1. YAZARLAR

  2. Erkan Aydın

  3. Modernleşen Taşralıların Analizi Mi, Oryantalistleşen Akademik Tahliller Mi?

Modernleşen Taşralıların Analizi Mi, Oryantalistleşen Akademik Tahliller Mi?

Ocak 2000A+A-

Umran dergisinin aralık sayısında "Yeni İslamcılar" başlıklı bir deneme yayınlandı. Haluk Burhan imzalı denemeyi okumaya başladıktan sonra aklımıza gelen ilk soru "Acaba yazar, Nilüfer Göle ile tez çalışması yapan 'eski İslamcı' birisi mi?" oldu. Kökleri önceye dayansa da 28 Şubat sürecinde pekişen, gelişen ve akademik taban kazanmaya başlayan bir tarzla karşı karşıyayız. Türkiye müslümanları ve onların deneyimleri üzerine "içerden" ama hemen hemen kendinden hiç birşey katmadan belli bir sosyal bilim diliyle yapılan çalışmalarla daha sık karşılaşır olduk. Bu tarzın sahipleri kendilerini "müslümanım ama artık İslamcı değilim" diye tanımlıyorlar. Bu kişilerin ideolojik kökenleri genellikle de devrimci müslümanlar tarafından "geleneksel" olarak tanımlanan cemaatlere dayanıyor. Yeni konumlanmalarında geçmiş cemaat tecrübeleri önemli bir akademik malzeme haline geliyor. "İslamcılık" üzerine yaptıkları kolay genellemeler de bu cemaatler ve tanıyabildikleri başka benzer cemaatlere dair yaptıkları gözleme dayanıyor. Çalıştıkları teorik çerçeve, "İslamcılar" üzerine yaptıkları çalışmalarıyla tanınan birkaç sıra dışı akademisyene dayanıyor. Bu teorik çerçeveye meydan okumak ya da onu geliştirmek şöyle dursun, izledikleri ithamcı hocaların akademik iddialı çalışmaları için yeni örnekler vermek ve onları her fırsatta pekiştirmek ve tekrarlamak dışında henüz bir çalışma yapılmış değil.

Ancak bu tarz ne yazık ki yalnızca akademik çalışma yapan bir grupla sınırlı değil, ortalama müslüman (üniversiteli) okuyucu kitlesi de kendilerine "hoşgörülü" davranan o birkaç akademisyenin sunduklarını kabulleniyor ve de onları yeniden üretiyorlar. Belki daha da vahimi müslüman kitleye hitap eden yazarlar da benzeri tarzlarda fikir üretmekte beis görmüyorlar.

Yazıda kaba bir marksist sınıf analizi ile kendilerini gelenekçi olarak tanımlayan oluşumların politik yüzü olan İslami hareketlere karşı dile getirdikleri din tanımları/anlayışları bir arada ilerlemekte ve yazının temelini oluşturmaktadır. Her ne kadar yazar son noktada "gelenekçi" argümanı yinelese de ortalama bir Haksöz okurunun hatırlayacağı "gelenekçi-modernist" ittifakı akla gelmektedir. Yazar, köhnemiş, elitist türk sosyal bilim geleneğinde her zaman varolmuş kaba bir sınıf analizini hiçbir yenilik yapmadan yinelemektedir. Oligarşik değerlerin hegemonyasını sarsan her yeni toplumsal gelişme "taşralılık" damgasını yemektedir bu gelenekte ve bu sefer ki hedef müslümanlardır. Tüm bir toplumsal hareketlilik belli bir sosyolojik determinizm içinde ele alınmaktadır. Bu determinizmde farklı ölçüler olabilir. Örneğin elimizdeki yazıda vurgu kentleşmeyedir. Bir kentleşme yaşanmaktadır ve bu arada insanlar İslamcı olmaktadır. Burada sosyolojiden psikolojiye geçilip arada bu insanların psikolojik nedenlerle İslamcı oldukları sokuşturulup yeniden sosyolojik düzleme geçilmekte ve bu insanların tüm mücadeleleri yeni konuma adaptasyondan, piyasadan pay kapmadan ibaret hale gelmektedir. İnsanlar kollektif, bilinç dışı bir sürü gibidir, bu durumda. Bu arada meydana gelen birçok tedrici süreç, çeşitli düzeylerde yaşanan birçok mücadelenin hiçbir önemi yoktur. İnsanlar kentleşme rüzgarına kapılmış gitmektedirler. Siz Allah'ın rızası, dini için mücadele ettiğinizi sanabilirsiniz, iddia edebilirsiniz ama "gerçekte" kentlileşmenin getirdiği bir pay kapma mücadelesi içindesinizdir. Bunu farkedemiyorsunuz ama "bu yakın dönemde anlaşılacak". Böyle bir sosyal bilimsel yaklaşım insanın failliğini, toplumsal yaşamın çok yönlü ve heterojen varoluşunu görmez. Elitisttir ve toplumsal hareketliliği son tahlilde anonim, dönem dönem ideolojik vurgusu değişen bir ayak takımı hareketi olarak görür. Ne de olsa Türk sosyal bilimcilerinin çoğunun toplumsal arka planında aristokratik bir yön yok mudur? Ancak ilginç olan böyle bir yaklaşımın hiç sıkıntı vermeden bir müslüman tarafından kullanılabilmesidir...

Böyle bir kaba marksizan sınıf analizi sonucu aslında İslamcıların merkezi irade ile pek de bir sorunları olmadıkları ve hatta varlıklarını bu merkezi iradeye borçlu oldukları dile getiriliyor. Bu durumda müslümanlar olsa olsa "ara ideoloji" üretirler. "İslamcılar merkezi iradenin hedeflediği gibi kalkınmacı, modernleşmeci, 'anti emperyalist', devletçi, milli-türk kimlikli bir çizgide konumlandılar" (Tabi böyle olmayan müslümanlar yok sayılıyor...) Yani yazar kısaca diyor ki tüm konumlanmalarımız, mücadelelerimiz, yaşadıklarımız merkezi iradenin öngördüğü doğrultuda oluyor. "Yanlış bilinç" içerisinde hareket ediyoruz. Bizim bir öznelliğimiz yok, nasıl olmuşsa bir biçimde pre-kapitalistlikten modernleşme sürecine atlamışız ve artık ipler bizim elimizde değil. Elbette hatalar, yanlış yönelimler olmuştur -bunları tartışmak da gerekir- ancak tüm bir İslami varoluşu böylesine kolayca etiketlemeyi aklımız almıyor. Demek ki öyle bir hayal içindeyiz ki merkezi irade ile aslında bir sorunumuz olmadığını, aslında ortalığın ne kadar da toz pembe olduğunu göremiyoruz, kendimizi bir yanılsamaya hapsetmişiz: ne kitlesel bir yanılsama doğrusu.

İndirgemeci ve determinist yaklaşım daha alt örneklerde de devam ediyor. Geri dönülemez bir kentleşmişlik, 1980 sonrasındaki yaşanan modern eğitim süreci, "İslamcı" sermayenin üniversiteli kesimleri bürokrasiye taşıma umudunu canlı tutması vb maddi ve sosyolojik determinizm taşıyan unsurlar seçmeci ve adeta akla gelen her şeyi söyleyeyim mantığıyla sıralanıyor.

Bir Yol Daha Var

Özellikle 20. yüzyılın başlarında ıslahatçı müslümanlar arasında "Batının ilmini alalım ama kültürünü almayalım" şeklinde kabaca özetlenebilecek bir tutum -ki bu dünyanın birçok sömürgeleştirilmiş yöresinde farklı versiyonlarıyla varolan bir direniş noktasıydı- bugünlerde istihzayla karşılanır hale gelmiştir. Evet, belki bugün böyle bir tutum fazla bir şey ifade etmiyor, hatta yanlışlanabiliyor olabilir. Ancak Batı egemenliğinin tüm ihtişamıyla İslam dünyasının üzerine çöktüğü bir dönemde, bu tutum tam bir teslimiyet (kayıtsız şartsız batılılaşma) ya da tam bir içine kapanma dışında üçüncü bir yol olabilmiştir. Kendi tarihsel bağlamında böyle bir üçüncü yol olabilmek ve bunu belli bir oranda yaygınlaştırabilmiş olmak azımsanabilecek bir şey midir? Bir yüzyıl sonra bazı "İslamcı entellektüeller"in (her ne kadar kendilerini şiddetle böyle bir tanımlamadan kaçırsalar da son tahlilde böyle anılmıyorlar mı?) bu tutuma ve bunun için verilmiş onca emeğe ve fedakarlığa istihza ile bakmaları en azından ayıptır. Ahlaki değildir. Yineliyoruz, belki bugünün şartlarında yetersizdir. Ama o dönemde "bilimi, tekniği alalım ama kültürlerini almayalım" önermesi öyle ağızdan bir çırpıda çıktığı gibi kolayca söylenebilecek, pratiğe dökülebilecek bir şey değildir. Bu insanlar bunu gerçekleştirmiş, müslüman halkların "kendi"leri olarak kalabilmelerine katkıda bulunmuşlardır.

Kaldı ki yine bir genelleme batağı içinde bu değerli insanların (yazıda Akif ve Nursi veriliyor, onlara Afgani, Abduh, Reşid Rıza daha onlarca vahyin şahitliğini yapmış şahsiyet katılabilir) toplumsal dokuya müdahale edilmemesini istedikleri iddiası doğru mudur? Bu insanlar bugün bile düşünsel olarak cesaret edilemeyen bir tutumla hem siyasi iktidarlara, emperyalizme ve yerli iktidarlara, hem de dinsel, kültürel, toplumsal iktidarlara karşı mücadele etmiş, onları dönüştürmeye uğraşmamış mıdır? Bu açıkça böyle iken onları bir kalemde silmek, bize ulaşan ıslahat miraslarını görmezlikten gelmek mümkün müdür?

Burada işlenmesi gereken başka bir nokta da "Gerçekte Akif, Nursi gibi İslamcı aydınların temsil ettikleri fikir toplumsal temellere oturmuyordu." şeklindeki iddiadır. Tabi yazar belli bir yapısalcı anlayışla analizlerini yaptığından yeni tahayyüllere, yeni seçeneklere, bunların hayat bulabilmesine pek imkan tanımamakta, bunları eninde sonunda boşluğu anlaşılabilecek çabalar olduğunu düşünmektedir. Ancak bütün bu "medeniyetçi", "gelenekçi" tezlerin görmek istemedikleri, kaçtıkları bir gerçek var: Güç ilişkileri. Yaşamımızın her anında iktidarla muhatap olduğumuzu bu kadar hissettiğimiz bir ülkede ve coğrafyada iktidarla çelişmeden bir medeniyet nasıl kurulacak, merak ediyoruz. Hatta politik tüm yüzlerini bastırarak "gerçek" dini yaşamaya çalıştığınızda bile karşınıza iktidar çıkmıyor mu? Yakın geçmiş bunun örnekleri ile dolu. İstihza ile bakılan o İslamcı aydınların belli toplumsal temelleri olduğuna şüphe yok. Bıraktıkları düşüncelerin hala bir seçenek olarak bulunabilmesi bile buna bir delil. Ancak görülmek istenmeyen böyle bir seçeneğin ve bu seçeneğinin taraftarlarının bir ulus devlet kuruluşuna maruz kalmaları ve güç mücadelesini kaybettikleridir. Şimdi artık kaybedenlerin haksızlığı yazılmakta, yenilginin ebediliği iddia edilmektedir.

Yaygınlaşan bir tutum, gündelik yaşantımıza dair içine girdiğimiz her tür mücadeleyi modernleşme eğilimi olarak yadsıyor. Soyut bir gelenek ve son zamanlarda da "münhasır bir medeniyet telakkisi" olarak tasvir edilen bir din tasavvuru adına müslümanların kamusal alandaki birçok görünümü olumsuzlanıyor. Kamusal alandan geri çekilip, dini daha bireysel bir alanda yaşama arzusu ve oryantalizm tarafından çok yıllar önce üretilmiş bir klasik İslam medeniyeti kurgusuyla avunmak sekülerleşmenin ta kendisi değil midir? Kaldı ki daha temelli, daha yerli gibi gözüken bir medeniyet söylemi de aslında son dönem emperyalist kurgularının (bkz. Huntington "Medeniyetler Çatışması") farklı bir versiyonu değil midir? Dinin hayatın her alanını kuşattığını ve siyasi faaliyetlerde yoğunlaşan müslümanların zaman zaman bunu göz ardı ettiği doğrudur. Ancak böyle bir yanlışa tepki olarak gerçek din adına daha derin bir sekülerleşmeye gidilmektedir.

Tüm eksikliklerine rağmen bir dönem müslüman önderleri emperyalizm karşısında tam bir teslimiyet ya da içine kapanıp yenilgiyi beklemek yerine üçüncü bir alternatif sunmuşlardı. Dünyanın birçok bölgesinde birçok müslüman lider ve topluluk kendi bağlamlarında emperyalist ve modern kuşatmalara karşı bir tutum geliştirmeye çalıştılar. Tüm bu çabalara bir müslümanın istihza ile bakması müstağnilikten başka bir şey değildir. Yine aynı bağlamda yaşadığımız coğrafyada sayıları az da olsa yasaklar karşısında direnişi seçen kendilerine egemenlerin (siyasi ya da ekonomik alanda olsun) sunduğu seçenekler dışında bir seçenek yaratan müslüman kadınlar da önceki çabaların takipçileri değil midir? Sayıları az da olsa ve görünüşte maddi olarak yenilgiye uğramış da olsalar, farklı bir devam yolunun olduğunu ilan etmeleri, böyle bir ihtimali diri tutmaları nasıl azımsanabilir? Eğer bir "medeniyet" kurulacaksa bu medeniyet herhalde müzelik eşyalar ya da oryantalist metinler üzerine kurulmayacak. Onu, bugünkü hegemonik değerlerden farklılaşıp, bu farklılıkları toplumsallaştıran, gündelik yaşama taşıyanlar kuracak.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR