun hissettiğini ve bu doğrultuda çözüm beklediğini söylemek, aşırı iyimserlik olacaktır. Hastalığının ne olduğunu bilemeyen, hatta hasta olduğunun farkında olmayan halkın, tedavi olmasını ve doğru çözümlere koşacağını beklemek safdillik olur. Aşamaların hakkını vermeden, acelecilik içinde kitleselleşmeye geçmek, son asırlardaki tüm dünyada mevcut büyük hareketlerin tekrarlayageldiği en büyük yanlışlardan biridir. Bununla birlikte hedeflerimiz, ideallerimiz hep canlı kalmalı. Her türlü büyük oluşum ve netice bir zamanlar sadece istek ve ideal idi. Yine toplumu analiz ettiğimizde ortaya çıkar ki kendini İslâm’a nispet eden halk kitlesi, karşısında farklı farklı cemaat temsilcilerinden oluşan ve aynı hedefi gösteren, birbirlerine çatmayıp tam tersine destek olan güçlü ve kaliteli seslere kulak vermeye daha duyarlıdır. Ve böyle bir donanımla çıkıldığında belirli mesafeler alınabilir.

Unutmayalım; “Malâ yüdrekü küllühû, lâ yütrekü küllühû”yani, bir şeyin tümüne sahip olunamıyorsa, tümü birden terk edilmez/edilmemelidir.” Yani, erişilebilecek, güç yetirilen kısmı yerine getirilmelidir. Topluma tek reçetenin Kur’an olduğu mesajını verip Kur’an’ı her yönüyle ve her şeye hâkim kılma gayreti göstermenin gerekliliği üzerinde muvahhid mü’minlerin bir itirazı olamaz. Kur’an’ı ihya etmeye çalışmadan ihya olmak, dirilmek de mümkün değildir. İlk olarak iddiasız şekilde (platform gibi adlar koymadan) ve kitleyi hedeflemeden Kur’an haftaları düzenlemeyi ve bu tecrübeden yola çıkarak platform oluşturmak için uzun soluklu ve büyük fedâkârlıklar isteyen çabalara başlamayı öneren; bunun için tevhid ve Kur’an anlayışı konusunda ortak (veya çok yakın) düşünen ve bu mesaja katılan önderlere çağrı yapmış olayım: Haydi göreve!     

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR