1. YAZARLAR

  2. Murat Koç

  3. Muhtemel CHP-BDP İttifakı ve Öcalan’ın Kemalizm Aşkı

Muhtemel CHP-BDP İttifakı ve Öcalan’ın Kemalizm Aşkı

Şubat 2011A+A-

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Paris’teki Sosyalist Enternasyonal toplantısı sırasında, “CHP, BDP, ÖDP ve EMEP”in bir sol blok oluşturarak seçimlere girmesi dileğinin ardından haftalarca bu konu tartışılmış, böyle bir ittifakın anatomisi, geleceği ve ideolojik zemini hakkında pek çok şey söylenmişti. Hatırlanacağı üzere, 1991 yılında Erdal İnönü’nün SHP’si ile o zamanki Kürt partisi HEP arasında bir koalisyon kurulmuştu ve genel seçimlerde HEP’li adaylar SHP listesinden seçilerek milletvekili olmuşlardı. Ayrıca 2004 yılında yine SHP ile DEHAP arasında bir yerel seçim ittifakına gidilmişti ve o dönemlerde bu iki seçim ittifakı da yine bugünkü gibi çok konuşulmuştu.

CHP-BDP Seçim İttifakının Özgeçmişi

Demirtaş’ın temennisini dillendirdiği o günlerde, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da Sosyalist Enternasyonal toplantısına katılmak üzere Paris’e gelip Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarını ziyaret etmiş ve aynı günlerde Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’yle de bir görüşme yapmıştı. Kılıçdaroğlu’nun bu hareketliliğinin hemen ardından Demirtaş’ın ittifak talebini gündemleştirmesi; CHP ve BDP yetkililerinin yıllar sonra Ankara’da birbirlerine Kurban Bayramı ziyaretinde bulunmaları ve bu ziyaret esnasında seçim ittifakıyla ilgili sorulara, CHP’lilerin “İttifaka hazırız.” şeklinde olumlu cevap vermeleri; muhtemel ittifakın olasılığını güçlendiren argümanlardı. Ayrıca CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’un “BDP ile işbirliğine varız.” demesi; BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık’ın “Bu proje iktidar getirir!” diye açıklamada bulunması da üst düzey yetkililerin ittifaka çoktan hazır oldukları anlamına geliyordu.

Aynı hafta içinde hem Demirtaş’ın ısrarlı sorular sonucu ve Kürt kamuoyunda beliren tepkiler nedeniyle, bu ittifakın sağlanabilmesi için kimi şartlar ileri sürerek meseleyi yokuşa sürmesi hem de Kılıçdaroğlu’nun mevzunun seyrini değiştirmek için “Tek başına iktidar istiyoruz!” diye çıkışması sonucu, konu medyada bir süre daha işlenip, usulca kapatılmışken; Abdullah Öcalan’ın 19 Ocak tarihli avukat görüşmeleri notlarında CHP-BDP seçim ittifakının önemine değinmesi ve ittifakın olumlu getirilerine atıfta bulunması, bu mevzunun daha ciddi biçimde gündeme gelmesine neden oldu.

Öcalan söz konusu görüşmede seçim ittifakı ile ilgili şunları ifade ediyordu:

Kılıçdaroğlu, Baykal'ın yeni bir versiyonu olmak istemiyorsa, Kemalizm’i demokratikleştirme gibi bir misyonu varsa BDP ile diyaloga açık olmalıdır. CHP ve Kılıçdaroğlu Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi, Kemalizm’in demokratikleştirilmesi yönünde bir açılım içine girerse bir birliktelik gelişebilir. Hatta böyle bir misyonu varsa, yapılacak bu ittifak Kürt-Türk ilişkilerinde yeni bir sayfa açabilir.

Öcalan’ın AK Parti Nefretinin Arka Planı

Öcalan’ın BDP ve Kürt ulusal hareketinin diğer bileşenleri üzerindeki etkisi ve sarsılmaz pozisyonu herkesin malumu. Öyle ki, her seçim döneminde siyaseten nasıl hareket edilmesi gerektiğinden tutun da kimlerle ittifak yapılacağına ve hatta adayların kimler olacağına kadar birçok ayrıntıyı dahi Öcalan’ın avukatları vasıtasıyla parti yöneticilerine bildirdiği sır değildir. BDP’nin kısa, orta ve uzun vadedeki tüm politikaları neredeyse tamamen Öcalan’ın etkisiyle ve yönlendirmesiyle biçimlenmektedir.

Genel seçimlere fazla bir süre kalmamışken, Öcalan’ın bu çıkışının neleri hedeflediğini sağlıklı biçimde anlayabilmek için son dönemde yaptığı açıklamalara dikkatle bakmak gerekir. Ayrıca, BDP-CHP ittifakı arayışlarının hangi zeminde işler kılınmak istendiği, geçmişte yapılan benzer ittifakların arka planında yatan fikrî ve siyasi akrabalığı, iki partinin soyunduğu toplum mühendisliği rolünün hedeflediği amacı anlamanın en iyi yolu da yine Öcalan’ın önerilerine bakmaktan geçer. Çünkü Öcalan, Kürt ulusal hareketinin tüm katmanları ve bileşenleri tarafından kurumsallaştırılmış ve sözleri-önerileri tartışmaya kapalı tutulan, “önderlik” tanımlamasıyla her anlamda en üst pozisyona taşınan bir lider olarak görülmekte. Bu nedenle onun ifade ettikleri, bölgede şekillenecek siyasetin de köşe taşlarını belirler.

Öcalan, avukatları aracılığıyla hemen her hafta AK Parti’nin Kürt düşmanı bir parti olduğunu işlemekte, AK Parti’yi kendi hegemonyasını kurmakla suçlayıp, Kürt sorununun bu parti tarafından asla çözülemeyeceğini sık sık ifade etmektedir. Bunu yaparken, genelde somut argümanlar üzerinden hareket etmeyerek, temelde salt muhafazakârlık eleştirisi dolayımında bir AK Parti karşıtlığını üretmektedir. Devlet ile AK Parti ayrımına başvurarak; Kemalizm’in temsilcisi olarak gördüğü devlet erkini AK Parti’ye tercih ettiğini defalarca vurgulamıştır. Son görüşme notlarında AK Parti’nin tasfiye planlarının JİTEM’in tasfiye planları kadar tehlikeli olduğunu ileri süren Öcalan, genel seçimlerde bölgeden AK Parti’ye bir tek oy bile gitmemesi için yoğun biçimde çalışılmasını istemiştir. Kısaca Öcalan’ın AK Parti’ye dönük tahlilleri bu tespitler üzerinden biçimlenmekte ve AK Parti’nin tasfiyesinin Kürtlerin yararına olacağı tezini öne çıkarmaktadır.

Öcalan’ın konuşmaları dikkatlice incelendiğinde, AK Parti tepkisinin altında yatan iki temel durum olduğu görülmektedir. Öncelikle hak ve özgürlüklerin önünü açan değişikliklerin yapıldığı her durumda bölgeden AK Parti’ye ciddi anlamda oy kayması olduğu bilinmektedir. Bu gerçek, Kürt ulusal hareketinin toplumsal tabanını zayıflatıp, BDP’ye karşı AK Parti’nin bir alternatif olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. 2007’deki genel seçimlerde, özellikle Diyarbakır’da AK Parti ve DTP’nin oyları hemen hemen eşitti. Öcalan o dönemlerde bu durumdan çok rahatsız olmuş ve bu durumun kendileri açısından bir tehlike doğurduğuna işaret etmişti. AK Parti karşıtlığının bir diğer nedeni ise Öcalan’ın İslamilik algısına karşı duyduğu klasik nefretten ileri gelmektedir. Gerçi AK Parti kurulduğu günden bu yana İslamcı bir parti olmadığını defalarca ifade etmesine karşın, kurucuları ve üyelerinin, milletvekillerinin çoğunun dindar olması, potansiyel olarak bu İslami görüntünün Öcalan nezdinde nefrete yol açması açısından yeter de artar bile.

Bölgede beliren İslamcı bilinçlenmeden duyduğu rahatsızlığı her defasında “Kürt HAMAS’ını kurduracaklar!” savıyla dillendirerek ve buradan hareketle AK Parti ve İslam düşmanlığını aynı potada eritmeyi başaran Öcalan, hem İslamcı yapıların bölgedeki faaliyetlerinin sabote edilmesine dönük bir strateji geliştirilmesini vazetmekte hem de AK Parti’nin geriletilmesi için her türlü yola başvurulmasının gerekli olduğunu işlemektedir. Hâlbuki Kürdistan’da faaliyet gösteren birçok etkin İslami cemaat ve yapı AK Parti ile arasına mesafe koymuşken, Kürt sorunu konusunda AK Parti’yi siyaseten yetersizlikle ve milliyetçi reflekslerle hareket etmekle suçlayıp sorunu çözmesi için acilen hareket etmeye davet ederken, Öcalan’ın fütursuzca bu eşitlemeyi yapması zihinsel körlüğüne işaret eder. Üstelik HAMAS’ı temelsiz iddialarla suçlayıp, korkunç bir yapı olarak gösterme çabası (HAMAS, FKÖ'lüleri dördüncü beşinci katlardan aşağılara atarak vahşice öldürüyormuş!); bölgedeki İslamcılığı “sahte” olarak nitelendirmesi; Kürt halkına kimsenin dinini öğretmeye kalkışmaması gerektiğini söyleyip, Kürtleri “demokratik dindar” olarak tanımlaması; Öcalan’ın bilinçli biçimde İslamcılığı hedef tahtasına oturttuğunu ortaya koymaktadır.

Kürdistan’da en acımasız katliamları yapan, tüm unsurlarıyla senelerce bölgede devlet terörü estiren militarist ve paramiliter yapılarla ilgili olarak ne Öcalan’ın ne de diğer PKK-KCK-BDP yetkililerinin son zamanlarda tavır alışlarına pek rastlayamıyoruz. Aksine Öcalan, Ergenekon operasyonları yapıldığı dönemde ikazda bulunarak bu konuya karışılmamasını istemişti. Daha sonra Kürt kamuoyundan yükselen tepkileri dizginlemek ve bu tepkilerin muhatabı olan partiyi kamuoyu nezdinde rahatlatmak amacıyla, Fırat’ın ötesine dokunulmadığı için operasyonların yetersiz olduğunu iddia etmişti. Bunun dışında, Aysel Tuğluk, Hasip Kaplan ve Sırrı Sakık gibi isimler defalarca TSK ve de resmi ideoloji ile herhangi bir sorunlarının olmadığını, PKK’nin aslında bölgede Kemalizm’in başaramadığı modernizasyonu tamamlayacak bir misyonu taşıdığını ifade etmişlerdi. PKK’nin kontrolünden çıkan bir Kürt mücadelesinin “irtica”yı bölgede egemen kılacağını da sözlerine ekleyen bu isimler, devleti ortak düşmana karşı birleşmeye davet etmekten de geri kalmamışlardı. Başbakan’ın Diyarbakır’a ziyaret için geldiği dönemlerde, KCK’nin kampanyaları sayesinde şehirde kepenkler zorla kapatılıp birçok yerde olaylar çıkarken; genelkurmay başkanlarının ziyaretleri sırasında hiçbir tepkinin gösterilmemesi de bahsettiğimiz durumu somutlaştırmaktadır.

Öcalan’ın Katıksız Kemalizm Aşkı

Öcalan’ın İslam’dan ve İslami faaliyetlerden duyduğu bu rahatsızlığının aksine, Kemalizm’i aklama ve yeniden yorumlama kararlılığı ise “göz kamaştırıcı”dır. Zaten muhtemel CHP-BDP ittifakının buluştuğu felsefi havza Kemalizm’in, laisizmin ta kendisidir. Öyle olmasa; Cumhuriyet tarihinde, bugüne kadar Kürt sorunu konusunda, tüm yetersizliğine rağmen, en somut adımları atan, sorunun ve çözümün her yönüyle konuşulmasına imkân tanıyan AK Parti’yi düşman belleyip; ağzına Kürt sözcüğünü almaktan bile imtina eden, Kürtlerin taleplerine dün olduğu gibi bugün de kapalı olan, Kürt sorununu bir “kimlik sorunu” değil de salt ekonomik geri kalmışlıktan kaynaklanan “Doğu ve Güneydoğu sorunu” olarak tarifleyen Kılıçdaroğlu CHP’si, umut olarak pazarlanmazdı. Öcalan ve ekibi, demokratik açılımın gündemleştiği dönemlerde, muhataplık meselesine endekslenip, sorunun çözülmesi halinde içine düşecekleri anlamsızlığı önceden engelleyebilmek için açılım politikalarına en sert muhalefeti sergileyen kesim görünümündeydiler. AK Parti’yi de işte böyle bir süreçte, Kürt sorununun çözüm meselesinin devlet düzeyinde konuşulduğu bir vasatta, Kürt halkının en büyük düşmanı ilan ettiler.

Tutuklandığı günden beri, başta savunmaları olmak üzere neredeyse her hafta yaptığı açıklamalarda Kemalizm’i aklama ve Kemalizm’in yanlış anlaşıldığını ispat etme misyonunu yüklenen Öcalan, tarihsel gerçekleri çarpıtma pahasına bu sevdanın peşini bırakmayıp, mütemadiyen daha da ileri taşıma kararlılığında olduğunu göstermiştir. Onun, Kemalizm ve Mustafa Kemal değerlendirmesi özetle şu şekildedir: Öcalan’a göre Mustafa Kemal aslında Kürtlere özerklik (muhtariyet) vermeyi çok istemiş, Kürt sorununun çözümü için candan çabalamış biridir. Fakat etrafının Kürt düşmanları tarafından kuşatılmış olması, devleti yaşatmak için hem bunlarla hem de İngiltere ve Sovyetler Birliğiyle hesaplaşması nedeniyle Kürtleri özgürleştirme hayalini bir türlü gerçekleştirememiştir. Mustafa Kemal, İngiliz-Sovyet gerginliğinden istifade etmek ve bu sayede çok yönlü tehdit altında bulunan devleti yaşatmak için, İngilizler tarafından kullanılması muhtemel olan Kürtlere mesafeli davranmıştır. (Masumane bir anlam yüklenen bu “mesafe” sözcüğünü; Kürtlerin katledilmesi, toplu sürgünleri, çektirilen acılar şeklinde okumak daha doğru olur.)

Mustafa Kemal’i Aklamak İçin Şeyh Said’i Karalama Cüreti

Öcalan, Mustafa Kemal savunusunu o derece ileri taşımıştır ki; Mustafa Kemal’i aklamak uğruna, Şeyh Said kıyamını ve Dersim isyanını bir provokasyon olarak takdim etmekten, hatta Şeyh Said’in İngilizler tarafından “kullanıldığını” açıklamaktan bile çekinmemiştir. Öcalan, 2009 Kasım ayında şunları söylemektedir:

Mustafa Kemal, Musul ve Kerkük'ü vermek istemiyordu ama İngilizlerin oyunları nedeniyle Mustafa Kemal vermek zorunda kaldı. Şeyh Said İsyanı-Dicle İsyanı bir provokasyondu. Bunun provokasyon olduğunu anlamadılar. Dersim isyanı sonunda da Mustafa Kemal, Seyit Rıza ile görüşecekti ama bunu yapmasına bile izin vermediler, onu beklemeden Seyit Rıza'yı idam ettiler. Mustafa Kemal gerçek bir isyancıydı. Ama Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanıydı. İnönü onlar başından beri İngilizlerin tarafındaydı. Bunlar Mustafa Kemal’i de yanlış anlıyorlar. Mustafa Kemal Kürt düşmanı değildi, hatta Kürtlere muhtariyet vermeyi düşünüyordu. Mustafa Kemal’in kafasında bir demokrasi modeli vardı. Hatta Mustafa Kemal sadece Kürtlerle değil, Lenin’le, komünistlerle, İslamcılarla ittifak yaptı. Mustafa Kemal, İngiliz oyunlarını kısmen de olsa çözmüştü. İngilizler kendi politikaları için Türkiye'de Kürtleri devletin önüne attılar. Bunlar hep böyle yaptılar. Şeyh Said'i kullandılar. Şeyh Said'i kullanarak Musul ve Kerkük'ü aldılar, bu şekilde Mustafa Kemal'e de Kürtlere yönelme yolunu açtılar. İngiltere bu şekilde Şeyh Said üzerinden politika geliştirdi.

Mustafa Kemal’i gerçek bir isyancı, Şeyh Said’i ise İngilizler tarafından kullanılan biri olarak tanımlayan Öcalan’ın bu değerlendirmelerinin benzerlerini klişeleşmiş devlet tezlerinde ve okullarda öğretilen İnkılâp Tarihi kitaplarında da görmek mümkündür.

İşte Öcalan’ın Kemalizm konusunda zihin dünyasının ipuçları bu şekildedir. Ona göre Mustafa Kemal masum biridir ve Cumhuriyet kurulduktan sonra etrafını saran dört paşa tarafından tasfiye edilmiş, önemli kararlar almasının önü kesilmiş ve sadece bir sembol haline getirilerek etkinliği kırılmıştır. Yine Öcalan, Kemalizm’i “demokratik ulusçuluk” olarak tanımlamaktadır. Kendi garip kavramsallaştırmasıyla; Kemalizm’i, tüm farklılıkları demokratik bir biçimde -klasik ulusçuluk anlayışının dışında- bir araya getirmeyi amaçlayan, modern bir demokratik ulusal cumhuriyetçiliği hedefleyen bir ideoloji olarak işliyor. Tabi bunu yaparken satır aralarında Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlığı açık etmekten de çekinmiyor.

Sekülerizm ve Laisizm: CHP-BDP Seçim İttifakının Yaslandığı İdeolojik Argümanlar

Bu değerlendirmelerin ardından muhtemel CHP-BDP seçim ittifakının ne anlama geldiği, nasıl bir konsepte dayandığı ve neleri amaçladığını analiz etmek gerekir. İlk bakışta bu ittifak çabasının varmak istediği iki somut hedef olduğu görülmektedir. Birincisi, Kemalizm anlayışını çağa uyarlamak ve solculuğun ekonomik-halkçı jargonuyla harmanlamak amacıyla kurgulanan “Yeni CHP - Yenilenmiş Kemalizm” projesinin iktidar olabilmesi için, uzun süredir hiçbir varlık gösteremediği Kürdistan’dan oy alabilmesinin sağlanması gerekiyor. İkinci hedef ise seçim barajına takılacak olan BDP’nin bağımsız adaylarla seçime girmesi durumunda geçen defa yaşadığı sıkıntının aynısını yaşamak istememesi, yani mecliste grup kuracak çoğunluğu yakalama sorunuyla karşılaşmama isteğidir. Zira BDP, aldığı oy oranı miktarınca vekil çıkaramamakta ve bu da bölgede daha çok AK Parti’ye yaramaktadır. Bu iki hedefin birleştiği ortak amaç, AK Parti’yi geriletmek ve ortak bir muhalefet hattı inşa etme gayretidir.

Bunlar iki partinin kulislerinde somut hedefler olarak dillendirilen hususlardır. Bunun dışında, oy ve vekil hesabının ötesinde, muhatapları da aynı ortak hat üzerinde buluşturan temel zihniyet; her iki kesimin de seküler yaşam tarzında ısrarcı olmaları ve laisizmin yılmaz savunuculuğuna soyunmuş bulunmalarıdır. 

CHP, Türk ulus toplumunun inşası misyonunu Mustafa Kemal’den bu yana tartışmasız biçimde yüklenmiş ve bu uğurda darbecilerle ittifakı bile meşru görmüş bir partidir. Kemalist devrimin tamamlanması için muhalefette olduğu dönemlerde bile yargı, ordu, bürokrasi üçlüsüyle aynı amaca dönük güçlü bir sinerjiyi tutturabilmiş bir “devlet partisi”dir. Halkın değerlerine, talep ve isteklerine her zaman mesafeli olmuş ve çoğu zaman devletin bekası bahanesiyle, laikliği koruma adına(!) özgürlükleri boğmak ve toplumu hizaya getirmek için ön saflarda yer almıştır.  Kılıçdaroğlu CHP’sinin durumu da bundan farklı değildir. Nitekim Kurultay konuşmasında Ergenekon yöneticisi olarak suçlanan Mehmet Haberal’a selam çakan ve arka çıkan, kimi Ergenekon sanıklarını milletvekili adayı olarak göstermeyi tartışan ve Ergenekon’la kurduğu bu gönül birliğini Genel Sekreter düzeyinde Ergenekon duruşmalarını izleyerek somutlaştıran CHP’nin, Kemalizm’i aşması diye bir durum söz konusu bile değildir. Bu zihniyet her zaman için statükoyu destekleyen, halk düşmanlığını besleyen bir siyaset mantığının güdümünde olmuştur ve bu böyle devam edecektir. Dönemsel olarak, tabanın bazı taleplerini karşılamak, sivrilmeye başlayan uçları toparlamak amacıyla partinin yapısında yapılan kimi ufak çaplı restorasyonları, medyanın ve sözde aydınların gazıyla bir “kimlik ve siyaset tarzı değişimi” olarak algılamak, yakın siyasi tarihten habersiz olmak anlamına gelir.

Aynı durum PKK-BDP için de geçerlidir. Zira PKK-BDP zihniyeti, kendisi için mücadele ettiğini iddia ettiği Kürt halkının değerler dünyasına uzaktan yakından alakası olmayan bir seküler siyasi söylemin bayraktarlığını yapmaktadır ve ulusalcı-laik bir politik karaktere sahiptir. Kürt halkının sistem tarafından despotik yöntemlerle inkârı ve zamanla imha çabalarının oluşturduğu nefret, ister istemez silahlı bir örgütlülüğü bulunan PKK hattında bir toplumsal birlikteliğin inşasına neden olmuştur. İnkârın ve dayatmanın Kürt halkı üzerinde yol açtığı derin acılar ve onulmaz nefret; kendi değerlerine sırtını dönmüş olsa da PKK’yi sistemle hesaplaşan bir örgütlü model olduğu için desteklemek zorunda bırakmıştır. Halkın PKK’ye sunduğu bu ucu açık kredi, PKK tarafından hep suiistimal edilmiş; bu hareket silahın sunduğu gücün de imkânlarını kullanarak kavmî ve dinî kimlikleri yok sayılan bu halkın “toplumsal dönüşümünü” sağlamak amacıyla çoğu zaman bir toplum mühendisliği ameliyesini yüklenmiştir. Toplu göçlere, yoksulluğa mahkûm edilen; ölümle burun buruna yaşamak zorunda bırakılan bu toplum, zamanla seküler Kürt ideolojisinin dönüştürücü etkisiyle hızlı bir yozlaşmaya, dinî değerleriyle kurdukları irtibatı yitirmeye başlamıştır.

Kadını sözde toplumsal hayatın bir unsuru kılma adına yürütülen politikaların, töre cinayetlerine tepki göstermek adına kurulan örgütlülüklerin ilk hedefi, toplumda dinle köklü bir ilişkisi bulunan “namus” mefhumuna yönelik fiilî ve psikolojik bir hesaplaşma yürütmekti. Toplumsal ifsadın ilk adımı, kadının ahlakilikle olan bağını koparmaktan geçiyordu. Bu kısmen başarıldı. Örneğin Habur’dan Türkiye’ye giriş yapan PKK’li kadın militanların Kürt kadınının geçirdiği hızlı ve anlamsız değişimle ilgili şaşkınlıklarını ve hayal kırıklıklarını ifade etmeleri, bu durumun vahametini göstermesi açısından oldukça manidardır. Bununla birlikte, sosyal dokunun içinde yer eden ve Kürt kavmi için dinî geleneklerinin referansıyla biçimlenen hiyerarşik aile yapılanması tepeden tırnağa yozlaştırılıp dağıtılmaya çalışıldı. Ailenin dönüştürülmesi meselesi “önderlik”in savunmalarında, “demokratik ulus toplum”un kurulması için atılması gereken ilk adımlardan biri olarak yer ediyordu ve bu da kısmen başarıya ulaşmış durumda. Kendilerine dayatılan acılar nedeniyle T.C. zulmüne karşı duydukları öfkeyle zihinleri malul bırakılan gençlik, ideolojik bir eğitimden geçirilerek, geleneksel kavmî ve dinî değerlerine yabancılaştırıldı ve eğitimin ileri aşamasında ise bu değerlere düşman kılındı. Bu yabancılaşma durumu, Kemalist devletin hedeflediği asimilasyon kadar tehlikeli hatta asimilasyonun tersinden cari kılınması ile eşdeğer bir durumdu. Hâsılı seküler-laik PKK ideolojisi, toplumsal bir kurtuluşu hedeflediğini iddia ederken, aynı zamanda Kürt toplumunu tepeden tırnağa modern-seküler bir ulusa dönüştürmeyi de hedeflemiştir. Kurtuluş diye savundukları da bu olsa gerek. Bu misyonun taşıyıcılığını metropollerde, kentlerde siyasi örgütlülüğü olan KCK ve BDP yapmayı sürdürmektedir. İşte bahsi geçen ittifakın da yeşertileceği bu zemin, toplum mühendisliği vazifesini yüklenen iki zihniyetin, fikir-dünya görüşü kardeşliğidir.

PKK’nin bir diğer amacı da kendi sınırlı iktidarını kalıcı bir statükoya dönüştürme hedefini yakalamaktır. Özellikle Öcalan’ın düşüncelerinin bir ürünü olan Demokratik Özerklik taslağına bakıldığında görülecektir ki; PKK, bölgede kendi hegemonyasını kurmak istemektedir. Demokratik Özerklik projesi, tek tipleştirici, jakoben ve baskıcı bir toplumsal örgütlülüğü esas almaktadır. Kürdistan’da PKK dışında kalan diğer düşüncedeki yapılar, özellikle son dönemde KCK tarafından açık açık tehdit edilmektedirler. PKK, kendisi gibi düşünmeyen işadamlarını, STK temsilcilerini ve kimi Kürt aydınlarını bile hainlikle suçlayıp uluorta tehdit etmekten çekinmemektedir. İlk kurulduğu dönemde nasıl ki sistem muhalifi diğer yapıları tasfiye ettiyse bu dönemde de oluşturduğu statükoyu muhafaza edebilmek ve tek muhatap olarak kalabilmek için tehdit dozunu artırmaktadır. Bu hegemonya arayışı; statüko özlemi ve Kemalizm’e duyulan öykünmeciliğin yol açtığı bir hastalıktır. Halk katmanları güdülmeye, hizaya getirilmeye ve dönüştürülmeye muhtaç kitlelerdir bu gibi seküler tandanslı zihniyetlere göre.

Ergenekon’un İki Savcısı: CHP ve Öcalan

Kürt ulusalcılarının darbeciler ve statükocularla aynı kampta buluşmasının bir diğer örneği de Öcalan’ın yine son görüşmelerinde Ergenekon ile ilgili daha evvel yaptığı eleştirilere yönelik vermiş olduğu özeleştiri de saklıdır. Öncelikle sol kültür açısından çok önemli bir değerlendirme anlamına gelen “özeleştiri”nin, bir lider tarafından kamuoyunun önünde yapılması başlı başına büyük bir öneme sahiptir. Öcalan’ın bugüne kadar pek özeleştiri yaptığı da söylenemez. Ama Öcalan, söz konusu olan Ergenekon hakkındaki tespitlerinde yanılma meselesi olunca, hiç çekinmeden iki hafta üst üste özeleştiri vermekten de çekinememektedir. Yaptığı özeleştiride, Ergenekon operasyonlarının anlamı üzerine yanlış tahlillerde bulunduğunu, bu operasyonların hükümet tarafından Kürt sorununun çözümünü isteyen odakların tasfiyesi amacıyla planlandığını iddia etmektedir. Özeleştirisini Öcalan’ın ağzından dinleyelim:

Önemli bir değerlendirme daha yapacağım. Bu değerlendirme tarihî ve aslında biraz da özeleştirel bir değerlendirme olacak. Bugüne kadar Ergenekon yargılamalarıyla birlikte devletteki Gladyonun JİTEMvari yapıların tasfiye edildiği söyleniyordu. Biz de biraz böyle düşünüyorduk. Aslında olanlar tam da böyle değildir. Bu konu üzerine sürekli düşünüyorum. Geçenlerde buradaki arkadaşlarla da tartıştım. Nasıl fark etmemişiz bugüne kadar? Bu nedenle özeleştiri diyorum. Sanırım Hanefi Avcı’nın kitabında da geçiyormuş. O da çözüm konusunda benimle görüşülmesi taraftarıymış, bunu öneriyormuş ve şimdi içerde ve Ergenekon’dan yargılanıyor. Yine geçmişte benimle burada çözüm amacıyla görüşen bazı isimler de Ergenekoncu diye yargılanıyor. Aslında Ergenekoncu diye tasfiye edildiği söylenenlerin bir kısmı çözüm yanlısı isimlermiş. Ama asıl Gladyonun çözümü istemeyen kesimleri dışarıda bırakılmıştır, onlar hâlâ dışarıdadır ve AKP bunlarla uzlaşmıştır. Deşifre olmuş Veli Küçük gibi, karanlık, cinayet işleyen, darbeci isimlerin yanına çözüm isteyen, hatta geçmişte benimle burada çözüm amacıyla görüşen isimleri de bunlarla ilişkilendirerek bu şekilde asıl çözüm yanlılarını tasfiye ediyorlar. Geçmişte biliniyor mesela Cem Ersever -JİTEM’in bizzat kurucusudur, yüzlerce, binlerce faili meçhule neden oldular- ama daha sonra yanlış yaptıklarını, sorunun bu yöntemlerle çözülemeyeceğini anlayıp dile getirince tasfiye edildiler. Yani insanlar zamanla yaptıkları hatadan dönebiliyorlar.

Sormak lazım; bölgede binlerce faili meçhule ve aleni cinayetlere imza atan JİTEM’in kurucularından ve komutanlarından olan Ergenekon sanığı Arif Doğan, Veli Küçük, Levent Ersöz, Cemal Temizöz mü Kürt sorununun çözüm taraftarlarıdır? Bu isimler, Kürdistan halkı tarafından hunharca işledikleri cinayetler sebebiyle, asit kuyularının mucitleri oldukları için, akla hayale sığmayan işkencelerin mimarları olmaları nedeniyle hep lanetle anılmış isimler değiller midir? Bunları belki Öcalan iyi yâd etmek istiyor olabilir fakat Kürt halkı bu isimleri hep lanetle anacaktır. Nasıl ki Kürt halkı -Öcalan’ın onları “kullanılmış” kişiler olarak karalamak istemesine rağmen- Şeyh Said ve arkadaşlarının şehadetlerini unutmayıp onları saygıyla yâd ediyorsa aynı şekilde zulme ve katliama gözü doymayan bu katilleri de hafızasından asla silmeyecektir.

Sonuç

Sonuç olarak, CHP-BDP ittifakının asla ve kat’a mümkün olamayacağını ileri sürenler, doğru düzgün tarih-toplum değerlendirmesi yapmak yerine, partilerin tabanlarının vereceği tepkilere bakarak oluşturdukları kanaati bir analiz yöntemi olarak benimsemektedirler. Siyaseten olası olumsuz sonuçların varlığı, kutsanan değerlerin yaşatılması için gerekli görülen güç birliğinin tesis edilmesini engellememektedir çoğu zaman. Hele bu değerler varoluşsal boyutta anlamlar ifade ettiği sürece, oy kaybının pek bir anlamı da yoktur. Yoldaşlık, ortak amaçlar, ortak düşman algısı, yaşam tarzına yönelik “tehditler”, birlikteliği olmazsa olmaz kılmaya yetmektedir.

Ayrıca sadece ittifakın yol açacağı oy hesabının getirisi-götürüsü üzerinden yapılan istatistikî değerlendirmelerle iki tarafın da oy kaybedeceğini iddia eden kesimlerin aksine, hem BDP’nin hem de CHP’nin bu seçim ittifakı sayesinde oylarını artıracağını ileri süren analizlerin sayısı da azımsanmayacak sayıda. Zaten meselenin bu yönü bizim açımızdan pek de önemli değil. Kimin ne kadar oy aldığı, kimin muhalefet ya da iktidar olacağından daha önemlisi; bölgede yaşayan dindar Kürt halkının, statükoculuk ve tek parti özlemi içinde yanıp tutuşan CHP’nin hesaplarına alet edilmeleridir. Ve bir de bunun Kürtlerin özgürlüğü amacıyla yapıldığı söylemiyle maskelenerek sunulmasıdır. Kürt halkının iki boyunduruktan birini tercih etmesinin yakın geçmişi acılarla doluyken; şimdinin postmodern dünyasında ise yenilenmiş resmi ideoloji ile toplumunun değerlerine düşman bir Kürt hareketinin hesaplarına kurban edilmek isteniyor bu halk.

Ancak Kürt sorununun her yönüyle bütün kesimler tarafından şeffaf biçimde konuşulmaya başlanması ve çözüm aşamasına gelinmesi, birçok dengeyi de değiştirmektedir. Çatışmalar durdukça, hak ve özgürlüklerin önündeki engeller kaldırıldıkça, dünyada benzer sorunların çözüm deneyimlerinin malûmatı kamuoyuna mal oldukça, Kürt halkı kendi acılarını ve sorunlarını siyasi çıkar ve hesaplara peşkeş çekenleri, kavmî değerlerine ve inançlarına yabancı olanları er geç tanıyacaktır. Son tahlilde Öcalan’ın temennisi gerçekleşir mi bilinmez ama olası bir BDP-CHP ittifakının Kürt-Türk ilişkilerinde yeni bir sayfa açıp açmayacağı bir yana; şayet bu ittifak gerçekleşirse, Kürt halkının siyasi değerlendirme kıstasları da değişecektir. Bu durum, halkın birilerine sunduğu koşulsuz kredinin de bir nevi tükendiği anlamına gelecektir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR