1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Neye, Niçin ve Nasıl İtiraz Etmeliyiz?

Neye, Niçin ve Nasıl İtiraz Etmeliyiz?

Mart 2017A+A-

Haksöz yayınlandığı ilk günden beri ‘şahitlik’ kavramını önemseyen, bunun Kur’an’ın iman edenlere yüklediği en temel vazife, ertelenemez bir sorumluluk olduğunu ısrarla vurgulayan bir yaklaşımı benimsedi ve gündemleştirmeye çalıştı. Rabbimizin lütfu ve yardımıyla, sadece kavramsal düzeyde önem atfetmenin ötesinde, elinden geldiğince de şahitlik sorumluluğunu hayata taşıma, pratiğe aksettirme gayreti içerisinde oldu. Rabbimiz bizlere ve tüm kardeşlerimize şahitlik sıfatına yakışır ameller nasip etsin, topluca üstlenmemiz gereken bu sorumluluğu hayatın her alanına gereğince taşıma yolunda basiretimizi ve kuvvetimizi artırsın!

Şahitlik geniş bir sorumluluk alanına tekabül ediyor. Nefes aldığımız müddetçe ve hatta ölümümüzle dahi hakka, hakikate şahitlikle, vahye şahitlikle sorumluyuz. Etrafımızda, yaşadığımız beldede ve tüm yeryüzünde yaşanan gelişmeleri, şahit olduklarımızı boş gözlerle seyredemeyeceğimizi, mutlaka hakkın yanında ve hayra davet bağlamında sözümüzü söylemekle, tavır almakla mükellef olduğumuzu biliyoruz. Bize gücümüzün üzerinde yük yüklemediğini buyuran Rabbimiz sonuçtan mesul olmadığımızı, illa da arzulanan neticeyi elde etmek zorunda olmadığımızı ama mutlaka adil şahitlik vazifemizi yapıp yapmadığımızın hesabını vereceğimizi bildirmiştir.

Peki, adil şahitlik sorumluluğu muhatap olduğumuz gelişmelere dair ne tür tavırlar almamızı gerektiriyor? Yeryüzünde hakkın ve adaletin hâkim kılınması, marufun emredilmesi ve münkerden nehyedilmesi doğrultusunda çaba sarf etmekle görevli olan müminler yaşanan kimi hadiseler karşısında ne yapmalılar, olan bitene dair ne tür tavır almalılar?

Mevcut iktidarın gerek dâhili gerekse harici zeminde mazlumlardan, mustezaflardan yana yaptıklarını, zulme karşı haktan yana icraatlarını, özgürlük alanını genişleten adımlarını hep destekledik. Halen de bu doğrultuda atılan adımları, örneğin en son gündeme gelen başörtüsünün TSK’nın tüm birimlerinde serbest kılınması türünden kararları gönülden destekliyoruz, bu zalimane dayatmayı her yerde sonlandırdığı için kendilerine teşekkür ediyoruz. Bununla birlikte yanlışları, yanlış gördüğümüz icraatlarını ise eleştiriyor, görmezden gelmiyoruz. Ve bazılarının zannettiğinin aksine, “Aman düşmanlarımızın işine yarar, birilerine malzeme olur!” kaygısıyla aşikâr hale gelmiş yanlışların üzerini örtmenin değil, bilakis düzeltilmesi umuduyla gündeme taşınmasının daha hayırlı olduğuna inanıyoruz.

Hiç şüphesiz Müslümanların maslahatına yönelik tavırlar hususunda dikkatli hareket etmekle mükellef olduğumuzun farkındayız. Ve bu yüzden de sözümüzü, hareketlerimizi her zaman tartmak, zalimlere, İslam düşmanlarına yaramaması için özenli davranmak zorundayız. Yani rastgele, sonuçlarını gözetmeden, kime ne fayda vereceğini düşünmeden tavırlar sergileyemeyiz. Bilakis siyasi sorumluluk bilinciyle hareket etmeliyiz. Bununla birlikte her durumda hakkı söylemekten, zulme, nifaka tavır almaktan da imtina etmemeliyiz. Adaletin yaygınlaşması için adımlarımızı adil şahitlik bilinciyle atmalıyız. Çünkü sahih bir kimlik ve salih bir toplum inşası ancak bu tür çabalarla gerçekleşebilir.

Marufu Emretmekle ve Münkerden Nehyetmekle Vazifeliyiz!

Allahu Teâlâ iman edenlere, iman iddiasında bulunanlara açık, net bir vazife yüklüyor. Âl-i İmran Suresinin 104. ayetinde bizleri, “sizden bir topluluk bulunsun” emriyle topluca, hep birlikte, bir cemaat, ümmet bilinciyle yerine getirilmesi gereken bir sorumluluğa çağırıyor.

Bu topluluğun ifa etmesi gerekenler ayetin devamında sıralanıyor: Hayra çağırmak, marufu emretmek ve münkerden nehyetmek! Ayetin sonunda da kurtuluşa erenlerin ancak bunlar olduğu beyan edilerek felahın, felaha erişmenin yolunun hayra davetten, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaktan geçtiği netleştiriliyor. 

Surenin 110. ayetinde de aynı vurgunun tekrar edildiğini görüyoruz: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz…”

Şimdi hayırlı ümmet olmanın vasıflarının, şartlarının tekrar altını çizelim: İman etmek, marufu emr ve münkerden nehy! Ve buradan kalkarak kendimizi sürekli murakabeye tabi tutalım. Yapıp ettiklerimizin ya da yapmadıklarımızın mahiyeti üzerinde düşünelim. Ve her vesileyle neyin mücadelesini verdiğimizi, neyi tartıştığımızı, niçin tartıştığımızı hep soralım! Eğer hayra çağırmaksa amacımız; söylemimiz de eylemimiz de bu temel üzerine oturmalı; tarzımız ve tavrımız bunu yansıtmalıdır. Ve bundan hiçbir şekilde geri çekilmemeli, vazgeçmemeliyiz. Niçin? Çünkü hayırlı bir ümmet olmayı hedefliyor, felaha erişenlerden, muflihundan olmayı arzuluyoruz!

Bu hedef samimiyetle, fedakârlıkla ve cesaretle tebliğ ve davet çabası içinde olmayı ve davetçi olmayı bir kimlik, bir hayat tarzı haline dönüştürmeyi gerektirir. Mutlaka sözümüz ile pratiğimizin uyumunu zorunlu kılar. Tutarlılık içinde Rabbimizin emirlerini merkeze alan, yasaklarından kaçınan bir tutumu ilke edinmeyi gerektirir.

Biliyoruz ki Rabbimizin emrettiklerinden biri kardeşliğin takviyesi, adaletin yaygınlaştırılması, mazlumlara, mağdurlara sahip çıkılmasıdır. Yine haksızlığa, adaletsizliğe karşı çıkılması, ifsada, tuğyana, fahşaya ve zulme boyun eğilmemesidir. Kim yaparsa yapsın ve kime yapılırsa yapılsın zulme karşı hakkın, adaletin yanında tavır almak müminin şiarıdır.

Maide Suresinin 79. ayeti “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” ifadesiyle açıkça bunun bir toplumsal sorumluluk olduğunu belirtir. İnsanların münkerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmamalarının ne kadar büyük bir kötülük olduğunu hatırlatır.

İslam Düşmanlarına Koz mu Veriyoruz?

Her zaman olduğu gibi yine kritik bir dönemden geçiyoruz. Bu süreçte yetki ve gücü ellerinde bulunduranlar bazı yanlış icraatlara imza atıyorlar. Bunlara karşı itirazımızı seslendirdiğimizde “Acaba pusuda bekleyen İslam düşmanlarının işini mi kolaylaştırıyoruz?” şeklinde içimizde bazı tereddütler oluşuyor. Zaman zaman “Acaba eleştirilerimizi örtük olarak mı yapmalıyız?” ya da “Eleştirilerimizin dozunu düşürmeli miyiz?” gibi tartışmalar, sorular da gelişiyor.

Bu endişelerin hepsi tartışılabilir şeylerdir elbette ama görmezden gelemeyeceğimiz husus şudur ki eğer gözümüz önünde cereyan eden ve vicdanımızda sızıya yol açan birtakım icraatlar söz konusuysa bunları görmezden gelemeyiz, şu veya bu gerekçeyle örtemez ya da savunamayız.

Biliyoruz ki her türlü zalimane uygulamanın, haksızlığın yapanların zihninde birtakım gerekçeleri vardır. Yapanı haklı gösteren birtakım sebepler her zaman mevcuttur. Ama biz buradan bakamayız, hadiseleri kaba saba bir tartıyla değil, vicdanımızın hassas terazisinde tartmalıyız mutlaka.

Karşı karşıya olduğumuz durumlarla ilgili olarak açık yüreklilikle bakalım, ne hissediyoruz? Olan biten, şahit olduklarımız normal, sıradan, görmezden gelinebilecek şeyler mi? Bu konuyla ilgili şöyle bir ölçü söz konusu olabilir: Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde yer alan bir hadiste Resulullah’tan (s) şöyle rivayet edilmiştir: “Fetvayı kalbine sor! İyilik, vicdanın tasvip edip kalbin mutmain olduğu şeydir. Günah ise vicdanda sıkıntı ve tereddüt hâsıl eden şeydir. Her ne kadar insanlar sana fetva verseler ve tasvip etseler bile bu böyledir.”

Eleştiride, tavır almada nasıl bir yol yöntem izlenmeli, nasıl davranılmalıdır? Hangi noktalar öne çıkartılmalıdır? Burada şunu düşünmek, şöyle bir ölçüyle hareket etmek makul ve geliştirici olabilir: Maruz kalınan uygulamalara biz uğramış olsaydık, nasıl tepki verirdik, kimden ne yapmasını, nasıl tepki vermesini isterdik?

Yine kimilerince bu tür durumlarda dillendirilen “Tamam dile getirelim ama bunu biraz kısık bir sesle ve keskin olmayan bir tarzda yapalım!” önerilerinin de gerçekçi olmadığı görülmelidir. İktidar sahipleri hiçbir şekilde eleştirilmek, rahatsız edilmek istemiyorlar. Yumuşak tarzda uyarıları ise neredeyse hiç kâle almıyorlar. Bu yüzden vahim sonuçlar doğuran icraatlarla ilgili olarak düşük doz eleştiri getirmenin pratikte pek bir yararının olmadığı görülmüştür. Bu gerçeğe rağmen hâlâ bunda ısrar etmek boşa kürek çekmektir.

Ayrıca haklı ve adil eleştirilerimizden başkalarının da yararlanacak olması tek başına bir imtina gerekçesi olmamalıdır. Bunun önüne geçmek için adaletten taviz vermek kabul edilemez. Bu husustan şikâyet edenler, bunun Müslümanların maslahatına aykırı olduğunu düşünenler evvelemirde yanlış icraatlara imza atanları vazgeçirmeye çalışmalıdırlar ki düşmanların eline bu tür malzemeler geçmesin!

“İçinden geçtiğimiz kritik dönemde” diye başlayan kaygılarla itiraz etme, uyarma sorumluluğunu hiç olmazsa ‘geçici olarak’ hasıraltı etme tavsiyesinde bulunanlar yanlış karar ve icraatların dönemi çok daha kritik bir hale büründürdüğünü görmek zorundadırlar. İslami camia dâhilinde sıkça dillendirilen bu yaklaşımın ne ölçüde haklı ve tutarlı sayılabileceğini geçmişte yaşanmış somut bir olay üzerinden değerlendirelim.

2003 yılının 1 Mart’ında ve öncesinde takındığımız tavır hatırlardadır. Benzeri eleştiriler o zaman da gündeme geliyordu. Amerikan emperyalizmi ile işgal temelinde bir ittifakı ve Müslümanları öldürmeyi meşru gören kafa yapısı bizleri farklı ideolojik kesimlerle emperyalist savaşa karşı eylem birlikteliği yaptığımız için eleştiriyor, İslami kadroların iktidarını zayıflatmaya yönelik bir projenin parçası olmakla itham ediyordu. Oysa o gün ortaya konan itirazlar haklı ve tutarlıydı, iktidar kayığına binip tezkereyi savunanların tutumu ise yanlıştı.

Samimi duygularla bu tartışmaların ümmetin maslahatına zarar vereceği, düşmanların elini güçlendireceği endişesi taşıyanları anlıyor ve yaklaşımlarını paylaşmamakla beraber kaygılarına saygı da duyuyoruz. Ama bir tür var ki, iktidarı her şeyiyle savunmayı adeta meslek edinmiş, hayrına da şerrine de ortaklığı benimsemiş sanki! Böyle şey olmaz! Haksızlığa, zulme karşı çıkmayı dostlara çelme takmak olarak gören, “şimdi sırası değil” mantığıyla tehdit olarak algılayan yaklaşım tarzının ancak yanlışın kökleşmesine yol açacağı kesindir.  

Neden şöyle düşünmüyoruz: Yanlış yapanı ikaz etmezsek, beklemeyle, ertelemeyle, yumuşak bir üslupla bunu sağlayamadığımızda sert bir şekilde uyarı sorumluluğunu üstlenmezsek bırakalım mağdura karşı sorumluluğumuzu yerine getirmemeyi, yanlış yapanı içimizden biri kabul ettiğimiz durumlarda, bizzat ona karşı da kötülük yapmış olmaz mıyız? Uyarmak, gerektiğinde sarsmayı gerektirmez mi? Öyleyse bundan niye uzak duracağız? Ahirette “Biz farkında değildik, kimse de bizi uyarmadı, bu uyarmayanlar da suçumuza ortak oldular.” demelerini görmek için mi?

Oysa Hz. Ömer’e atfedilen şu söz hepimizin durması gereken yeri de yapmamız gereken işi de ne güzel özetliyor: “Gerektiğinde hakkı söylemezseniz sizde hayır yoktur; siz söyler de biz kabul etmezsek bizde hayır yoktur.”

Haksızlık ve Zulüm Görmezden Gelinebilir mi?

Ortada inkârı ya da gizlenmesi mümkün olmayan bir gerçek var: 15 Temmuz sonrası süreçte hukuk devleti vasfıyla bağdaşmayan birtakım uygulamaların yoğunlaştığı gözlemleniyor. Olağanüstü bir süreçten geçildiği gerekçesiyle iktidarın başvurduğu kimi ‘tedbirler’ devleti giderek daha otoriter ve baskıcı bir görüntüye büründürüyor. Ve bu manzara ödenen ağır bedellere rağmen 15 Temmuz gecesi duyduğumuz sevinç ve gururu giderek küçültüp adeta aşındırıyor.

Tarihî bir hakikattir ki burası bir darbeler, sıkıyönetimler, olağanüstü haller ülkesi! Mevcut iktidarsa bu kötü geleneğe son verme iddiasıyla işbaşına gelmiş ve gerçekten de bu zeminde çok önemli adımlar atmış, ciddi kazanımlar sağlamış bir iktidar. İşkencenin önlenmesinden bürokratik tahakkümün zayıflatılmasına, devletin klasik tutumu haline gelmiş keyfilik ve yasakçılığın tasfiyesine kadar pek çok alanda sağlanan gelişmelerle mevcut kadroların işbaşında olduğu bu süreçte devlette köklü bir rota değişikliğine imza atıldığı biliniyor. Ne var ki bilhassa 15 Temmuz darbe girişimi ile birlikte adeta türbülansa girilmişçesine bir manzara var karşımızda ve yapılan edilenler adeta eski devlet alışkanlıklarının tekerrür ettiğinin işaretlerini vermekte.

Öncesinde kısa süreli geçici bir tedbir olarak algılanmasına rağmen, giderek kalıcılaşma sinyalleri veren ‘olağanüstü hal’ olgusu farklı alanlarda etkisini hissettiriyor. Bunun getirdiği kimi ‘imkânlar’ neticesinde şüpheli görülen insanlara, toplum kesimlerine karşı gözaltına almak, tutuklamak, işten atmak, mal varlığına el koymak vb. uygulamalar alabildiğine sıradanlaşmış bir vaziyette. Delilsiz, savunmasız, yargılamasız mahkûmiyet ve mağduriyetler adeta yağıyor!  

Ve maalesef İslami camia içinde dahi, bir yandan rahatsızlıkların giderek daha fazla gün yüzüne çıkmasına ve artan tepkilere rağmen, halen bu hukuksuzlukları görmezden gelme, hatta yer yer meşrulaştırma eğilimi ağır basıyor. Ne acıdır ki bizzat kendi yakın çevresinde, aile fertleri veya arkadaşları arasında bu tür mağduriyetlerle doğrudan karşılaşmayan, bizzat kendisi bu tür sıkıntılar yaşamayan bazı insanların tavrı çok şedit, acımasız ve de umursamaz olabiliyor.

Zulmü Zalimleşmeden Bertaraf Etmek Gerekmiyor mu?

15 Temmuz’da Gülenci çetenin icra ettiği zulüm ve vahşet, sonrasında karşılaşılan pek çok yanlışın, haksızlığın mazereti gibi sunulabiliyor. Erdoğan’a güven ve bağlılık kimi kesimlerde açık, net bir şekilde ‘devletçi’ tavırlara dönüşmüş durumda. Sisteme karşı hep mesafeli durmuş kimi İslami çevreler arasında dahi tam bir merkeze çekilme hadisesine, tam bir özdeşleşme görüntüsüne şahit olabiliyoruz. Öyle ki garip bir maslahat mantığıyla açık haksızlık ve usulsüzlükler dahi sıradan, basit ve meşru görülebiliyor, çeşitli zorlamalara başvurarak tevil edilmeye çalışılıyor. Netlikle itiraz edilmesi, karşı çıkılması gereken, hiçbir şekilde savunulamayacak eylemler karşısında dahi, sessiz kalınması öğütlenebiliyor. Neden? Desteklediğimiz aktörlerin elleri zayıflamasın diye!  

Oysa bizim inandığımız ilkeler bize hiçbir şekilde haksızlıkları örtme, tuğyanı kabartacak yaklaşımlara göz yumma izni vermiyor. Bilakis kim yaparsa yapsın, kim olursa olsun zulme ve zalime tavır almayı emrediyor. Rabbimiz bizleri en yakınlarımız aleyhine de olsa adaletten ayrılmamakla uyarıyor! Nisa Suresi 135. ayetinde şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun…”

Birtakım gerekçeler, mazeretler ileri sürerek yanlışa arka çıkmak, vicdanen izahında zorlandığımız bir şeyi birtakım tezler geliştirterek rasyonalize etmeye çalışmak, aklımızla mazur görmeye ve göstermeye kalkışmak adalet duygumuzun törpülenmesi sonucunu doğurur ve ilerleyen süreçte bizi kendimize yabancılaştırır. Kıyas edelim ve düşünelim: İran’ın, Hizbullah’ın icra ettiği sapkınlıklar karşısında onlarla beraber zulüm çukuruna doluşanların yanlışları, adeta bataklığa sürüklenmeleri tam da bu zaaflı tutumun bir neticesi değil miydi? Birtakım maslahatlar uğruna ilkelerden vazgeçmenin, sevdiklerini kollamak uğruna yanlışlara dahi kefil olmaya kalkmanın kimleri nasıl felakete sürüklediğini görmedik mi? Aynı zaaflı, hastalıklı tutumu tekrar etmek de neyin nesi?

Hiç kuşkusuz eleştirirken, itiraz ederken de ölçülü davranacağız. Asla ölçüsüz olmayacağız; kazanımlarımızı görmezden gelmeyeceğiz; Müminlere duydukları öfkeleri ağızlarından taşan ve kalplerinde ise çok daha büyük bir kin barındıran düşmanlarımızın kimler olduğunu hiçbir şartta unutmayacak ve onları sevindirmemek için çok dikkatli de olacağız! Ama her halükarda haktan, adaletten yana tavır almaktan da vazgeçmeyecek, gerektiğinde zülfüyâra dokunmaktan kaçınmayacağız!

Nasıl dokunmayalım ki! Önümüzdeki manzara görmezden gelinebilecek bir şey midir?

Bunca Yanlışa Ses Çıkarmayalım mı?

Darbecilerle mücadele adı altında hiç durmadan gözaltı operasyonları sürdürülüyor. Gayet tartışmalı, şaibeli kriterler geliştirilerek insanlar bölük bölük zindanlara tıkılıyor. 15 Temmuz darbe eylemiyle hiçbir irtibatları olmadığı halde çaycıdan esnafa, hemşireden öğretmene kadar binlerce insan suçlanıyor, hatta pek çok insanla ilgili olarak ailevi yakınlık durumu dahi aleyhte delil olarak değerlendiriliyor. Listeler oluşturulup hiçbir somut belge, bilgi ortaya konmaksızın binlerce insanın işine gece yarısı kararnameleriyle son veriliyor. Ve tüm bunlar yapılırken ne hikmetse siyaset zemininde Gülen yapılanmasının büyümesinin mimarlarına, bu yapının hortum gibi her şeyi yutar hale gelmesinin asıl sorumlularına ise hiç ilişilmiyor.

On yıllarca Kemalist oligarşinin hukuku hiçe sayan icraatlarını, kendisine karşı olan toplum kesimlerini düşmanlaştırıp sindirmeye, imha etmeye yönelik yaklaşımlarını lanetleyen, mahkûm eden bizler şimdi bize yakın gözüktükleri için benzeri tutumları sergileyenlerin yapıp ettiklerini görmezden gelebilir miyiz? Bu açık bir çifte standartlılık, tutarsızlık, daha ötesi vicdansızlık olmaz mı?

Ya şu manzaraya ne demeli: Yanı başımızda kardeşlerimiz mütemadiyen katlediliyor. Esed’i, İran’ı, Rusya’sı yetmedi; şimdi ABD de ‘teröristleri vuruyoruz’ bahanesiyle mücahidlere karşı sistematik katliamlar gerçekleştiriyor ve ne büyük zillettir ki bu operasyonlar Türkiye toprakları ve hava sahası kullanılarak icra ediliyor. Suriye direnişinin öncü isimlerinin, âlimlerinin, mücahidlerin sistematik biçimde katledilmesine yönelik bu eylemler yüreğimizi sızlatmalı değil mi? 

Astana’daki toplantıda Rusya ve İran ile mutabakata varıldığı gibi, Amerikalı yetkililerle de her görüşmede büyük bir iştihayla ‘teröre karşı ortak hareket’ vurgusu yapılıyor. Suriye’de “zalim Esed’in hükümranlığını sona erdirme” perspektifi giderek ‘terörle mücadele’ adı altında muhalif grupların hedef tahtasına oturtulmasına dönüşme yolunda. Kaygılanmamız gerekmez mi?

Fırat Kalkanı harekâtı artık Rusya ile koordineli bir tarzda yürütülüyor. O Rusya ki daha yakın bir süre önce Halep’te yaşanan vahşetin faili ve halen de İdlib’den Şam’a, Der’a’dan Hama’ya kadar aralıksız katliamlarını sürdürmekte. Öyle ki Rusya ile ilişkileri koruma uğruna Türkiye vurulan askerlerini dahi dert etmeyen bir tavır sergiliyor. Bu zillete razı olmak zorunda mıyız?  

IŞİD tehdidine karşı tedbir babında gerçekleştirilen operasyonlarda sadece yabancı oldukları ve ikamet belgeleri bulunmadığı için sayısız insan gözaltına alınıyor. Birçoğu İslami kimliklerinden ötürü baskı gördükleri ülkelerden kaçıp buraya sığınmış bu muhacirler aileleriyle birlikte kaçtıkları ülkelere iade edilme tehlikesine maruz bırakılıyorlar. Mazlum kardeşlerimizin zalimlere teslim edilmemek için adeta yalvaran, merhamet dileyen görüntülerinin bizleri düşündürmesi, hüzünlendirmesi gerekmiyor mu? Yoksa bu tür sıkıntıları terör tehdidine karşı devletin tedbir alma hakkı kapsamında mazur görülmesi gereken şeyler olarak mı görmeliyiz?

Ya zindanlarda unutulmuşluğa terk edilmiş kardeşlerimizin hali? Ergenekonculara, Balyozculara gelince sökün eden komplo, kumpas tartışmalarının, dört dörtlük bir kumpas olan 28 Şubat zulmünün mağdurları için bir türlü kuvveden fiile geçmemesi, geçirilmemesi karşısında susmalı ve bizler de devletlû zevat gibi “şimdi sırası değil, ortam biraz müsait hale gelsin” mazeretinin ardına mı saklanmalıyız?

Ve kendilerine cömertçe bahşedilmiş imkânlarla birtakım köşelere yerleşmiş, bir yerlere konmuş, bir şeyler kapmış, tam manasıyla asalak karakterli birilerinin üstlendikleri ‘iktidarın sözcülüğü’ makamından herkese çamur atmakla meşgul olduklarını görüyoruz. Hiçbir bedel ödememiş, sadece konjonktürü kollayıp birtakım menfaatlere çöreklenmiş bu tiplerin hırçın, saldırgan ve de samimiyetsiz bir tarzda sözcülüğe soyunmasının yol açtığı çirkin görüntüyü yukarının inisiyatifinin dışında, kendi kendilerine gelin güvey olan birkaç işgüzarın işi olarak görmek akıl kârı mıdır?

Yanlışlara Karşı Çıkmakla Mükellefiz, Ortak Olmakla Değil!

Tüm bunlar ve benzeri hatalar, yanlışlar, çarpıklıklar görmezden gelinebilecek şeyler cümlesinden addedilemez! Ve bir şeylerin yanlış gittiğini görenlerin şahit oldukları karşısında görmezden, duymazdan gelmeleri yakışık almaz. Hakkı söylemekten imtina etmek söz konusu olamaz. Kimin rahatsız kimin memnun olması hesabı yapılmalıdır elbette ama önce Rabbimizin rızası merkeze alınmalı ve buna göre tavır belirlenmelidir. Ve her durumda müstakim, açık sözlü, izzetli bir tavır sürdürme gayreti içinde olunmalıdır. 

İslami camianın eleştiren, sorgulayan bir tutum geliştirmesi gerek adaletin yaygınlaştırılması gerekse de kimliksel tutarlılık ve temizlik açısından elzemdir. Mütemadiyen kirli, yoz yaklaşımların yaygınlaştırıldığı gerçeğine göz kapamamak gerekiyor. Bu yozlaşma olgusunun en somut ve kamuoyu nezdinde doğrudan yansıdığı alanlardan biri medya.

Ne yazık ki ‘mahallemiz’de kötü bir gazetecilik alabildiğine yaygınlaşmış halde. Gerçeğin araştırılması, ortaya konulması, gerçeğin esas alınması gibi kaygılar es geçilmeye, buna karşın tetikçilik, ihbarcılık, iftiracılık ise meşru görülmeye başlanmış gibi. Bu çürüme sadece mesleki alana has bir sorun olarak görülemez. Toplumun ruh sağlığı açısından da çok tehlikeli bir durum oluşturuyor ve ahlaki zaviyeden tipik bir çürümüşlüğe işaret ediyor. Bu yönüyle gerçekten kötü, tehlikeli ve oldukça da can sıkıcı bir durum söz konusu.

Birileri rahatsızlık mı veriyor, aykırı sorular mı soruyor, anında ‘fahri hükümet komiserleri’ devreye giriyor ve insafsızca, ahlaksızca ellerine damgayı alıp basıyorlar. Geçtiğimiz ay bu çevrelerce Haksöz ve Özgür-Der’e yönelik yürütülen kampanya bu kafa yapısının iftira atmakta hiçbir sınır tanımadığının göstergesi gibiydi. Hatırlayalım, “Olsa olsa PKK’lı ya da FETÖ’cüdürler!” buyuruyorlardı! Bu tezvirat tutmayınca da bu kez IŞİD damgasını yapıştırıyorlardı. O da olmazsa başka birtakım örgütlerin sayılmaya devam edileceği kesin! Aslında bu noktada ‘üst akıl’, ‘vatan savunması’, ‘işgal operasyonu’ vb. söylemlerin ülke çapında ne tür bir atmosfere yol açtığını, haysiyetsiz, çapsız birtakım tiplere ne tür malzemeler sağladığını iyi tahlil etmek lazım. Ve bizler hakkında rahatlıkla bu iftiraları yöneltebilenlerin kendilerini savunma imkânına sahip olmayan başkaları hakkında sarf ettikleri sözlerin tümüne temkinli yaklaşmak gerektiği de ayriyeten görülmeli!

İfsada İtiraz Yolunun Kapatılması Çürümeyi Kaçınılmaz Kılar!

Bu hal hem düşünsel hem de ahlaki açıdan tam bir seviyesizlik! Beter olansa bunun daha köklü bir hastalığa işaret etmesi, daha doğrusu daha derinlere uzanan bir olumsuzluğun, kötülüğün tezahürü olması. Yani özetlemek gerekirse, bu tavrı ilkesizliğin, ölçüsüzlüğün gelişmesine bağlı olarak iktidara yaranma telaşıyla her türlü kirliliğe, olumsuzluğa meyletme halinin bir yansıması olarak görmek mümkün! 

İktidara yakın durmak, onu her koşulda desteklemek, güç sahiplerinin onayını almak adına abartmaktan haksız yere suçlamaya, yalan söylemekten iftiraya kadar pek çok şey bu cenahta mubah addediliyor. Bunu yapanların, bu tavır içinde olanların kalite, kapasite, emek derdi yok. Abartılı övgüler yağdırmak, amigovari savunmalara girişmek de muhalif, rakip ya da düşman görülenlere karşı alabildiğine keskinleşmek, iftira etmek de aynı şekilde normal kabul ediliyor.

Mamafih bu edep düşkünü, zayıf karakterli tipleri sorunun merkezi olarak görmemek gerekiyor. Bunları bir kenara koyup, asıl bu tipleri bu kadar öne, vitrine çıkaran ortama odaklanmak lazım! Medyadan üniversiteye, sivil toplumdan siyasete, bürokrasiye kadar her alanda değişik boyutlarda karşımıza çıkan bu olgu elbette farklı birtakım etkenler yanında açıktır ki en temelde iktidarın mütehakkim tavrından kaynaklanıyor. İktidarın aykırı seslere karşı artan tahammülsüzlüğü bu durumu besliyor, belirginleştiriyor. Ve kaçınılmaz olarak aykırı seslerin sustuğu, susturulduğu ortamlarda amigolar ürüyor, dalkavukluk, evet efendimcilik gelişiyor. Oysa bu halin nasıl bir musibet olduğu bellidir. Buhari’nin Ebu Hureyre’den rivayetle aktardığı bir hadiste Nebi (s) şöyle buyurmuştur: “İş ehil olmayana verildiğinde kıyameti bekle!”

Özetle şu veya bu gazeteciden, şu veya bu siyasi şahsiyetten öte iktidarın yaklaşımını, izlediği politikaları dikkate almak, bu kirli ve zararlı zemini ortaya çıkaran tutumlara odaklanmak durumundayız.

İlkeli olmak adaletten yana tavır almayı gerektirir. Her durumda bunu yapacağız. Ve davet sorumluluğu aynı zamanda üslubumuzun güzel, kazanıcı ve samimi olmasını da şart koşar. Buna da mutlaka özen göstermeye çalışacağız. Hakkı söylemeyi, adaletten yana olmayı sürdürmek, emrolunduğumuz gibi müstakim olmak zorundayız.

Düşüncelerimiz de amellerimiz de Rabbimizi, sadece Rabbimizi razı etmeye yönelik olmalı. İnsanların rızası elbette kötü bir şey değildir, bilakis arzu ederiz. Ama bu ancak Rabbimizin rızasına muvafık ise bizim için anlamlıdır. Yok, eğer O’nun rızası hilafına elde edilen ya da edilebilecek bir şey ise biz ondan, o da bizden uzak olsun demek durumundayız! Çünkü biliyoruz ki Rabbimizin rızası hilafına elde edilen her şey nihai kertede sadece hüsrandır, ateştir!

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR