1. YAZARLAR

  2. Şefik Sevim

  3. Müslümanlar ve Geç Kalmışlık Sendromu

Müslümanlar ve Geç Kalmışlık Sendromu

Haziran 2012A+A-

Öncelikle Müslümanların belli alanlarda geç kalmışlık sorununun olduğunu kabullenmek gerekir. Bu gibi arızi durumların her mücadele, çaba ve oluşumda bulunması muhtemeldir. Her kesim için de bu sorun muhtemeldir. Önemli olan bunun basiretle okunup hikmetli çabalarla çözüme yönelik arayışlara vesile kılınmasıdır. Bir fert veya sosyal grubun kendi gerçeğini görüp okuyabilmesi ve samimiyetle bir fıkıh üretebilmesi, gelişimi ve sorumlulukları ifa açısından hayati bir inceliktir. Bu çerçevede Müslümanların yakın tarih açısından tasavvur noktasında bir tıkanıklık yaşadıkları kabul edilmelidir.

Eleştiri ve özeleştirinin samimiyet ve hikmetle yapıldığında hayır getireceği, önümüzü açıcı bir imkân ve disiplin oluşturacağı kabul edilmelidir. Yalnız eleştiri ve özeleştiri gayri samimi bir arka plan barındırıyorsa bu girişim hayırdan çok zarara yol açacaktır. Bu zararın en başta var olan çabaların bereketini buharlaştırması muhtemeldir. Müslümanlarla ilgili yapılan değerlendirmeler geçmişin sağlıklı bir değerlendirmesine yönelip bugünümüz ve yarınımızın fıkhını oluşturma endişesini taşıyorsa karşı çıkmak düşünülemez. Fakat önümüzü tıkayıcı, var olan emek ve çabaların bereketine halel getirici bir tarza dönüşüyorsa, kısır döngüye mahkûm edici bir işaret veriyorsa buna da müsaade edilmemesi gerekir.

Düşünce ve eylem ufkunu her anlamda daraltan genellemeci bir eleştiri anlayışının yanlış olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bazı alanlarda eksiklerimizin olması, tabiatıyla İslami uyanış sürecinin gelişim aşamalarıyla irtibatlandırılmalıdır. Başka çevrelerin de bizim eksik bıraktığımız alanlarda yoğunlaşmaları onların da başka alanları merkeze almalarındandır. Doğal olarak Müslümanların dışındaki başka çevrelerin de daha farklı hayati alanları ihmal ettikleri bir gerçektir. Müslümanların merhamete, infaka, ahlaki değerlere getirdikleri açılım, yozlaşmaya karşı gösterdikleri hassasiyet, yerel ve evrensel düzeyde sosyal yardımlaşmada aldıkları mesafe diğer ideolojik çevrelerle kıyaslanmayacak kadar ileri düzeydedir. Zaten her gücün veya işleyişin bütün sorunlara aynı düzeyde yaklaşması mümkün değildir.

Hayata yön vermede etkili olan sanat, edebiyat, müzik, sinema, tiyatro, spor gibi alanlarda Müslümanlar bunların cevazını tartışırken başka çevreler bu alanlarda oldukça iyi bir düzey yakalamışlardır. Cevaz bulma noktasında gereken perspektifin olgunlaştığı günümüzde de yetkin eleman ve kadro sıkıntısıyla yüzleştiğimiz bir gerçektir.

Tespit ve değerlendirmelerimizin her zaman eleştiriye açık değerlendirmeler olduğunu belirtmeliyiz. Bu hassasiyet, birbirimizi tamamlamaya, hakikati yakalamaya matuf hayırlı çabalar olarak görülmeli. Gerçeğimizle de yüzleşmemiz gerekir: Hepimiz dışımızdakilerle “aynı zeminde” buluşma riskinden hareketle hayati gündemleri ıskalama hakkımız olmadığı gibi her gündem ve gelişmeyle ilgili kendi özgünlüğümüze halel getirici bir pozisyonda sorun içine dalmaya da hakkımız yoktur.

Müslümanların bu konuda yaptıkları veya yapabilecekleri hikmetli ve yerinde bir eleştirinin en asgari düzeydeki kazanımı, yapabileceklerimize dair, daima sıcak bir gündem oluşturmak, sorumluluklar geliştirmesi bakımından da önemsenmelidir. Müslüman olmamız hasebiyle bazen de duygusal davranarak ve daima ideal bir çerçeveyi hedefleyerek hayatın her alanına, maksimum düzeyde, müdahil olma gereğine inanma ve bunu gerçekleştirme hedefinin payı da yadsınamaz.

Bu yaklaşım kendi içerisinde samimi ve iyi niyeti mündemic bir yaklaşımdır. Fakat gerek hayatın gerçekliği, gerek sorumluluklarımızın sınırları, gerekse de güç ve imkânlarımızın gerçekliği ekseninde vakii durumumuzu okumamız bir zorunluluktur. Olması gereken de budur. Bu bakımdan ideallerimizle hayat gerçekliğimizin örtüşmesi de gözden kaçırılmamalıdır. Bu anlamda imkânlarımızla yapabileceklerimizin muhasebesini yapmak zorundayız. Allah’ın bize verdiği imkânlarla yaptıklarımız denk midir, değil midir? Önemli olan böylesi bir muhasebedir.

Gündemlerimiz bugün soyut, teorik, masa başında, bedeli olmayan, hayata dokunmayan, bir tarzda mı şekilleniyor yoksa kendi gerçeğimizi, fıkhımızı okumaya yönelik saha çalışmalarının bir neticesinde mi şekilleniyor? Daha da ötesi bugün gündemlerimiz bir ihtiyaca bağlı olarak mı oluşuyor, yoksa ihtiyaç halinde sunulup bize mi dayatılıyor?

Bu sorular şartlarımız ve gerçekliğimize bağlı olarak hiçbir açılımın yapılmaması gerektiği şeklinde anlaşılmamalıdır.

Öncelikle İslam’ın hayatın bütün alanlara dair bir tasavvurunun geliştirilmesi gerekir. Çünkü İslam önce tasavvuru, sonra aklı, daha sonra şahsiyeti, en sonunda da hayatı inşa etmeyi hedefler. Ama ne yazık ki bu tasavvur inşası talihsiz inkıtalar/kırılmalar yaşamıştır.

Cumhuriyet sonrası kurucu iradenin baskıcı süreçlerine bağlı olarak gelişen politikaların İslami çabalar üzerindeki olumsuz etkisi erken dönemde sağlıklı bir İslami tasavvur ve perspektifin olgunlaşmasını engellemiştir. Bu engellemeler Müslüman tabanın milliyetçi-muhafazakâr bir zemine kaymasına neden olmuştur. Bu netice Müslümanların sisteme karşı güçlü muhalif bir geleneği oluşturmada engele dönüşmüştür. Menderes’le başlayıp 80’lerin ortalarına kadar İslami kesimin kahir ekseriyetinin devletçi/muhafazakâr hassasiyeti bir gerçeklik olarak inkâr edilemez. Komünizmle mücadele dernekleri, Mehmet Şevket Eygi’nin temsil ettiği misyon gibi saikler işçi hakları, Kürt sorunu gibi konularda Müslümanları arzulanan düzeyin gerisinde bırakmıştır. 1960’larda sol bedel ödeme aşamasındayken Müslümanlar kendilerini muhafaza etme sürecindeydiler.

Eleştiri/İddia Sahiplerinin Kimliği

Bu sorunu konuşurken nerede durduğumuz çok önemlidir. Muradımız nedir? Gerçekten İslami mücadelenin kendi zaaf ve eksikliklerini görüp daha mütekâmil bir çizgiyi yakalama endişesi mi yoksa kendini Müslümanlardan ayrıştırarak yeni rotalar belirlemeye yönelik duruşunu meşrulaştırıcı bir pozisyon merkezli mi? Bir anlamda farklı bir hesabın neticesi mi bu yaklaşımlar? Bu bağlamda eleştirilerin adreslerini iki ana kategoride ele alabiliriz:

a) Müslüman Çevreler:

Müslümanlar, öncelikle kendi sorunlarını gündemleştirmelerinde kullanacakları dil, zemin ve süreci iyi tahlil etmelidirler. Müslümanların kendi sorunlarını fazlaca deşifre etmesi, mahremiyetlerini korumamaları başlı başına usuli bir sorundur.

Ama bir zafiyeti gündeme getirirken gösterdiğimiz yaklaşım tarzı söz konusu gündemi olması gerektiği bir mecradan başka bir mecraya sürüklüyorsa burada Müslümanların durup düşünmesi gerekir. Kendi içimizde bu sorunları konuşmamız, anlamlandırmamız olması gereken bir usuldür. Müslümanlara yönelik birçok alanda “geç kaldık” eleştirisi eğer Müslüman çevrelerden geliyorsa, bu aynı zamanda onların da bu sorumlulukta paylarının olduğunu gösterir. Bu durumda sorumluluğun altına girmeleri gerektiğini de bilmeleri gerekir. Sadece eleştirme, taşın altına elini koymama, tüm bu sorumlulukların ihalesinin başkalarında görülmesi anlayışı sıkça karşılaştığımız hastalıklı bir yaklaşımdır.

Bazı alanlarda geç kalınmışlık ile ilgili bizden kaynaklanan alanlar olduğu gibi, dışımızdaki etkenlerin olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Birincisine zihni alt yapımızın cevaz vermemesi, ikincisine tarihsel faktörleri neden olarak gösterebiliriz.

Her bir alana gösterilen kısmi duyarsızlıkların arka planında o alanla ilgili söz konusu olan iticilik boyutunun etkili olduğu göz ardı edilemez. Söz gelimi Müslümanların işçi sınıfının varlığını görmezden gelmeleri “anti-komünizm hastalığı” ile bağlantılı sayılabilecek bir ilettir.

b) Müslüman Çevrenin Dışındakiler:

Müslüman camianın dışında başta Kürt sorunu olmak üzere insan hakları, kurumsallaşma vb. konularla ilgili yapılan eleştirilerin belki de en incitici olanı Müslüman camialarda büyüyüp, tabir yerindeyse ekmekleriyle/emekleriyle birçok disiplin ve imkânı yakalayan kimi eski İslamcıların, nankör bir edayla, Müslüman camiayı yumuşak karnından vurma kurnazlığıdır.

Eleştirilerin arka planında son dönemlerde gelişen liberal algı ve liberal dalganın birçok değer ve dinamikleri buharlaştırması gerçeğinin Kürt sorunu algımızda da kendisini hissettirdiği bir gerçektir. Liberal düşüncenin hakikat algımızı bozacağı, ideallerimizi anlamsızlaştıracağı ve motivasyon kaybına neden olacağı son 10 yıllık tecrübelerle de kendini göstermiştir.

Müslümanların Belli Alanlarda -Kısmen- Geç Kalmalarının Nedenleri:

1-İslami uyanışla beraber yapılan usuli hatalar, ilkesel kararların içtihadi bir zenginlik olarak görülmeyip akidevileştirilmesi. Hassasiyet ifade eden İslami terminolojinin hikmetsiz bir şekilde cedel ortamına dökülmesi ve birbirimizi yıpratmamıza neden olması:

Bazı İslami kesimlerin hemen her durum değerlendirmesini akidevi-itikadi kesin hükümlere bağlama veya olay ve davranışları her zaman siyah-beyaz görme yaklaşımı birçok alanda tıkanıklığı tetiklemiştir. En samimi endişelerle dernek veya vakıf açmayı bile akidevi anlamda problemli gören yaklaşımların bugün bile nispi de olsa varlığını hissettirmesi bunun en bariz örneğidir.

İslami mücadele ve sorumlulukları ifada, tevhid-şirk söyleminin açılımında yer yer ön plana çıkan “Cahiliyenin ürettiği sorunlara biz mi çözüm bulacağız?” türü yaklaşımların birçok alanda Müslümanca tepkimizi, hassasiyetimizi ve bunlara bağlı projelerimizi pasif bir zemine yönelttiği bir gerçektir.

Özellikle sosyal yaşam ve gelişmelerle ilgili dinin hassas kavramları üzerinde geliştirilen içtihadi yaklaşımlara tahammülsüzlüğümüz ve kendi yaklaşımlarımızdan ördüğümüz ilkesel hassasiyetlerimiz kendimizi tek doğru kabul etme tarzımız bizi yer yer kör bir cedelleşmeye götürebilmektedir. Bu durum da doğal olarak daha cesur, daha üretken açılımlara ve alanlara yönelik projeleri geliştirmeye engel bir duruma dönüşebilmektedir.

2-Dışarıdan Beslenme:

Kendimize özgü bir işleyişin olmaması. Tevhidi önceleyen Müslümanların kahır ekseriyetinin Ortadoğu’daki İslami gelişme, yapı ve öncülerin eserlerinden beslendikleri için o coğrafyanın fıkhını da esas alma gibi bir usul hatası içine girmeleri. Bu, beraberinde katı, kapalı devre çalışma anlayışını getirip toplumsal ilişkiler açısından tutukluluk zemini oluşturmuştur. Bu durum doğal olarak bazı alanlara yönelik hassasiyetler geliştirme bakımından bir tıkanıklığı da doğurmuştur.

3-Son dönemlerde Müslümanların kendi gündemlerini kendilerinin belirlememesi. Hep başkalarının bize gündem dayatması:

Geçmişte yanlış bir şekilde güncelden tamamen kopukken son dönemlerde ise günceli ıskalamamak endişesiyle gündem belirleyicilikten uzak bir zemine kayıldı.

4-Kimi İslami çevrelerin farklı çevrelere karşı duydukları kompleks ve bununla meşruiyet zeminini açma gibi bir halet-i ruhiye içine girmeleri:

Bu kompleksli halet-i ruhiye ağırlıklı olarak Kürt sorununda kendini göstermektedir. Ayrıca geçmişte yapılmış olan hataların telafisi babında, bir meşruiyet zemini yakalama adına başka bir tıkanıklığı beraberinde getirebilecek anlayışlara evrilmeleri söz konusudur. Bu dönüşümle kimi zaman batini anlayışlara kayma kimi zaman da gayri İslami zeminleri meşrulaştırıcı pozisyonlara düşülebilmektedir.

5-Müslümanlar olarak ağır bedeller ödemeyişimiz:

Bu da bazı temel alanlarda daha pasif bir durumda olmamıza kapı aralamış olabilir. Çünkü ödenen bedelin maliyetine bağlı olarak duygular, sorumluluklar ve pratikler geliştirilebilmekte, daha gözü kara ve cesur adımlar atma imkânları zorlanabilmektedir.

6-Müslümanların kitleselleşememeleri:

Buna bağlı olarak çok seçici ve sonu gelmez gündemlerde tıkanmaları, güçlü bir dalgaya dönüşememeleri. Bunun sahada daha pratik projeler geliştirmede bir ketumluk yarattığı da sosyal gerçekliğimiz olarak önümüzde durmaktadır. Bunu aşmanın en önemli adımı her çevrenin/öbeğin daha mütevazı bir zemine kendini çekerek, İslam’ın maslahatını esas alan ve Müslüman öbekler arasında sıla-ı rahim üzerinden bir hukukun oluşmasını sağlayıcı incelikler geliştirebilme özverisine bağlıdır. Bu bağlamda belki de bunların ötesinde kardeşlik, vahdet ve disiplinde geç kalmışızdır.

Müslümanlar İçin ‘Öncelikler’ Önemlidir!

Klasik fıkıh usulünde ihtiyaçlar; zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat olarak sıralanır. Söz konusu bu kavramlar sorumluluk ve mücadele alanlarında da uyarlayabileceğimiz ve aynı zamanda bize bir usul belirleyebilecek parametrelerdir.

Zaruriyat: Beş dokunmamızı, akide, kimlik, kişilik vb. değerleri korumak. Muhatap olduğumuz toplumu gereğince uyarmak ve merhale merhale fıtrat ve vahiyle yeniden buluşturmaya gayret etmek.

Haciyat: Kurumsallaşma.

Tahsiniyat: Sanat, estetik ve kültürel boyutlarda mesafe kat etmek.

Bazı bilginlerimiz “ibn’ül vakt” kavramına şu anlamı yüklemişlerdir: Bir vakitte yapılması en uygun olan işi gerçekleştiren ve belli bir zamanda kendisinden isteneni yapmakla meşgul olan kişi. Bir mümin açısından en önem verilmesi gereken zaman, geçmiş ve gelecek zaman değil, içinde bulunduğu andır.

Türkiye’deki İslami uyanışta Müslümanların her fırsatı değerlendirme çabası içerisine girdikleri ama kimi zemin ve imkânlarda zorlandıkları da inkâr edilemez. ‘An’ın önemiyle ilgili Peygamberimize sorulan soruların satır aralarında da bunu yakalayabiliriz. Peygamberimiz o an en hayırlısı ve en önceliklisi süreç ve muhatap açısından hangisi ise onu önermiştir. (Bugün Suriye’deki Müslümanların sorunu yakıcı olarak gündemimizdeyse bu önemlidir.)

Başarı ve başarısızlığın ölçüsünü İslami kıstaslarla ölçmeliyiz!

Biz mutlak anlamda fiziki güç ve inisiyatif bakımından başarılı olmayı Allah katında da başarı olarak mı görüyoruz? Bu yöndeki kriterlerimizi gözden geçirmemiz gerekir. Hayatımız boyunca Rabbimizi razı etmeye yönelik bir çaba içerisinde mi olmamız gerekiyor yoksa beşer algısı açısından somut verilere dayalı bir sonucu mu esas almalıyız?

Kur’an-ı Kerim’in genel bütünlüğü içinde toplumsal ıslah çabalarında farklı gerçeklikleri yaşayan, farklı fiziki şartları yakalayan elçilere karşılık bu imkân ve fırsatı hiç yakalayamayan elçilere bu meyanda geç kalındıklarına dair herhangi ilahi bir uyarıyı göremiyoruz. Karşılaştığımız ağırlıklı tema, dinin Allah’a has kılınarak toplumsal şahitliği yerine getirmesidir.

İnsan gafletiyle bilinir. Özeleştiri adına eksikliklerimiz üzerinden kendimizi vurmanın bir anlamı ve faydası yok. Eksiklerimiz, zaaflarımız üzerinden kendimizi vurma konusunda kapıyı aralarsak, üzerimizden de İslam’a ve İslami değerlere vurmayı fırsat kollayan müfsitlerin elini güçlendirmek gibi bir günahın muharrik unsuru durumuna düşeriz. Eğer geç kalmışlık sorununu özeleştiri olarak yaparsak doğrudur.

Usulen sorunların önceliği esas alınmalıdır. Uhrevi başarılar göz ardı edilmeden özeleştirimizi dünyevi başarılar üzerine kurmamalıyız. Merkeze dünyayı aldığımızda ahireti kaybedebilme riskimiz yüksektir.

Geç Kalındığı İddia Edilen Temel Alanlar

1- Kürt Sorunu:

Kabul edilmeli ki, İslami kesimin eskiden beri Kürt sorunu karşısında adil ve vahye dayalı bir perspektif geliştiremediği bir gerçek. Bu perspektifi geliştirememesinde İslami kesimin güçlü bir mücadele geleneğinden gelmemesi, Türkiye’deki İslami reflekslerin milliyetçi muhafazakâr bir kulvarda gelişmesi, Kürt sorununun bayraktarlığını yapan laik-ulusalcı hareketlerin ideolojik iticiliği ve Türkiye’de güçlü bir şekilde kurumsallaşan batini anlayışlara ve çağdaş sistemlere karşı dinin sahih bir şekilde anlaşılmasına yönelik çabaların zaman alması etkili olmuştur.

Yüz yıllık yakın siyasi tarihimizde tüm toplumla beraber, Müslüman kesim de büyük baskılar sonucu köklerinden kopartılarak düşünsel ve psikolojik anlamda ciddi bir kırılma yaşamıştır. Bunun doğal neticesi olarak da birçok sorunda olduğu gibi, Kürt sorununda da arzulanan düzeyde bir ilgi ve tavrın geliştirilememiş olması kaçınılmaz olmuştur. Kendisi baskı altında olan insanlar, acı çeken farklı kesimlere yeterince ilgi ve ihtimam göstermemişse bu bir ‘kusur’ olabilir. Ancak bu ‘kusur’ hiçbir zaman ‘itirafçılık’ gibi insanın önce kendisine karşı işlediği bir suça dönüşmemelidir.

Kürt sorununa geç kalmışlık eleştirisinin sürece müdahil olma zamanı açısından adil bir yaklaşım içermediği söylenebilir. Bölgede etkin bir şekilde kendini hissettiren 49’lar Davası 1959’da, 23’ler Davası 1963’te, Doğu Mitingleri 1969’da, DDKO’nun kuruluşu 1969’da ve Kuk, Rizgari, Ala Rizgari gibi akımlar 1970 sonrasında güç gösterisi yaptıklarında, Mehdi Zana’nın 1977’de Diyarbakır’da belediye başkanı seçilmesi gibi somut gelişmeler olduğunda bu tarihlerde bölgede tevhidî bir İslami anlayış gelişmemişti bile.

Diğer taraftan Kürt sorununu temsiliyet durumunda olan güç odaklarının yöntemsel farklılıkları da Müslümanların bu sorunu gözü kara bir şekilde sahiplenmelerinde engel teşkil etmiştir.

Bütün bunlara ilave olarak Kürt sorunu gibi hassas bir alanı emperyal güçlerin Ortadoğu’daki İslami gelişme ve uyanışa karşı bir kart olarak kullanma gerçekliği de unutulmamalıdır. Bunun Müslümanların soruna duyarsız kalma ihtimalini güçlendireceği göz ardı edilmemelidir. Yani sorunla ilgili dış destek ve küresel hesaplar da Müslümanları bir anlamda bir temkinlilik düzeyine çekmiştir.

Modern Kürt hareketinin köklerinden itibaren (Xoybun Hareketi, Cemil Paşazade, Bedirhan Aileleri, Cigerhun’un materyalist söylemleri vb.) seküler bir karaktere sahip olması ve özellikle son Kürt hareketi olan PKK’nin kuruluş manifestosunda dahi Marksist-Leninist bir çizgiyi benimseyecek kadar dini karşısına almış olması, Müslümanların Kürt sorunuyla aralarında doğal bir mesafenin oluşmasına neden olmuştur.

PKK’nin, dinî hassasiyeti olmayan diğer Kürt gruplarını da tasfiye ederek askerî bir mantıkla ve küçümsenmeyecek oranda öldürme olaylarıyla ortaya çıkması doğal olarak laik-dindar her kesimi devre dışı bırakmasını da beraberinde getirmiştir. Önceki dönemlerde Müslümanlar başka önceliklerinden dolayı Kürt sorununa pek eğilmezdi. Son yıllarda ise Kürt sorununa karşı temkinliliklerinin arka planında gittikçe ürkütücü milliyetçilik anlayışı ve bu anlayışın oluşturduğu hırçın ve gerginlik üzerine kurulu bir ruh hali yatmaktadır.

Kürt sorunuyla ilgili Müslümanların zihinlerinde hâkim olan “pişmanlık-yenilmişlik” söylemi hayırlı bir gelişmenin habercisi değildir. Bu tutum özeleştiriyi de aşan yılgınlık ve ümitsizlik besleyen “Biz bir işe yaramayız!” kompleksidir. Bu türden kompleksli ruh halleri kişinin başka limanlarda kendini bulmaya sevk edici durumları hızlandırır. Buradan hareketle Kürt sorununun, özünde ayrışma potansiyelini besleyen bir niteliğe sahip olduğu görülmelidir. Dolayısıyla Müslümanlar mevcut kafa karışıklığından sıyrılmak için birbirleriyle istişareyi esas almalıdırlar. Birbirlerine yakın fıkıhlar üretebilmek için birikimlerinin muhasebesini yapmalı, konuşabilecekleri zemini güçlendirmelidirler.

İşçi Hakları ve Sendikal Mücadele

Yakın tarihimiz açısından emek ve işçi hakları alanlarında da Müslümanlar bir tasavvur, perspektif ve algı sorunuyla yüzleşmişlerdir. Bu çerçevede Müslümanların aşamadıkları bir sorun da geleneksel ulemanın yaklaşımlarındaki tıkanmalardır. Yani dini anlama biçimlerindeki yanlışlıklarını Kur’an ışığında ıslah edebilme gücüne henüz kavuşamamalarıdır.

Hâlbuki Kur’an kapitalist üretim sürecinde sermaye sınıfının kimlik edindiği kötü amellere dikkat çekmiş ve bugün kapitalizmi anlayabilecek birçok ipuçları vermiştir. Kur’an, zenginleştikçe zenginleşen (92/8), hak edenlerin rızıklarını kısan (16/71), insanların mallarını haksız yere gasp eden (9/34), faiz alan insanları uyarmıştır (4/161). Bu açıdan Müslümanlar vakıadan kopuk ekonomik modelleri oluşturma çabalarını bir yana bırakıp, nasıl bir toplumsal muhalefet geliştirebilecekleri konusunda yoğunlaşmalıdırlar. Örneğin 28 Şubat’ın İslami kimliğe yönelik baskılarını gündemleştirebildik. Ancak genel olarak halkın, özellikle çalışan kesimlerin uğradığı haksızlıklara duyarlılıklarımızı pek yansıtamadık. Ne yazık ki Müslümanlar, kendilerinin de çalışan oldukları bu toplumda iş ve emek sorunlarını görmezden gelmişlerdir.

İş-emek sorunlarında duyarlı olmak aslında birer çalışan olarak, Müslümanların da kendi haklarını savunması demektir. Ayrıca emek ve bundan doğan haklar konusu sırf sol kesimlere bırakılacak bir mesele değildir. Kur’an mesajının sosyalleştirilmesi hiçbir zaman birilerine özenmek ya da öykünmek olarak adlandırılamaz. Nasıl Kürt sorununu vahyî ölçüler içerisinde sahiplenmemiz Kürtçü olmamızı gerektirmiyorsa, nasıl kadın konusunda arzulanan bir çerçeve geliştirmemiz feminist olmamızı gerektirmiyorsa, emek konusunda da Müslümanların arzulanan düzeyde bir duyarlılığı, örgütlülüğü ve bu alanda gündemler oluşturması sosyalist eylemler içerisinde yer alış gibi algılanmamalıdır.

İş ve emek sorununu sahiplenmenin Kur’ani bir ödev olduğu bilincinin yaygınlaştırılması üzerimize düşen bir sorumluluktur.

Kurumsallaşma

Türkiye’deki Müslümanlarda sisteme karşı muhalif bir geleneğin tevhidî uyanışla beraber gelişmesi, doğal olarak kurumsallaşma gibi konularda bir gecikmeyi getirmiştir. Ama bu gerçeklik toplumsal sorunlara karşı bir ihmali de beraberinde getirmiştir denilemez. Gerek yerel ve gerekse evrensel anlamda infak ve yardımlaşma geleneğinin sistemli bir işleyişe dönüştürülmesi, deprem, sel mağdurları, cezaevindeki hükümlülere sahip çıkma gibi toplumsal sorunlara çözüm üretme ve adil şahitlikte bulunmada ciddi hassasiyetler geliştirildiği inkâr edilemez.

Son otuz yılda birçok alanda Müslümanların ciddi çaba ve emekleri adeta görünmek istenmemektedir. Özellikle bu çabaların kurumsal olarak herhangi bir kaydının olmaması onların birçok alanda bir şeyler yapmadıklarının kanıtı olarak sunulmuştur.

1990 öncesi dönemde Müslümanlarda belli aralıklarla zihinsel tutukluluk olduğu söylenebilir. Fakat 1990 sonrası için bunu söyleyemeyiz. Kurumsallaşmada, dışımızdakilerin bunu bize hissettirmesine gerek duymadan bir açılım sağlamalıydık. Doğal bir süreçte sanki buna hiç ihtiyaç hissetmedik. 28 Şubat bize şartlarını dayattığında ancak Özgür-Der’i kurabildik.

Allah-u Teâlâ’nın muradına uygun bir güç ve açılım olmayınca, keyfiyet ve kemiyet bir iradi ruha dönüşmeyince, muhtemel mevzi, güç ve imkânlar bizi ileriye taşıyan bir nimetten ziyade aldatıcı, oyalayıcı, enerji ve zaman kaybını getirici sorunlu bir zemine götürebilir. Söz gelimi Türkiye’de memur sendikacılığında temsilî gücü elinde bulunduran Memur-Sen ne kadar örnek İslami duruşu, örnek muhalif bir temsiliyeti sergileyebilmektedir? Yakalanan imkân ve inisiyatif adaletten uzaklaştırıyorsa sahip olduğumuz imkân ve inisiyatif yanlışları kurumsallaştırıyorsa bu bir başarı değil, esaslı bir kayıptır.

Vahyî değerlerle terbiye edilme ve yapısal bir disiplinde rüştünü tamamlayamayan çevre ve öbeklerin kurumsallaşmaları, belli alanlarda güç ispatına gitmeleri beraberinde ciddi bir aşınmayı ve çürümeyi de getirebilir. Yani kurumsallaşmadan önce cemaatleşmenin zorunlu bir süreç olduğu bilinmelidir. Cemaatleşmenin getirdiği ilke ve disiplinlerle kurumsallaşma ahlaki bir donanımla ibadi bir alana dönüşebilir. Bu disiplin, dinamik ve denetimden uzak bir kurumsallaşma çabası önceliklerden kaymalar getirmesi mukadderdir. Kontrolsüz, denetimsiz ve ilkesiz bir şekilde sistem içi kurumsallaşmalar kaçınılmaz olarak sistemle uyumluluğa, ehilleşmeye, uzlaşmaya ve rehavete yol açacaktır. İslami bir şuranın, otoritenin otokontrol ve denetimi altında olmaksızın yapılan faaliyetler kapitalistleşme, muhafazakârlaşma, liberalleşme, sol-sosyalist hareketlere eklemlenme gibi sapma süreçlerini de başlatabilir. Müslümanların, mütekâmil bir cemaatleşme sürecini gerçekleştirmeden, bu alt yapıyı ve zemini sağlamlaştırmadan (cemaat disiplin ve terbiyesi, ilke, ölçüler, ehliyet, hiyerarşi, denetim, uyarı vb.) sistem içine girmeleri birçok risk içerir. Mesela dernek, şirket, özel okul, dershane, hastane, ticarethane vb. kurumlaşmalar dar bir açıyla başlayan savrulma açısının süreç içerisinde daha da genişlemesine neden olabilir. Hazmedilemeyen birçok söylem ve eylem farkında olmaksızın kanıksanan bir duruma dönüşebilir.

İddia ve İsnatların Gerçekliği ve Geçerliliği

Aslolan Allah’ın nazarında kaybetmek veya kazanmaktır. Temelde geç kalmışlık daha çok dünyevi nimetlerde olur. Geç kalmışlık psikolojisine girersek, hata yapma imkânımız çok olur. Biz geç kaldık da başkaları çok mu iyi yaptı? Çok mu doğru yaptılar? Hep sonuç üzerinden gidersek yanlış yapma ihtimalimiz artacaktır. Dolayısıyla şu anda ulaştığımız sonuç üzerinden geriye gitmek yanlıştır. Sonuçtan bağımsız düşünmek gerek. Geç kalmışlık eksenli algı biçimi seküler zihniyetten kaynaklanan bir yaklaşımdır. Umutsuzlukla ilgilidir. Fakat mümin asla umutsuz olamaz.

Yine aslolan yakalanan zemin ve imkânların kullanılıp kullanılmamasıdır. Yani ele geçen imkân ve fırsatların değerlendirilip değerlendirilmediğidir. Aynı zamanda teslim edilmelidir ki, İslami değerlerin toplumda maya tutması için her alanda bir çabanın yoğunlaştırılması elzem bir hassasiyettir. Fakat bu hassasiyeti gerçekleştirme adına şu temel gerçeklik de göz ardı edilemez: Güç sorunu, bazı alanların riskli olması, hangi süreçte neyin öncelikli kılınacağı gibi konuların bir usul içerisinde değerlendirilmesi gerekir.

Kendi Gerçeğimize Dönmeliyiz!

Vahdete yönelik adımlarımız var mı? Kurumsal anlamda projelerimiz var mı? Dershanelerimiz, kreşlerimiz, özel okullarımız var mı? Bugünkü ilmihalimize tekabül etmesi boyutuyla öncelikli olarak görülmeyebilir durumda olan alanlardan ziyade birebir kendi gerçekliğimizle örtüşen somut bazı çabaların oluşması gerekir. Sanki bizler somut olan şeylerden kaçıyoruz gibi. Somut adımlar/çabalar bize ağır gelebilir. Çünkü bedel isteyen adımlardır. Bu denklemi iyi kurup görmek gerekir.

İnsan, sadece tercih ettiği seçeneğin sonucunu görür. Tercih dışı bıraktığı seçeneklerin nasıl bir sonuç getireceğini hiçbir zaman bilemez.

Hayat Sona Ermemişse Geç Kalmışlık Yoktur!

Bugün Müslümanların sahih duruşunun mantalitesi, tevhid ve adalet ile ilgili sosyal şahitliği azımsanmayacak bir külliyatı muhtevi düşünsel üretkenlikler ve eylemlilikler, bizlerin hayırlı amellerde bulunmamıza şahitlik edeceği için azımsanacak çabalar değildir.

Her Tercih Bazı İmkânlar Sağlarken, Bazı Kayıplara da Sebep Verebilir!

Türkiye’nin doğusunda yer yer yükseldiğini hissettiğimiz İslami kesimlere yönelik belli alanlardaki eleştiri/özeleştiri dozunun İslami çabalar açısından can sıkıcı bir tarza dönüştüğü, birçok hayırlı çaba ve endişenin, emeklerin ruhunu zedeleyici tarza dönüştüğü bir gerçektir.

Bölgede geçmişte kimliği ve kişiliği ile tebarüz etmiş bazı Müslümanların bu konularda fazla rahat davranması bölgedeki İslami çabaların da arzulanan düzeyde toplumsal şahitlik alanında iyi sınav vermemelerinin yarattığı boşluk, laik, seküler, ulusalcı çevrelerin kitleselleşen etkinlik ve eylemlilik süreci beraberinde ciddi bir zihinsel savrulmayı da getirmiştir.

Takdir edilmeli ki, temel konu ve alanlarda konum belirlemede, hassasiyet ve disiplin geliştirmek güç ve irade ile ilgili bir durumdur. Müslümanlar son otuz yıllık süreçte ne yazık ki birçok temel alanda bir irade ve inisiyatif göstermek, bir fıkıh belirleme, bunu sistematik bir iradeye ve kurumsal bir güce dönüştürmede zorlanmaktalar. Bu gerçekliği yaşayan Müslümanlardan mükellefiyet sınırlarını zorlayacak bir konum biçmek usul açısından tartışılabilir bir konudur. Söz gelimi Kürt sorununda, insan hak ve özgürlükleri alanında gösterilen duyarlılıklar milliyetçiliğin riskli zemininde farklı evrilmelere yol açabilirdi ve kısmen açmıştır da. Belki de bu alanda duyarlılığımızın arzu edilen düzeyde olmaması, bizleri hesap gününde hesabını veremeyeceğimiz bir noktaya da savurabilirdi. Kimilerini savurduğu gibi.

Hesap gününde Rabbimize veremeyeceğimiz bir hesabı vermektense, dünyada yoğun İslami sorumluluklarımız muvacehesinde bazı zaafların olmasına razı olmak daha evla kabul edilebilir.

Geçmişe saplanıp dövünmek yerine; eriştiğimiz zaman, mekân ve koşullarda ne yapabiliriz, ona bakmalıyız.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR